Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,075
» Son Üye: rahmanmutlu
» Toplam Konular: 2,836
» Toplam Yorumlar: 3,067

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 1003 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 1003 Ziyaretçi

Son Aktiviteler
Nereden Başlamalıyım?
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: desdinova
07-04-2025, Saat: 11:03
» Yorumlar: 0
» Okunma: 354
Ayahuasca çayi hakkinda b...
Forum: ŞAMANİZM
Son Yorum: Gümüşkurt
29-12-2024, Saat: 23:19
» Yorumlar: 0
» Okunma: 394
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 819
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 742
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,642
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 9,037
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 26,323
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,372
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,631
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,913

 
  Kuran’da Işınlanma
Yazar: Archilles - 12-08-2017, Saat: 19:26 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Kuran’da Dünya Dışı Yaşam

Kuran’da Işınlanma

Bizlerin kendimizi ışık hızına hapsedip, o hızın üzerinde bir hızla maddesel bir varlığın taşınmasını yadsımamız sadece bilgilerimizin henüz ilkellikten kurtulamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Bizim ışık hızı düşüncesine hapsolmamız başka varlıklarında bu hıza hapsolduğuna inanmamızı gerektirmemektedir. Uzayda elbette tabiatları yaşadıkları gezegenin tabiatına uygun dizayn edilmiş varlıklar vardır ve olmalıdır. UFOların varlığı bugün herkesçe kabul edilen bir gerçektir. Burada bir konuya da değinelim. UFO’lar cinlerin bir oyunudur diyenler bulunmaktadır. Cinlerin atmosfer dışına çıkma kabiliyetleri ve izinleri bulunmamaktadır. UFO’lar ise hem atmosferde hem de uzayda rahatlıkla yol alabilmektedirler. Yani UFO’lar cinlerin bir oyunu değildir…

imageedit_1_9338032864.jpg

Şimdi bugünkü konumuza dönecek olursak Kur’an-ı Kerim’de Hz. Süleyman’ın “gudvvuha üehrun ve revahuha üehrun(gidişi bir ay gelişi bir ay)” diye nitelenen bineğiyle Saba Melikesi Belkıs’ın tahtını bir saniyenin de altında bir sürede Yemen’den Kudüs’e ışınlaması anlatılmaktadır(Sebe Suresi). Guduv gidişi, revah gelişi anlatmaktadır. Kısaca Hz. Süleyman’ın bineğinin hızı, gidiş dönüş altmış gün/saattir. Kur’an’ın ifadesinde bir gün, dünya hesabıyla 1000 yıldır. Demek ki Hz. Süleyman’ın bineğinin hızı 1000x60= 60 bin yıl/saattir. Bu da saniye de 1000 ışık yılı demektir.

İnsanın keşfettiği en büyük hız şimdilik ışık hızıdır. Oysa tasavvufta nur hızı denilen ve hayalden daha süratli bir hız birimi vardır. Işığın saniyedeki hızı 300 bin kilometre olduğuna göre Hz. Süleyman’a verildiği belirtilen bineğin hızı ışık hızından da yüksektir. Yani ışınlanmanın hızı burada bize verilmiştir. Belkıs’ın tahtı göz açıp kapayıncaya kadar Yemen’den Kudüs’e taşınmıştır. Yani maddesel boyutta bir ışınlanma gerçekleşmiş ve bunu da bir insan başarmıştır(Reculün indehu mine’l-kitabi ilmün. Yani kitabi bilgilere ve tecrübi bilgilere sahip bir adam). Bu ifade bize bilimsel çalışmalarla insanlığın varabileceği sınırları çok net göstermektedir. 

Bu ışınlanmayı yapmaya Cin taifesinden bir ifrit de talip olmuştur ancak onun verdiği süre biraz uzun olunca(Ayağa kalkıp oturacak kadar) Hz. Süleyman bu süreyi uzun bulmuş ve bugünün ifadesiyle teknolojik bilgilere sahip olan yardımcısından talep etmiştir.  Belkıs gelipte tahtını orada bulunca ona “Bu taht senin mi” diye sorulmuş, Belkıs bu soruya “Sanki O” diye cevap vermiştir. Bu cevap bugünkü sanal gerçekçilik diye nitelendirilen biliminde ilk tanımı olmuştur.

Bu konuyu yazdır

  Uzaylı Atalarımız Anunnakileri Tanıyalım: Enki
Yazar: Archilles - 12-08-2017, Saat: 15:49 - Forum: ANUNNAKİ - Yorum Yok

M.Ö. 432 Bin dolaylarında, Enki beraberindeki elli kişilik astronot grubu ile Dünya’ya inmiştir. Dünya’ya ilk ayak basan kişi olan Enki denize indiği için mitolojide kendisine balık adam olarak yer edinmiştir.

Sümer ve Akkad yazıtlarında Enlil'den sonra ismine en çok rastlanılan tanrıdır. Büyük bir bilim adamı ve deha olarak tanınmasına karşın o, Nibiru'nun Büyük Kralı Anu'nun oğludur ve Dünya'daki en güçlü ikinci tanrıdır. Her mitolojide kardeşi Enlil ile birlikte en büyük tanrı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yunanlılarda Poseidon, Türklerde Erlik, Mısırlılarda Ptah, İranlılarda Ehrimen olarak bilinmektedir.

Anu'nun Dünya ile ilişkilendirilen iki oğlu iki kızı tabletlerde karşımıza çıkmaktadır. Oğulları Enlil ile Enki, kızları ise Ninhursag olarak bilinen Ninmah ve Bau'dur.  

Anu'nun iki oğlundan ikincisi olan Enlil, Anu'nun tahttaki ardılı olarak Nibiru Meclisince tanınmıştır. Bu yüzden Enki'nin üvey kardeşi Enlil ile sürekli çekişmeleri her mitolojide kendisine yer bulmuştur.

Nibiru Atmosferinde meydana gelen ve bizim ozon tabakası sorunumuza benzer olan bir sorun gezegenin geleceğini tehdit eder hale geldiğinde bu sorunun çözümü Dünya'da çokça bulunan Altın Madeni sayesinde başarılmıştır. Altın madenleri için Dünya'da bir koloni kurulması gündeme geldiğinde ise Enki M.Ö. 432 Bin dolaylarında 50 kişilik astronot grubuyla Dünya'ya gelmiş ve ilk Dünya Kenti Eridu'yu kurmuştur. 

Dünya'da Anu tarafından görev dağılımı için zar atılınca kendisine Denizler ile Madenler, babası Anu'ya Nibiru Krallığı ve kardeşi Enlil'e Dünya Liderliği düşmüştür. O günden sonra Denizlerin Efendisi olarak bilinegelmiştir.

enk%25C4%25B1.png

Enki ve Oğulları
Enki, Damkina ile evli olmasına karşın bir çok cariyeden veya ilişkiden bir çok çocuk sahibi olmuştur. Enki'nin aşkları tabletlerde büyük yer tutmaktadır. Enki'nin bilinen altı erkek çocuğu bulunmaktadır. Bu çocuklardan ilki eşi Damkina'dan doğan Marduk'tur. Diğer çocukları ise Thot, Dumuzi, Nergal, Ninagal ve Gibil'dir. Thot, Enki ile Ereşkigal ilişkisinden doğmuştur. Dumuzi ise Enki ile Ninsun ilişkisinden doğmuştur.

Sitchin'e Göre Enki:
Sümer'in üçüncü Büyük Tanrısı, Anu'nun bir diğer oğludur; iki adı vardır: E.A ve EN.Kİ. Erkek kardeşi Enlil gibi o da bir Gök ve Yer tanrısıdır; yani aslında göklerde olan ve Dünya'ya inmiş olan bir ilâh. 

Onun Dünya'ya gelişi, Sümer metinlerinde, İran Körfezi'nin sularının günümüzde olduğundan çok daha fazla karanın içinde olduğu, ülkenin güney kesimini bir bataklık hâline getirdiği bir zamanla ilişkilendirilir. Ea (bu isim kelimenin tam anlamıyla "ev- su" anlamına gelir), usta bir mühendistir; kanalların inşasını, nehirlerin bentlenmesini ve bataklıkların kurutulmasını plânlamış ve gözetmiştir. Bu suyollarında, özellikle de bataklıklarda yelken açmayı severdi. Sular, adının da belirttiği gibi, gerçekten de onun eviydi. "Büyük evi"ni, bataklıkların tam sınırında kurmuş olduğu şehirde, pek uygun biçimde HA.A.Kİ ("su balıklarının yeri") adı verilen ve E.Rİ.DU ("uzağa gitme evi") diye de bilinen şehirde inşa etmişti. 

Ea, "Tuzlu Suların Efendisi" idi, yani denizlerin ve okyanusların. Sümer metinleri tekrar tekrar üç Büyük Tanrının âlemleri kendi aralarında bölüştükleri çok eski bir zamandan söz ederler. "Denizler Enki'ye verildi, Dünya Prensi'ne", böylece Enki de "Apsu'nun ("Derinler"in) hükümdarlığını" aldı. Denizlerin Efendisi olarak Ea uzak diyarlara, özellikle de Sümer'e değerli metallerin ve yarı değerli taşların getirildiği yerlere yelken açan gemiler inşa etti. En eski Sümer silindir mühürleri Ea'yı bazen içinde balıklar da bulunan akan derelerle çevrelenmiş biçimde betimler. Mühürler Ea'yı, burada da görüldüğü gibi, Ay ile (hilâl ile belirtilir) ilişkilendirir; belki de Ay'ın denizlerdeki gelgite sebep olması olgusundan kaynaklanan bir ilişkilendirmedir bu. Ea'ya NİN.İGİ.KU ("parlak gözlü efendi") sıfatının verilmesinin nedeni de hiç şüphesiz böylesi bir göksel imgedir.

hqdefault.jpg

Aralarında Ea'nın ta kendisi tarafından yazılmış gerçekten şaşırtıcı bir otobiyografi de bulunan Sümer metinlerine göre, Ea göklerde doğmuş ve Dünya üstünde herhangi bir yerleşim veya uygarlık olmazdan çok önce Dünya'ya inmiştir. "Ülkeye yaklaştığımda, çokça sel vardı" diye belirtir. Daha sonra ülkeyi yerleşilebilir hâle getirmek üzere kendi tarafından girişilen bir dizi faaliyeti anlatır: Dicle Nehri'ni taze, "yaşam veren sularla" doldurdu; Dicle ve Fırat'ta yol alınabilmesi için kanalların inşasına göz kulak olmak üzere bir tanrı atadı; bataklıkları çer çöpten temizledi ve onları balıklarla doldurdu, onları her türden kuş için bir barınak yaptı ve kullanışlı inşa malzemesi olan kamışların oralarda büyümesini sağladı.

Denizlerden ve nehirlerden kuru toprağa dönen Ea "sabanı ve pulluğu yönlendirenin... kutsal saban izlerini açanın... ağılları kuranın... ahırlar inşa edenin..." kendisi olduğunu iddia etti. Devamında, (bilginler tarafından "Enki ve Dünya Düzeni" diye adlandırılan) bu kendine özgü metni, Dünya'ya tuğla yapımını, konutlar ve şehirleri inşa etmeyi, metalürji ve benzeri sanatları getiren olarak bu tanrıyı tanımlar. İlâhı, insanlığın en büyük koruyucusu, uygarlığı ortaya çıkaran tanrı olarak betimleyen birçok metin, ayrıca onu tanrılar meclisinde insanoğlunun başkahramanı olarak da resmeder. İncil'deki tarifin kaynağı olması gereken Sümer ve Akkad Tufan metinleri, Ea'yı Tanrılar Meclisinin kararına karşı koyarak güvendiği bir takipçisinin (Mezopotamya "Nuh"u) felâketten kaçmasını sağlayan bir tanrı olarak betimler. 

Gerçekten de, (Eski Ahit gibi) bir tanrı veya tanrıların insanı şuurlu ve kasıtlı bir fiil yoluyla yarattığı inancına bağlı olan Sümer ve Akkad metinleri, Ea'ya anahtar bir rol verirler: Tanrıların baş bilimcisi olarak, insanın yaratılacağı metodu ve işlemi belirleyen odur. İnsanın "yaradılışına" veya ortaya çıkışına böylesine aşina olunca, tanrıların insanoğlundan "ebedî yaşamı" saklama kararlılığına karşı koyarak, Adapa'yı, yani Ea'nın "bilgeliği"nce yaratılan "model insan"ı Anu'nun göklerdeki mekânına yönlendirenin Ea olmasına şaşmamak gerekir. 

Ea, yaratılışında bir rolü olduğu için mi insanın yanındaydı; yoksa daha öznel sebepleri mi vardı? Kayıtları taradıkça, Ea'nın hem fâni hem de ilâhi meselelerdeki karşı çıkışlarının, değişmez bir şekilde, çoklukla Enlil'den kaynaklanan engelleyici karar ve plânları hedef aldığını görmekteyiz.

Kayıtlar, Ea'nın erkek kardeşi Enlil'e duyduğu yakıcı kıskançlığın göstergeleri ile doludur. Gerçekten de, Ea'nın diğer (ve belki de ilk) adı EN.Kİ ("Dünyanın efendisi")'dir ve dünyanın üç tanrı arasında bölüşülmesi ile ilgili metinler, bunun pekâlâ Ea'nın Dünya hükümdarlığını erkek kardeşi Enlil'e kaptırdığı bir kura olabileceğini ima etmektedir.

Tanrılar el sıkıştılar,
Zar attılar ve bölüştüler.
Sonra Anu, Göğe çıktı;
Enlil'e, Dünya verildi,
Bir çemberle kapanan denizler,
Onlar Enki'ye, Dünya Prensine verildi.

Ea/Enki bu kuranın sonuçlarından dolayı kırgın olabilirdi ama çok daha derin bir gücenikliği beslemiş gibi görünmektedir. Sebebi, otobiyografisinde Enki tarafından belirtilmiştir: İlk doğanın Enlil değil, kendisi olduğunu iddia eder, dolayısıyla Anu'nun bariz vârisi olmaya hakkı olan da Enlil değil, kendisidir:
"Babam, evrenin kralı,
beni evrene getirdi...
Ben bereketli tohumum,
Büyük Vahşî Boğa'nın saçtığı;
Ben, Anu'nun ilk doğan oğluyum.
Ben, tanrıların Büyük Kardeşiyim...
Ben, doğmuş olanım.
İlâhî Anu'nun ilk oğlu olarak."

Kadim Yakın Doğu'daki insanların uyduğu yasalar tanrılar tarafından verilmiş olduğundan, insanlara uygulanan toplumsal ve ailevî yasaların, tanrılara uygulananın kopyaları olduğunu düşünmek mantıklıdır. Mari ve Nuzi gibi sit alanlarında bulunan mahkeme ve aile kayıtları; İbrani ataların uyduğu İncil dönemi gelenek ve törelerinin, kadim Yakın Doğu'nun her yanında kralları ve asilleri de bağladığını teyit etmektedir. Eski Ahit'teki ataların karşılaştığı veraset sorunları, dolayısıyla öğretici bir yan taşımaktadır.

Karısı Sara'nın görünüşteki kısırlığı sebebiyle çocuktan yoksun olan İbrahim, hizmetçisinden bir erkek çocuk sahibi olur. Ama oğulları (İsmail), Sara'nın İbrahim’den bir oğlan, İshak'ı doğurmasıyla atasal silsileden dışlanır.
İshak'ın karısı Rebeka ikizlere gebedir. Teknik olarak ilk doğan Esav'dır, kızıl, tüylü bir oğlan. Esav'ın topuğuna tutunarak doğan Yakub daha hoştu, Rebeka onu pek sever. Yaşlanan ve yarı kör olan İshak ahdini ilân etmek üzereyken Rebeka verasetin Esav'a değil de Yakub'a kalması için bir hile yapar.

Son olarak, Yakub'un veraset sorunları da Rahel ile evlenmek üzere Laban'a yirmi yıl hizmet etmesine karşın, Laban'ın onu ilk olarak Rahel'in ablası Lea evlenmeye zorlamasından kaynaklanmıştı. Yakub'un ilk doğan oğlu (Ruben) Lea'dandır; Yakub'un Lea ve iki cariyesinden daha birçok oğlu ve bir kızı da olur. Ancak Rahel kendi ilk doğan oğlunu (Yusuf) nihayet doğurduğunda, Yakup onu kardeşlerine yeğ tuttu. 

Böylesi töreleri ve veraset kanunlarını dikkate aldığında, kişi Enlil ve Ea/Enki arasındaki çatışan iddiaları anlayabilir. Her türlü kaydın gösterdiği gibi Anu ve resmî eşi Antu'nun oğlu olan Enlil, yasal ilk doğandır. Ama Enki'nin, "Bereketli tohum benim... Anu'nun ilk doğan oğlu benim" diye haykırışı bir gerçeği belirtiyor olmalıdır. Acaba, Anu'nun sadece bir cariye olan bir tanrıçadan doğan oğlu muydu? İshak ve İsmail'in ya da Esav ve Yakub adlı ikizlerin hikâyesi, Göksel Ev'dekine pekâlâ paralel olabilirdi.

İncil'de geçen Havva, Cennet Bahçesindeki yılan veya Tufan gibi birkaç hikâyenin Sümer versiyonları, Enki'nin erkek kardeşinin emirlerine karşı koyduğu durumları içermektedir.

Sümer metinlerine göre, insanoğlu, Enki tarafından icat edilen işlemler ve formülleri izleyen Ninhursag tarafından yaratılmıştır. O, baş hemşireydi; tıbbî işlemlerden sorumlu olandı; bu rolüyle tanrıça NİN.Tİ ("yaşam- hanım") diye adlandırılmıştır.

Bazı bilginler Adapa (Enki'nin "model insan"ı) kelimesinde, İncil'deki Adama"yı veya adamı görürler. Sümerce Tİ'nin çift anlamı da İncil'le paralellikler gösterir. Zira ti hem "yaşam" hem de "kaburga" anlamına gelir, böylece Ninti'nin adı hem "yaşam hanımı" hem de "kaburga hanımı" anlamındadır. Anlamı "yaşam" olan İncil'deki Havva, Âdem’in kaburgasından yaratılmıştır; böylece Havva da bir bakıma bir "yaşam hanımı" ve bir "kaburga hanımı"dır.

Tanrılara ve insanoğluna yaşam veren olarak Ninhursag'dan Ana Tanrıça diye söz edilir. Takma adı "Mammu"dur; bu, anne anlamına gelen İngilizce "mom" veya "mamma" kelimelerinin arasıdır. Sembolü ise "kesici" idi; antik çağlarda ebelerin doğumdan sonra göbek bağını kesmede kullandıkları araç.


Kaynak:gokturkramu.blogspot

Bu konuyu yazdır

  İnsan Irkını Yaratan Anunnakiler Kimdi?
Yazar: Archilles - 12-08-2017, Saat: 15:34 - Forum: ANUNNAKİ - Yorum Yok

Birçok uzman ve araştırmacıya göre Sümer tarihindeki anlatılar Tevrat’a oradan da İncil’e aksetmiştir. Ve Sümer yazıtları “dış müdahale”nin en ayrıntılı kanıtlarıdır. Sümer’lere göre; Güneş sisteminin bizim tanımadığımız bir gezegeni olan Nibiru ‘dan gelen Anunnaki’ler dünyadaki altını çıkarmak üzere işçi yaratmak istemiş. Dünyadaki ilkel dişinin yumurtası ve Anunnaki spermlerinin birleştirilmesi ile laboratuar koşullarında oluşan zigot, (bugünkü tüp bebek) taşıyıcı Nibiru kadının rahmine yerleştirilmiş ve güçlü maden işçisi yaratılmış (homo sapiens sapiens olduğu düşünülüyor). İlk yaratılan erkeklerden sonra taşıyıcı annelerin zorlanması sebebiyle kendi kendilerine üresinler diye ilk Adamu’nun hücrelerinden dişisi yaratılmış. Bu ilk yaratılan Anunnaki - insan melezi çiftinin kutsal kitaplardaki Adem ile Havva olduğu iddia ediliyor. 

Kendileri kadar uzun ömürlü ve zeki olmasını istemedikleri Adamunun yüzünden, Niburu’nun devrik komutanı Anu’un oğulları (Anu dünyayı iki oğlu arasında paylaştırmış) Enlil ve Enki birbirlerine düşmüşler. Yeni oluşan insan ırkına yardım eden tanrı Enki olmuş. (zira Adem onun genlerini taşıyormuş) Adem ve Havva dünya yüzünde çoğalmış ve Anunnakilerden öğrendiği bilgilerle medeniyetler yaratmış. Sitchin’in kronolojisinde 300.000 yıl öncesinde başlayan bu yeni ırk M.Ö 11.000 de oluşan Tufana kadar, ilkel işçi Adamu’dan, düşünebilen, konuşabilen, üreyebilen, olağanüstü kentler kuran, astronomi öğrenen, matematik bilen, tanrıları adına savaşabilen, tanrılara benzemek için gökyüzüne çıkmanın ve ölümsüzlüğün sırlarını bulmaya çalışan, dünyasal hırsları olan insana dönüşmüş. 

11.000. yılda olan (kaçıncı olduğunu tam bilmediğimiz) Tufanın sebebi; Sümer yazıtlarına göre geçiş gezegeni olan Nibiru’dur. (Yörüngesi 3600 yıldır) Onun geçişinden oluşan çekim alanından dünyada meydana gelecek etkiler Anunnakiler tarafından bilindiği için dünyalı Zuisudra, (muhtemelen Enki’nin dünyalı bir dişiden olan oğlu) Enki tarafından gizlice uyarılmış. (Enlil yaratılan Adamu ırkının yok olmasını istiyormuş) Zuisudra kendisi ve diğer canlılar için Enki’nin tarif ettiği gibi bir gemi yapmış. Tufan sonrası ise nehirlerin taşan sularına bentler yapıp, tarım ve yerleşim için Zuisudra’ya ve beraberindekilere yardım etmiş. Medeniyet yeniden oluşturulmuş ve tarım yeniden başlatılmış. Yeni medeniyet döneminde de kardeş komutanlar arasında devam eden güç ve paylaşım sorunları bitmek bilmeden uzun sürelerce devam etmiş hatta dünya üzerinde bilinen ilk Nükleer savaşa (Sodom ve Gomora) neden olmuş. Bugün kutsal kentler olarak bilinen pek çok şehir o zamanın uzay üstleri ve kritik komuta merkezleriymiş.( özellikle Kudüs) Altının üretim, kontrol ve ulaştırma merkezleri olmak üzere kurulan şehirlerde savaşlar olmuş. Sina çölünde bugün bile izleri olan ve uzaydan görülebilen etkiler bırakan savaş medeniyetin de sonunu getirmiş ve Anunnakilerin (M.Ö2023) dünya yönetiminden çekilmesine neden olmuş. Tevrat’ta Anunnakilerin adı Nefilimler olarak geçer ve İngilizceye “devler” olarak çevrilmesine rağmen gerçek kelime anlamı “gökten inenler” ve “gözcüler”dir. 

maxresdefault.jpg

Anunnakiler, yeryüzünden çekilirler fakat bıraktıkları ezoterik bilgiler binlerce yıl pek çok kültürün ve topluluğun içinde şifrelenerek saklanır. Bu grupların içinde Simyacılar, Mecusiler, Kabalistler, Gnostikler, Şövalyeler ve masonlar vardır. Masonluğun kurucusu kabul edilen Hiram Abif, 3000 yıl önce Küdüs’te Solomon tapınağını yaparken gerçek Anunnaki ile İsrailoğullarının YHVH adını verdiği tanrı arasındaki bağlantıyı biliyordu. Bu bilgisi yüzünden İsrailoğullarıyla ters düştüğü için öldürüldü. Ve bu bilgilerin hala sır olarak Masonlarda olduğu söylenir. 

Eski mitlerden sonra var olagelen dinlerde ise dış dünya müdahalesi peygamberler aracılığıyla devam eder. Örneğin Ezekiel peygamber “ alevli bir arabayla” yukarıya kaçırılmıştır. (İncil 8. bölüm) Nuh ve Enoch’un da uzaya götürüldüğünden bahsedilir. Kutsal kitaplarda ve dinlerde yer alan Tanrı, melek, şeytan, günah, cennet, cehennem gibi olguların ilk çıkış noktaları dünya dışı varlıkların dünyalı ile oluşan ilişkisi sonucu meydana gelen olaylardadır. 

Uzaylı tanrılar kendi aralarında paylaşım ve iktidar kavgaları yaparken insanoğlu da bu kavgalardan nasibini farklı şekillerde almış. Kendi bilinci yükseldikçe bağımsızlığı için verdiği tepkiler ortaya çıktıkça dost olan Anunnaki’lerden de yardım almaya devam etmiş. İyi tanrılar insana yardım ettiği için kötü tanrılar tarafından sürgüne gönderilmiş ve tarih her seferinde kazanan tarafından yeniden yazılmış. 

Tanrıların çekildiği M.Ö 2023 den itibaren dünya çok hızlı değişimler gördü ve terk eden tanrıların adını kullanıp korku yaratarak, Adem ırkını kandıran güç merkezleri, kendi aralarındaki ittifaklarla 4000 yıl içinde inanılmaz ilerleme kaydettiler. Güç sahibi olanlar kiliselerle işbirliği yaparak yeni icatları kendi lehlerinde kullandılar. Zenginleştikçe halkı etkisiz hale getirdiler, aç kalmaktan korkan işçi sınıfı oluştu. Batı dünyası yüzyıllarca kilise engizisyonu altında inledi, binlerce kadın yakıldı, milyonlarca insan eğitimden, bilgiden uzak kaldı, bilgilenmeyi günah saydı. Bilimin, politikanın para tuzaklarına düşmesiyle oluşan dar görüşler, metafizik deneyimleri anormal, bilincin en önemli unsurlarını ise paranormal olarak karaladılar, bireysel bilinç uyuşturuldu ve toplu bilinç geriledi. Resmi ve maddeci bilim endüstriyel gücün elinde uşak oldu. Şehirsel yanlış büyüme, otobanlar, kutu gibi binalar, fabrika ve maden atıkları, çöpler, gürültü ve kirlilikle uçan araçlar doğal eko sistemimizi yok etti. 21. yy girdiğimizden beri kuantum düşünce ile fizik; bilinci yeniden keşfetmiştir, psikoloji insana bütünsel açıdan odaklanmıştır, tıp kendi kendini iyileştirme gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır. Doğal bilim, spiritüalizm, felsefe hak ettiği yere çıkmaya başlamıştır. 

Metafizik ve tarihsel kayıtlara göre insanoğlu var olduğundan beri fiziksel olmayan varlıklardan bilgi almış, görüntüler görmüş, sesler duymuş eterik ya da etten kemikten varlıklarla karşı karşıya gelmiştir. Bu bilgilerin doğruluğunu kabul etmeden önce gerçekliğini kontrol etmeliyiz ve bunun yolu tüm bilgi felsefesi yöntemlerini verimli şekilde kullanmaktan geçer.(epistomoloji) Epistomoloji ise bizi eski mitlerden, kutsal kitaplardan, gen bilimden, coğrafyadan, arkeolojiden, tarihten, dilbilimden, astronomiden metafiziğe kadar geniş bir yelpazede gezdirir. 

Bu gezintilerden birisi de DNA çalışmalarının takibidir. Science dergisince “kafa karıştırıcı buluş” olarak adlandırılan bir açıklama yapıldı. İnsan genetik yapısında bulunan 223 genin, genetik evrim ağacında bulunması gereken evrimsel öncelleri yoktu! İnsan, bu genleri nereden almıştı acaba? Bakteriden omurgasızlara ve nihayet modern insana doğru uzanan evrimsel gelişmede, bu 223 gen omurgasız aşamada hiçbir biçimde yoktu. Bu nedenle, bilim adamları bu genlerin varlığını açıklamakta zorlanıyorlar ve tahminlerde bulunmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Daha önce yapılan çalışmalarda Mitokondriyal DNA ile yapılan tespitlerde tek bir kadından ürediğimiz kesinleşmişti ve 223 farklı gen açıklaması ile Evrim teorisi bir yara daha aldı. 

Bilimsel çalışmalar birbirinden ilginç sonuçlarla her geçen gün dünya dışı varlıklar mitine bizi biraz daha yaklaştırırken son yıllarda raporlanan UFO olayları resmi olarak ülkelerce kabul edilmeye başladı. Geçtiğimiz yıl ülkemizde (Kumburgaz) Yalçın Yalman tarafından çekilen UFO görüntüleri araştırmalara göre bilinmeyen varlıklara ait. Kabul edilen bilinç henüz dünya dışı yaşamı kabul etmese de evrendeki yerine ait parçaları bir araya getiren yenilikçi ve bağımsız düşünürler çok boyutlu, bilinçli, çok varlıklı bir evrende yeni bir kozmolojiyi gözümüzün önüne seriyor. 

Matematiksel gerçeklere göre de evrende yalnız olmamız mümkün değil. Bütün kanıtların gerçekliğine rağmen insan tarihinde gelişmiş dünya dışı varlıkların etkisini yok sayıp başımızı kuma gömmeye devam edebilir miyiz? Yoksa çok boyutlu ve bizden başka varlıkların da yaşadığı evren gerçeğini kabul etmeye başlayacak mıyız? Türümüzün bölünmüş kişiliğini doğal bütünümüze tamamlamaya çalışacak mıyız? 

Alıntı:indigo dergisi

Bu konuyu yazdır

  İşte dünya nüfus azaltımı projeleri! 10 komplo teorisi
Yazar: Archilles - 12-08-2017, Saat: 15:15 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Dünya'ya hükmeden küresel güçler dünya nüfusunu azaltarak insanları daha rahat kontrol altına almak istiyor! Yıllardan beri dillendirilen bu komplo teorisini çok sayıda araştırmacı kabulleniyor! Peki uluslararası güce sahip olan devletler ve örgütler nüfus azaltımı için hangi yollara başvuruyor? İşte o sorunun yanıtı...

Dünya'ya hükmeden küresel güçler dünya nüfusunu azaltarak insanları daha rahat kontrol altına almak istiyor! Yıllardan beri dillendirilen bu komplo teorisini çok sayıda araştırmacı kabulleniyor! Peki uluslararası güce sahip olan devletler ve örgütler nüfus azaltımı için hangi yollara başvuruyor? İşte o sorunun yanıtı...

1.   KITLIK PAKTI (PACTE DE FAMINE)
Amerikalı aklın ürünü olan popüler düşüncenin aksine, nüfus azaltımı komplo teorileri, aslında Fransızlara ve onların 18. yüzyıl sonlarındaki kötü şöhretli Kıtlık Paktı (Pacte De Famine)'na mal edilmelidir. O dönemde, olumsuz hava koşullarının ve nispeten zayıf tarım yöntemlerinin bir arada olması, Fransa'nın birçok bölgesinde ciddi bir gıda sıkıntısı üretti ve bu durum gıda ve diğer mal fiyatlarının yükselmesi ile sonuçlandı.

Bu olay nedeniyle orta ve alt tabakanın çoğu -özellikle köylüler- aristokrasinin veya bazı belirsiz grupların büyüyen nüfusu kontrol etmek için tahılların fiyatları ile gizlice oynadıklarına inanıyordu. Bu düşüncüler, ayaklanmalar ve isyanlara yol açtı. Bu arada, bu korku ve güvensizlik atmosferi Fransız Devrimi'nin başlamasına yardımcı oldu.

2. İNSAN GENOM PROJESİ BİR ÖJENİ PROGRAMIDI
İnsan Genom Projesi’nin birçok faydasının yanı sıra hakkında üretilen komplo teorileriyle de ünlü. Örneğin projenin, aslında bu gezegen için alt tabaka ve elverişsiz olarak kabul edilmiş olan insanları yok etmek için daha iyi yöntemler geliştirmek geliştirildiğine inanan komplo teorisyenleri de var. 

Bu komploya göre, projenin nihai hedefi dünyada "kötü genlerin" belirlenmesi ve ortadan kaldırılmasıdır. İnsan genomunu haritalandırmak, komplocuların alt tabakadan olan ırkları kurnazca sterilize edip yok etmesi için daha iyi hastalıklar ve biyolojik silahlar yaratmasına izin verebilir. Hatta ilaçlar bile dünyadaki hedef alınan grupları yok etmek için kullanılabilir.

3. KÜRESEL ISINMA DÜNYA NÜFUSUNU AZALTMAK İÇİN BİR MAZERETTİR
Kendi başına küresel ısınma zaten çok tartışmalı bir konudur. Onun varlığı, kabul edenler ve reddedenler arasındaki hararetli tartışmanın sabit konusudur. Reddedenler kampındaki bazı teorisyenler, küresel ısınmayı durdurmak için yapılan kampanyanın sadece nüfus azaltımı programını uygulamaya yönelik bir üçkağıt olduğunu ifade etmiştir. Onlara göre, fosil yakıtları ve zararlı maddeleri azaltmak için savaşmak, aslında geniş çapta yemek ve enerji ürünlerinin dünyanın her tarafında azalması demektir. Bu insan yapımı kıtlık ve yoksulluk, yeni bir dünya düzeni uygulamak için bu düzenin arkasında olanlara bunu kolaylaştırarak, daha sonraları dünya çapında bir soykırımla ve küresel ekonominin imhasıyla sonuçlanacaktı. 

4. PANDEMİLER NÜFUS AZALTIMI GİRİŞİMİDİR
Komplo teorisyenleri pandemilerin(salgın hastalıkların) aslında dünya nüfusunu azaltmak üzere bazı uğursuz gruplar tarafından yayıldığına inanıyorlar. Aslında bazıları, 1918'den 1920'ye kadar yaklaşık 20-100 milyon insanın ölümüne sebep olan ve olağanüstü bir şekilde yıkıcı olan İspanyol gribinin -aynı zamanda Amerikan ordusunun yanlış giden bir deneyinin sonucu olarak tanınan- kasıtlı bir nüfus azaltımı planı olduğunu savunuyorlar. Sonuç olarak, insanlığın şimdiye kadar geçirdiği tüm salgınlar -domuz gribi ve Ebola dahil- aslında dünya nüfusunu azaltmak isteyenler tarafından yaratılan yapay hastalıklardır. Ayrıca pandemilerin, ilaç şirketlerinin ilaç satışlarını yükseltmek için yarattıkları da yaygın düşünceler arasında.

iste_dunya_nufus_azaltimi_projeleri_10_k..._4a02f.png

5. GEORGIA GUIDESTONES ANITI NÜFUS AZALTIMI GÜNDEMİ İÇİN BİR UYARIDIR
Hiç kimse Georgia Guidestones Anıtı'nı kimin ve neden inşa ettiğini bilmiyor. Amerika'nın Georgia Eyaleti'ndeki Elbert County şehrinde bulunan ve aynı zamanda Amerika'nın Stonehenge'i olarak bilinen bu yükselen yapının üzerine, insanlığın genel refahı uğruna takip edilmesi gereken 8 dildeki 10 ilke kazınmıştır. Ancak, komplo teorisyenleri yazıların aslında nüfus azaltımı projesini hayata geçirecek güçlere ışık tutmak için yazıldığını düşünüyor. Kanıt olarak da Guidestones Anıtı’na oyulan ilk emiri gösteriyorlar.

6.   NÜFUS AZALTIMININ ARKASINDAKİ ASIL BEYİNLER UZAYLILARDIR
Yurt dışında yüksek sesle seslendirilen bir başka komplo teorisinin savunucularına göre; Yeni Dünya Düzeni, İlluminati gibi örgütler, nüfus azaltımı planlarını yürütmek için kötü niyetli uzaylıların kuklasıdırlar. İnsan nüfusunun azalması, uzaylıların dünyayı yok etmek istediklerinde daha az dirençle karşılaşmalarını sağlayacak. Muhtemelen, insan işbirlikçileri ya bağışlanacaktır ya da çabaları için ödüllendirilecektir.

Komplo teorisyenleri uzaylıların Nazi Almanya’sı döneminden beri bazı insanlarla işbirliği içinde olduklarına inanıyorlar. Bu nedenle, insanlığın geri kalanını kendilerine esir etmesi için Naziler'e gelişmiş teknoloji sağlayan aslında onlardı. Naziler savaşı kaybettiğinde, uzaylılar birden kayboldu ve o zamandan beri de dünya nüfusunu azaltmak için başka gizli gruplarla çalıştı.

7.   YEŞİL SOYLENT (SOYLENT GREEN) FİLMİ GELECEĞİ TAHMİN ETTİ   
1970'lerin iz bırakan filmi Yeşil Soylent'i seyretmiş olanlar, neyden bahsettiğimizi biliyor olmalılar. Yeşil Soylent filmi, doğal kaynakları sanayileşme ve aşırı nüfustan dolayı bitap düşmüş olan 2022 yılındaki distopyacı dünyayı konu alır. Zenginler tenha yerleşim bölgelerinde yaşayıp dünyaya yön verirken, kitleler yoksulluğun, açlığın ve çevre kirliliğinin olduğu hayatlara gönderilirler. Onları hayatta tutan tek şey, büyük bir şirket tarafından kitlesel olarak üretilmiş, Yeşil Soylent olarak bilinen bir gofrettir. Sonunda, bir cinayet davası üzerinde çalışan dedektif gerçeği ortaya çıkarır: Yeşil Soylent insanlardır. Yani, gofret ölü insan kalıntılarından yapıldı ve bu operasyon zengin ve güçlü kişiler tarafından sır gibi saklandı. Bazı komplo teorisyenleri hala Yeşil Soylent'in bizim geleceğimize dair bir işaret olduğunu söylüyor. Film sadece kendi başına, bizi başkalarına yem olmak düşüncesine hazırlıyor.

8. GIDA YASASI (THE CODEX ALIMENTARIUS) DÜNYANIN GIDA TEDARİĞİNİ KONTROL EDECEK OLAN PLANLARI İÇERİR

Nüfus azaltımı ile ilgili hemen hemen tüm komplo teorilerinin merkezi Gıda Yasası'dır. 1963'te Gıda ve Tarım Örgütü ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından oluşturulan Gıda Yasası, gıda güvenliği için yapılan, ülkelerin takip edebileceği veya reddedebileceği bir dizi yasadan ibaret olduğu söylense de; komplo teorisyenlerine göre bu aslında dünyanın gıda tedariğini kontrol ederek gezegenin yarım milyondan fazla nüfusunu öldürme planıdır. Onlara göre Gıda Yasası, doğal gıdalar yerine genetiğiyle oynanmış gıdaların yayılmasını ve vitamin ve minerallerin aşamalı olarak azaltılmasını teşvik etmektedir. Üstüne üstlük, tüm gıdaların bir de ışınlamadan geçmesi gerekmektedir. Sözde, yasanın arkasındaki insanların nihai hedefi, 3 milyar insanın beslenme bozukluğu ve yaşam tarzından kaynaklanan hastalıklar yüzünden ölmesidir. 


9.   BEYAZ İNSANLARIN NESLİ TÜKENECEK
Beyaz insanların nesli bir gün gerçekten tükenecek mi? “Beyazların Neslinin Tükenmesi Olayı”'nı benimseyen komploculara göre, evet. Ve benzeri olan “Zenci Soykırımı” gibi, bu senaryo, gelecekte beyaz insanların çeşitli yöntemlerle neslinin tükenmesini gerektiriyor. Açık çatışmalar gibi alelade operasyonların cesareti kırılmazken, başka sinsi araçlar tercih ediliyor. Bunlar aile planlamaları, karma evlilikler ve yabancı göçmen akımlarının teşviğini içerir.

10. HOMOSEKSÜEL GÜNDEM ASLINDA NÜFUS AZALTIMININ BİR YÜZÜ
Beyaz eşcinsellerin homoseksüel yaşam tarzını yaymak için amaçları olduğu bilinen bir gerçek. Bazı komplo teorisyenlerine göre dünya çapındaki bir komplonun bir nüfus azaltımı planını uygulamak için eşcinsel insanları kullandığına inanıyor. Pornografiyi ve eşcinsel seksi yayarak, insanların daha fazla üreyememesini kesinleştirecekler.

Henry Makow gibi komplo teorisyenleri, feminizmin de dünya nüfusunu azaltmaya amaçlayan hain bir girişim olduğu inancına bağlıdır.

Kaynak: listverse.com

Çeviri: komplohaber.com

Bu konuyu yazdır

  20.000 Yıllık İklim Değişikliği
Yazar: Archilles - 12-08-2017, Saat: 14:41 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Doç. Dr. Haluk BERKMEN

Orta Asya’nın yerbilimsel yapısı hakkında birçok yoğun çalışma yapılmıştır. Philip L. Kohl (Kaynak:  ORTA ASYA , P. L. Kohl; ISBN: 2-86538-071-8) kitabının 26. sayfasında şöyle diyor:

 “Orta Asya yer betimindeki (topography) değişimlere çarpıcı bir örnek, Orta Asya çöllerinde /Takır/ oluşumlarıdır. Takırlar, doğal aşınmalarda  yıkanmış alüvyonun (lığ) toplanması ile oluşan ve genel olarak sadece yosun ve liken içeren alkalin (bazik) toprak oluşumlardır. Fiziksel olarak, kalsiyum karbonat tabakalarının yüzey katmanlarında ayaklı (stilt) asıltılarla hızlıca kuruyarak birleşmesinden oluşan düzgün, yalın, ince ve parke biçimli veya çatlak yapıda şekiller oluştururlar. Bunlar, Orta Asya’da geniş susuz araziler üzerine yayılmışlardır. Bu da su yollarındaki bir kayma veya geri çekilmenin güçlü bir kanıtıdır.”


Topraktaki bu kuraklaşma ve takır-takır olarak tanımlanabilecek bu sertleşmenin nedeni ne olabilir? Ayrıca toprakta çok yaygın olarak görülen bazik kalsiyum karbonat tabakası nasıl oluşmuştur?

Bu tür yaygın bir coğrafi yapının oluşabilmesi için iklimde çok ciddi bir değişimin oldukça kısa bir süre içinde gerçekleşmiş olması gerekir. Yapılmış olan jeolojik ve stratigrafik araştırmalara göre günümüzden 11,000 ile 10,000 yıl arasında (MÖ 9,000-8,000) ciddi ve hızlı bir iklim değişimi olmuştur.

Son çalışmalar göstermiştir ki, kuzey yarı kürede sıcaklıkta ortalama 6 derece santigratlık bir değişimin bile iklimde ciddi değişiklere yol açmış olduğudur. Resimde günümüzden 20,000 yıl öncesinden başlayarak kuzey yarı küredeki genel sıcaklık değişimleri görülüyor. Kırmızı dikey çizgi günümüzden 16,000 yıl önce buzul çağının sona erdiği dönemi gösteriyor. 16,000 ile 14,000 yılları arasında 2,000 yıllık bir hızlı ısınma dönemi var.

Buzul çağı sona erince kuzeyden eriyen buzullar güneye doğru kayarak geniş alanları kaplamışlar ve tarıma elverişli düzlükler bataklık haline dönüşmüş. Sonra yeniden soğuma ve ısınmanın ardından, günümüzden 11,000 ile 10,000 öncesinde 1,000 yıllık çok hızlı bir soğuma yaşanmış. İşte bu döneme Jeologlar /Younger Dryas/ dönemi adını veriyorlar. (Kaynak: Patterson et al. 1995. Foraminiferal Evidence of Younger Dryas Age Cooling on the British Colombia Shelf. Geographie et Quaternaire Cilt.49, sayı.3, sayfa 409)

92643.jpg

Bu dönemde yağış da çok az olduğundan bataklıklar kurumaya başlamış, buzulların getirmiş olduğu alüvyonlar ve kireçli topraklar kalın /Takır/ tabakalarının oluşmasına neden olmuş.
İşte, bu soğuk dönemde, buzullar eriyip toprak bataklık haline dönüşürken insanlar düz ovaları terk edip her yöne doğru göç etmeye başlamışlar. Günümüzden 10,000 yıl öncesinden itibaren sıcaklık artmış ama o bölgeler ne hayvancılığa ne de tarıma elverişli olduğundan göçler devam etmiş.

Güneş dilini konuşan kültürün Asya kıtasından yayılmaları da buzul çağının sona erişi ile birlikte, günümüzden yaklaşık 15,000 yıl öncesinden başlar ve günümüzden 5,000 yıl öncesine kadar dalgalar halinde devam eder. İklim değişikliklerini gösteren resimde görüldüğü gibi günümüzden 8,000 yıl öncesinden başlayarak kuzey yarı kürede sürekli bir soğuma dönemi var olmuştur. Şimdi içinde bulunduğumuz dönemde geçici bir ısınma görülmektedir. Her ısınma-soğuma dönemi yaklaşık 2,500 yıl sürdüğüne göre şu sıralar bir tepe noktasına doğru yaklaşmakta olduğumuz anlaşılıyor.

Günümüzden 10,000 yıl öncesinden itibaren dünya yeni bir döneme girmiştir. Bu döneme /Halocene/ (Halosen) dönemi denir. Bu dönemde ortaya çıkmış olan hayvan türleri ondan önceki /Pleistocene/ dönemine göre oldukça farklıdır. Halosende genel ve sürekli bir soğuma olduğundan bu dönemde kürklü hayvanlar her yerde görülür.  Resimde aynı yapı ve görüntüde fakat değişik bölgelerde ortaya çıkmış mandaya benzer kürklü ot oburları görüyoruz.
Musk mandası Kanada’nın kuzey batı bölgelerinde yaşayan soğuğa dayanıklı bir türdür. Buffalo denen tür ise biraz daha orta Amerika’nın ılıman bölgelerinde bulunur. Yak manda türü, Asya kıtasının dağlık ve çok soğuk iklimine uyum sağlamış tüylü mandadır. Her üç türün yakın akrabalığı bu mandaların insanlar ile birlikte göç ettiklerine işarettir.

Resimde görülen boğa Sümer kültürüne ait olup, bir Çeng (harp) başındaki altın kaplama bir süstür. Çeng harp adı verilen çalgının en eski türü olup kaynağı orta Asya Ön-Türk kültürüdür. Sakallı boğa o dönemde boğaların hala sakallı oluşlarını gösteriyor. Güç sembolü olan boğa bir de sakallı olunca o dönemdeki tüm kralların en kutsal hayvana benzemek istemelerine şaşmamak gerekir.

Sakallı boğanın tüm Asya ve Avrupa kıtasında görülüşü çıkış bölgesinin Asya olduğuna işaret etmekte, hatta kanıtlamaktadır. Çünkü gerek buffaloya gerekse musk mandasına orta ve güney Amerika kıtasında rastlamıyoruz.

Bu konuyu yazdır

  Güney Amerika’da Dünya Dışı Varlıkların Bıraktığı İzler
Yazar: Archilles - 12-08-2017, Saat: 14:36 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Eski Güney Amerika’nın Sırları

Tiahuanaco Harabelerinde Dünya Dışı Varlıkların Bıraktığı İzler

Tiahuanaco harabelerinin esrarı, tanınmış Alman arkeolog Schliemann tarafından da incelenmiştir. Bilindiği gibi Schliemann, Truva harabelerini yeryüzüne çıkarması ile ün yapmıştır. Schliemann, Tiahuanaco’da bazı petroglifleri okumaya muvaffak olmuştur. Onun tarafından tercüme edilen bir dikilitaş yazıtında aynen şunlar kazılıydı:

“Zira kudretli ide BlaCuin Rgyal, Kral Dri Cum’u tahtından alarak göğe, yanına çekti. Onun yerine Ti Şe geçti”

Tercümeden başka bir bölüm daha:

“Sene 6 Kaan II Muluk günü, Zak ayında indik. 9 Şuene kadar kalacağız. Buraya ŞUKARA dendi. (Şukara Tiahuanaco’nun eski adıdır. Şimdiki yerliler hâlâ bu eski ismi bilirler.) Yerli halka bilim öğrettik, kültür yaydık. Yeraltında bir kent kurduk. Buna ÜST KUEŞA kenti adını verdik. 1. ŞUKARA Kralı Hu Yus’dur.”

Burada sözü edilen yeraltı kentinin giriş kapısını, tanınmış Fransız tabiatçısı Alcide d’Orbigny bulmuştu. Schliemann’m Şukara olarak tercüme ettiği kadim Tiahuanaco’dan tarihçi Gonzales de la Rosa’da bahseder. Rosa uzun yıllar Peru’da araştırmalarda bulunmuştur. Dikilitaşlardaki petroglifleri tercüme etmiş, fakat maalesef anahtarı mezara götürmüştür.

1625’de yazdığı eserini 1627’de Cizvit Papazı Oliva’ya vermişti. Rosa’nın eseri 1909 yılına kadar  Vatikan’da saklı kalmıştı. Buradan bazı bölümleri aktarıyorum:  

“Eski kentte iki ırk vardı. Hükmedenler ve yerliler. (İşçiler) Şehir tamamı ile yeraltında kurulmuştu. Yeryüzünde yalnız işçilerin çalıştığı atölyeler ve evler vardı. İşçiler yeraltı şehrinin havasına alışamıyorlardı. Çoğu bu yüzden ölmüşlerdi. İşçiler ölülerini yatar durumda gömerlerdi. Hükmedenler ise yakarlardı. Yakındaki adalarda (Titicaca Gölünde) beyaz tenli sakallı bir ırk yaşardı. Göl kenarında muhteşem bir saray vardı. Tiahuanaco’da ilk medeniyeti Uros’lar kurmuşlardı.”

Şukara hakkında ilgi çeken bir diğer konu da, bu bölgede bulunan piramitlerin yapı bakımından Mısır Piramitlerine benzemesidir!.. Kahire’nin 30 km. uzağındaki SAKKARAH piramiti, tıpkı Şukara piramidinin eşidir. (Sakkarah ve Şukara arasındaki isim benzerliğine dikkat.!!!)

Harabelerde dağınık bir halde bulunan taş bloklardan biri üzerindeki petroglifler “Orejona” efsanesini hikâye eder. Bu taş bloka, stilize edilmiş özel elbiseler taşıyan astronot resimleri, uzay gemisi şekilleri işlenmiştir. Blokun üzerindeki petrogliflerin tercümesini yine Rosa’ya borçluyuz. Blok’un üzerinde şunlar yazılmıştı:

“İnsanlığın ilkel çağlarında, Titicaca Gölü’ndeki Güneş adasına güneş gibi parlayan altın bir kuş indi. Bu kuşun karnından bir kadın çıktı. Bu kadın öbür kadınlara çok benziyordu. Yalnız başı konik biçimde, kulakları uzun (Buda heykelinde görüldüğü gibi), elleri dört parmaklı ve parmakları ince bir zarla bağlıydı. Adı OREJONA idi. OİGH’den geliyordu. (Oigh bir gezegen mi?) Oigh’de hayat şartları, hemen hemen burayla aynı idi. (Orejona efsanesinin kazılı bulunduğu monolit blok üzerinde bir uzay gemisi resmi ve bir de gezegen şekli belirtilmiştir. Uzay gemisi ile gezegen paralel çizgilerle birbirine bağlanmış haldedir. Halen Peru’da yaşayan kabilelerden biri “OREJONA” adını taşır. Bu kabilenin insanları, tarif edilen Orejona gibi uzun kulaklıdır!..)

Orejona çok bilgiliydi. Görevi, indiği yeni dünyada yeni bir millet yaratmaktı. Yerli erkeklerden birçokları ile birleşti. Doğurduğu çocuklar analarına çektiler. Çok akıllı bir ırk meydana geldi. Bir zaman sonra Orejona’nın görevi sona erdi. Yine altın kuşuna bindi, göklere uçtu, geldiği yere gitti.”

Tanınmış Rus bilgini Alexander Kazantsev, bu bölgede yaptığı araştırmalarda şöyle diyordu:

“Orejona, (Venüslü Havva) ve daha sonra Venüs gezegeninden gelenler, yüksek And Dağları plâtosunda ileri bir medeniyet kurmuşlardı. Prehistorik çağlarda çevrede geniş sömürge alanları tesis etmiş, ileri uygarlıkları sayesinde hakimiyet alanlarını kısa zamanda uzaklara yaymışlardı. Büyük şehirler, atölyeler, fabrikalar kurdular. Gemileri ile yeryüzünde kıtalararası ticari ilişkileri yürütüyor, uzay taşıtları sayesinde gezegenlerarası gidiş gelişleri sağlıyorlardı.”

maya_calendar_natalialukiyanova.jpg

Popol Vuh’un Yazdıkları
Popol Vuh, Mayaların incil’i sayılır. Latinceye tercümesi 1544’de Adrian Recinos ve Villacosta tarafından yapıldı. Kitap; Yaratılış, Tanrıların savaşı, göçler ve yerleşmeler bölümlerinden ibarettir. Tekvin kısmı, İncil’deki Tekvin’e çok benzer.

İşte Popol Vuh’dan İlginç Bir Pasaj:
“Zaman çeşitli bölümlere ayrılmıştır. Birinci zaman, Kaplan Güneşi zamanıdır. Bundan sonra büyük Rüzgârın Güneşi, daha sonra Ateşli Gök Güneşi zamanları geçmiştir. Bir de şimdiki zaman vardır. Şimdiki zaman dünyanın sonuna  kadar devam edecektir. Ve işte, üçüncü zaman insanları, tanrılar tarafından ölüme mahkûm edildiler. Ve büyük bir ateş, zehir, taş yağmuru göklerden yağdı. Ateşten daha sıcak rüzgârlar insanlığı mahvetti. (Burada nükleer bir savaş mı anlatılıyor?)  insanların önce tırnakları döküldü derileri soyuldu, gözleri kör oldu, etleri çürüyüp dağıldı. Bu felaketten  korunmak için insanlar mısır yığınları gibi evlerde üstüste yığılıp saklandılar. Fakat öldüren rüzgâr her yere erişti. Hepsini eritti. Mağaralara saklanmak isteyenler mağaraları erimiş buldular. Ağaçlara tırmananlar ağaçlarla birlikte yandılar. O sırada uzaklarda bulunan avcılardan bile pek çoğu zehirlendi, çoğunun vücutlarında büyük yaralar açıldı.”

Bilginler tarafından yapılan incelemeler, Maya Quichi’lerinin kutsal kitabı Popol Vuh’un Tevrat’tan, Hintlilerin Veda’larından ve İranlıların Zend Avesta’sından çok daha eski olduğunu ortaya çıkarmıştır, işin asıl şaşırtıcı tarafı, Popol Vuh’un yazdıklarının Hint asıllı kutsal yazılarla (Ramayana ve Drona Parva) desteklenmesidir!..

Bu Hint yazılarında şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir nükleer savaşın hikâyesi anlatılmaktadır. Onlardan alınmış şu pasajı inceleyelim:

“Güneşten 10.000 defa daha kuvvetli olan korkunç ateş, şehirleri mahvetti. Bu ateş insanların saçlarını ve tırnaklarını döktü. Duvarlarda yalnız gölgeleri kaldı. (Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sonra çekilen fotoğraflarda, yüksek ısı dolaysıyla buharlaşan insanlardan geriye duvarlarda insan gölgeleri kaldığı görülüyordu!..) Kuşların tüyleri beyazlaştı. Bu ateşten kurtulmak için, askerler kendilerini nehirlere attılar. Sağ kalanlar yaşayabilmek için eşyalarını nehirde yıkadılar. Bunlar birdenbire değiştiler maymunlaşıp ormanlara çekildiler. Üçüncü zaman insanlarından, maymunlardan başka yaratık kalmadı. Derler ki, maymunlar insanlardan türediler, o yüzden insanlara çok benzerler.”

Hint kutsal kitaplarından bir diğeri olan Mosola Purva’da da bu konu ile ilgili yazılar buluyoruz: “Bu bilinmeyen bir silâhtır; Demirden bir şimşek…. ölümün büyük habercisi… VRİŞNİ ve ANDAKA ırklarını bir anda mahvetti. Yanan cesetler tanınmaz hale gelmişlerdi. Birkaç saat içinde yiyecek maddeleri çürüdü, zehirlendi. Ve işte KUKRA, uçan bir VİMANA’dan üçlü şehir üzerine uzayın kuvvetini içinde taşıyan ölüm taşını attı. On bin güneşe bedel, dumanla karışık bir ateş gökyüzüne yükseldi. (Atom bombası parçalanması aynen tarif ediliyor.) Vimana gökteydi. Fakat aşağıda, üçlü şehirden iz kalmamıştı.”

Bu çok eski yazıları inceledikten sonra oturup düşünelim. Asya ve Amerika… Birbirinden 20.000 km. uzakta iki ayrı kıta…. İkisinin de kutsal yazılarında aynı şeyler yazılı!.. İster istemez, çok eski çağlarda dünyanın iki ucunda patlak veren bir nükleer savaşı düşünmeye zorlanıyoruz!.. Bugün artık, çok eski devirlerde Asya ve Amerika kıtalarında nükleer silâhların kullanılmış olduğu birçok bilim adamı tarafından kabul edilmektedir.

quetzreplicadeltemploderekvinyard.jpg

Kuzeyden Gelen Tanrılar
Teotihuakan Güneş Piramidi’nde şöyle bir duvar yazısına rastlıyoruz:

“Quetzalcoatl (Tolteklerin beyaz tanrısı) insanların en yakın dostuydu. Uygarlığı, ateşin sırrını, madenin işlenmesini hep ona borçluyuz.”

Toltek ve Aztekler, Quetzalcoatl adındaki tanrıyı parlak gezegenden (yani Venüs’den) gelmiş olarak bilirlerdi. Başka bir yazıtta, aynı ilah için şunlar yazılıdır:

“Sonraları o, Tulla şehrinin boğucu zehirinden kaçarak eski şehir Tlapallan’a yerleşti. Arkadaşları ile birlikte, geldiği yere dönmek üzere kuş kılığında batı denizine doğru uzaklaştı. Çok sevdiği halkından ayrılıp, gitti.”

Burada “Tulla şehrindeki boğucu zehir” deyimi dikkati çekmektedir. Belki de “Tanrı” diye vasıflandırılan kimseler aslında birer uzay adamıdır ve aralarında nükleer silâhlarla savaşmış oldukları için şehirlerin havası zehirlenmiş (tehlikeli derecede radyoaktivite ihtiva etmiş) olabilir. Eldeki diğer deliller, bu teoriyi destekler mahiyettedir. İnkalar’ın tanrısı Virakoşa da halkından ayrılıp gitmiştir. Efsanelere göre, Yukatanlar’ın tanrısı Kukulkan 19 arkadaşı ile birlikte gelmiş tam on yıl Yukatan’da yaşamış, Halkına uygarlık ve iyiliğe götüren yasalar bıraktıktan sonra güneşe doğru uçup gitmişti.

Genel bir kaide olarak bütün Güney Amerika’da eski medeniyetleri kuran tanrılar göklerden geliyorlar, belirli bir süre kaldıktan sonra yine uçarak geldiklere yerlere gidiyorlar. Tanrıların ortak bir özelliği “beyaz” olmaları ve çok şey bilmeleridir!..

Atlantlılar’ın İzinde
Tolteklerden kalma bir belge, doğudaki “Aztlan” diyarından batı topraklarına göç eden sekiz kabileden söz eder. Eski Meksika yazıtlarında Aztlan, dağlık, büyük bir ada olarak geçer.  Ada yüksek bir duvarla çevrilidir. Çevresinde geniş bir kanal vardır. Toltekler ve Olmekler, Aztlan adasını atalarının yurdu olarak kabul ederler. Venezuela ve Darien yarımadası yerlileri hemen hemen kesinlikle beyaz ırka mensupturlar. Saçları kumral, gözleri mavidir. Bunlar, eski Atlantik ırkının tipik temsilcileri olarak gösterilebilir. Beyaz ırka ait bir diğer kabile, Venezuela ormanlarında yaşamaktadır  ve günümüze kadar özelliklerini kaybetmemiştir. Bunlar, oturdukları yere “ATLAN” adı veren, bakir ormanların halkı Pariya’lardır.

Bu efsanenin ana teması yine, doğuda vaktiyle Pariyalar’ın atalarının yaşamakta olduğu gök kadar büyük bir adadır. Tabii bir felâket yüzünden ada halkı şimdiki Venezuela kıyılarına yerleşmişlerdir. Toltek, Zapotek, Olmek, Maya ve Aztekler’den kalma taş anıtlarda, Venezuela’da görülenlere benzer hiyerogliflere rastlanmaktadır. Bu ideogramlardan bazıları Aztek ve Maya uygarlıklarından kalma petroglif yazılara benzemezler. Ama… Mısır uygarlığı kalıntılarında görülen hiyeroglifleri andırırlar!.. Bilginler, Venezuela’da bulunanlarla Mısır hiyeroglifleri arasında belirli ortak yönler bulmuşlardır.

Tarih Öncesi Devirlerdeki “Kara Elbiseli Misyonerler”
Çin’den Kolombiya’ya ve eski Peru’ya, Orta Amerika cangıllarından Burma’ya, doğudan batıya birçok gelenekte, çok uzak bir ülkeden gelen kara elbiseli garip adamlardan söz edilir. Bunlar aniden ortaya çıkarak büyük bir felâketin geleceğini önceden haber vermeye çalışmışlardı. Bu insanlar hakkında söylenebilecek tek şey, “Kara Elbiseli Adamların“ M.Ö. 11.000 yılından önce Amerika ve Güney Asya’da aniden ortaya çıktıkları gibi, aniden kaybolmaları idi.

Yukarda belirtilen tarihte Atlantis ve emperyal kolonisi Hy-Brasil’in bütün şehirleri ile birlikte sulara gömüldüğü sanılıyor. Eski Brezilya’daki Atlantis İmparatorluğuna, eski İrlandalı göçmenler “Hy-Brasil” diyorlardı. Efsanevi öncü Quetzalcoatl, muhtemelen Atlantis Brezilya’sından gelerek vahşi Orta Amerika’ya medeniyet getirmişti. Eski Mexico konusunda yerli geleneklerini toplayan Fransisken misyoneri Juan Torquemada,”Quetzalcoatl, beyaz tenli, sarışın ve sakallıydı,” demektedir.

Torquemada, “Monarquia Indiana” adlı kitabında; “Quetzalcoatl, uzun boylu sarışın bir adamdı ve üzerinde küçük kırmızı haçlar ihtiva eden siyah bir cüppe giyerdi” diye yazmaktaydı. Mexico’nun İspanyol tarihçisi Clavigero, Quetzalcoatl’i Toltekler’in başkenti Tula’nın baş rahibi olarak nitelendirir. Torquemada kitabının, “De la Poblaçon de Tulla y su Senorio” başlıklı bölümünde, “Toltekler, Quetzalcoatl liderliğinde karaya ayak basarak, iç taraflara doğru ilerlediler ve Tullan şehrini kurdular” diye yazmaktadır. Toltekler, ülkenin yerlileri ile evlenerek Quetzalcoatl komutanlığında Orta Amerika’nın diğer bölgelerini de kolonize etmişlerdi. Quetzalcoatl ve diğer Atlantisliler ya Hy-Brasil’den ya da Atlantik Okyanusu’ndaki Atlantis anavatanından gelmişlerdi. “Kara Elbiseli Adamlar,” Atlantis’li veya “Hy-Brasil”li idiler.

Eski Meksika tradisyonunda, Mexico ve Orta Amerika’ya ilk yerleşenlerin beyaz tenli insanlar olduğu anlatılır. Guatemala yerlileri, İspanyol fatihleri zamanında onlara şu gelenekleri aktarmışlardı:

“Çok açık beyaz tenli Kral Quetzalcoatl, istilacı esmer renkli bir ırka teslim olmayı reddetmişti. Esir olarak yaşayamayacağını söyleyerek, beyaz halkı ile birlikte gemilere binerek, doğan güneşin yönündeki uzak bir ülkeye doğru hareket etti. Oraya vardıktan sonra o ve halkı oraya yerleşerek büyük bir ırk haline geldiler. Beyaz halkın bir kısmı, eski Orta Amerika’daki büyük savaş sırasında ormanlara kaçtı ve bir daha kendilerinden hiçbir haber  alınamadı. Geri kalanlar esmer tenli insanlara esir düşerek köleleştirildiler.”

Aztekler, “Codex Vaticanus,” Quetzalcoatl’i Hz. İsa gibi bir bakirenin oğlu olarak tanımlar. Orta Amerika Quiche yerlilerinin İncil’i sayılan Popol Vuh’da “Votan” ve Votanlar’dan bahseder. Eski Brezilya kabileleri İskandinav tanrısı Odin’e taparlardı. (Odin –ya da “vahşi” veya “öfkeyle kabaran” anlamında Woden- Kuzey mitolojisinde Bor ve Bestla’nın oğlu, tanrıların en yaşlısı, en büyüğü ve yöneticisi. Ölümlülerin babası, savaş tanrısı) Bu kült uzak güneyden eski Panama’ya kadar bir hayli yaygındı.

Güney Amerika’daki, Kolomb öncesi mevcut beyaz ırkın yokedilmesi, ilk “İnka Güneş İmparatorluğu” kurulmadan önce gerçekleşmişti. Bu beyaz imparatorluğun torunlarının bugün hâlâ yaşıyor olması mümkündür. Bunların Brezilya’nın keşfedilmemiş bölgelerinde,  And Dağları bölgesinde ve Amazon Nehri civarında yaşadıkları sanılmaktadır. Bugün Titikaka gölü civarında yaşayan modern yerli kabileleri olan “Colloan” veya “Aymara” yerlilerinin ataları Cieza de Leon’un 1535’de tuttuğu kayıtlara bakılırsa göl üzerindeki adada yaşayan çok eski, sakallı ve beyaz tenli bir ırkı, İspanyollar gelmeden çok önce yok etmişti. 1926 veya 1927 yıllarında Hamburg’dan yola çıkan bir Alman doktor, Brezilya’nın bilinmeyen bir bölgesinde beyaz yerlilerle karşılaşmıştı.

Alman doktorun anlattıklarına göre, yerliler eski Grek tipindeydiler. Bunlar kollarında ve boyunlarında altın takılar taşıyorlardı. Unutulmamalıdır ki, ünlü beyaz “Amazon” kadın savaşçılar da bu bölgeden çıkmıştı. Brezilya’nın vahşi ormanlarında ve Amazon Nehri civarında, kuruluş tarihleri M.Ö. 50.000-60.000 yıl öncesine kadar uzanan prehistorik şehirler bulunmaktadır. Buralarda sakallı, beyaz tenli ve mavi gözlü yerlilere rastlanmaktadır. Bu yerliler Sanskritçe’ye benzer bir lisan kullanmakta ve kuzeyli tanrı Odin’e tapmaktaydılar.

Atlantis’in Güney Amerikan kolonilerinden birisi muhtemelen bugünkü Brezilya idi. İlginçtir ki, “Brazil” adı eski İrlandalı Kelt’ler  tarafından da biliniyordu. (Kuzey batı Arjantin’de bir yerli kabilesi tamamen Cal’ce veya İrlanda lisanına benzer bir lisan konuşmaktaydı. Bu kabilenin modern İrlanda veya İskoçya ile hiçbir ilgileri yoktu, çünkü ataları İspanyol fatihlerden yüzlerce yıl önce oralara yerleşmişlerdi. 1910 yılında İrlandalı bir gezgin Arjantin Pampada bu yerlilerle karşılaşmış ve “Indios Patanios” denilen bu yerlilerle İrlanda lisanı ile konuşmuştu!.. Daha da ilginci, bu kabile üyelerinden bazıları İrlandalı Kelt’ler gibi mavi gözlü ve kızıl saçlıdır.)

Efsanelere bakılırsa, Quetzalcoatr’ın, eski Mexico ve Orta Amerika’nın Hz. İsa’ya benzer bir şahsiyeti olduğu anlaşılmaktadır. Aztekler, İspanyol fatihlere Quetzalcoat’ın Aziz Thomas olabileceğini söylemişlerdi, ilginçtir ki Aziz Thomas, Quetzalcoatl’dan tam 9000 yıl sonra dünyaya gelmişti. Quetzalcoatl, Mexico körfezindeki Panuco’ya ayak bastığı sıralar, bir diğer beyaz tenli, sakallı bilge adam, bugünkü Kolombiya’nın olduğu yere gelmişti. Yerliler ona “Bochicha” veya “Zuhe” diyorlardı. O, Chingasa’nın doğusundaki bir ülkeden gelerek aniden ortaya çıkmıştı. Efsanelere göre, Bochicha’mn ortaya çıktığı zamanlarda “Ay”, dünyamızın uydusu değildi!.. (Bu bize Hörbiger’in teorisini hatırlatıyor. Bu konuda bakınız; “Hitler Almanyasının Gizli Tarihi” (Kozmik Buz Teorisi).)

İddialara göre, Bochicha tam 2000 yıl yaşamıştı. Şurası da unutulmamalıdır ki, 2000 yıl hesaplanırken 1 yıl = 365 gün değildi. Başka bir Peru geleneğinde, İnkalar’ın “Virakoşa” veya “Ayar Manko Kapak” dedikleri beyaz tenli sakallı bir adamın, Titikaka Gölü’ndeki adanın üzerinde birdenbire ortaya çıktığı anlatılır. Hy-Brasil denilen Atlantis kolonisini, göklerden gelen ateş (Venüs gezegeninin yörüngesini değiştirmesi sonucunda) ve depremler yoketmişti. Matto Grosso çevresindeki keşfedilmemiş ölü şehirler, bu prehistorik medeniyetten arta kalan harabelerdir. Richard Oglesby Marsh adlı bir Amerikan bilim adamına göre, eski Atlantis kökenli Brezilya medeniyeti, Mayaların ve İnkalar’ın kültürlerinin temelini teşkil etmiştir.

Güney Amerika Devleri
Dominiken misyoner Pedro de los Rios, “Nueva Espana” adlı kitabında (1566) belirttiği bir Aztek geleneğinde, büyük felaketten ve tufandan önce, Anahuac ülkesinde (Eski Mexico) devlerin yaşadığından bahseder. Bu devler, Kara Elbiseli Misyonerlerin doğudaki vatanlarına, yani Atlantis’e veya Hy-Brasil’e dönmelerinden sonra ortaya çıkmışlardı. Eski Meksikalılar doğudaki göklerde görünen parlak ışıklı gezegenin Ay değil, Venüs olduğunu söylerler. Acaba bugün dünyanın uydusu olan Ay, 12.000 yıl önce mi dünyanın çekim alanına girmişti? Hiç şüphesiz Ay’ın dünyanın uydusu olma aşamasında, dünya üzerinde büyük bir felâket yaşanmıştı.

Eski Peru geleneğinde devlerin denizden gelerek Inca Ayatarco Cuso bölgesine girdikleri anlatılır. Quicha Peru’lu yerlilerin İspanyol askeri rahibi Don Cieaza de Leon’a 1545 yılında anlattıklarına göre, denizden gelen devler o kadar uzun boylu idiler ki, diz çöktükleri zaman bile en uzun boylu insandan daha uzundular. Ülkenin içlerine doğru ilerleyen devlerin bazıları çırılçıplak, bazılarının ise üzerinde vahşi hayvan postundan giysiler vardı. Ülkeyi yağmalayan devler su bulamayınca, dev kayaları kullanarak derin kuyular inşa etmişlerdi. Bugün (1545’de) devlerin inşa ettikleri kuyular hâlâ kullanılır durumdadır. Devler zayıf yerli direnişini ezerek bütün Peru’yu ellerine geçirmişler ve yerli kadınları da kendilerine eş olarak almışlardı. Fakat bu kadınların birçoğu devlere dayanamayıp ölmüşlerdi.

Cieaza de Leon, 1560 yılında Cuzco’da çok büyük insan kemikleri ihtiva eden bir mezar bulunduğundan söz eder. Buna benzer kemikler Mexico City’de de çok sayıda bulunmuştur. İspanyol misyoneri ve tarihçi Padre Acosta, 1560 yılında Manta, Peru’da dev iskeletler bulunduğundan bahseder. 1928 yılında Ekvator’da bir mağarada dev insan kemikleri bulunmuştu. Mağarada bulunan eski insanların uzunluğu 2,44 metreyi aşıyordu. Buna benzer dev insan iskeletleri modern Mexico’nun Pasifik kıyılarında da bulunmuştur. Peru’nun efsanevi devleri ülkedeki megalitik yapıların ustalarıydı. Tiahuanaco’nun esrarengiz insanlarının bu devler olduğu sanılmaktadır.

Eski Avrupa’nın da devleri vardı. Homer’in Lestrygonlar’ı devlerdi. Bu devlerin eski Norveç’te yerleştikleri sanılmaktadır. Norveç’teki bazı mağaralarda devasa boyutlarda kol ve bacak kemikleri bulunmuştur. Eupolemus’un da doğruladığı gibi, eski Babilli rahipler, eski Babil’i büyük tufandan kaçan devlerin kurduğunu söylüyorlardı. “Tanrının çocukları” denilen bu devler, ünlü Babil Kulesi’ni inşa eden büyük astrologlardı ve Babilli rahipler bütün gizli bilgileri onlardan almışlardı. Bazı iddialara göre, tufandan önce ve sonra ortaya çıkan bu devler, Atlantis’teki aşağı bir kastın liderleri idiler. Bunlar, Titanlar’ın tanrılara, İblis’in Tanrı’ya isyan etmesi gibi, Atlantis’teki hakim olan kasta karşı isyan etmişlerdi. Eski İrlanda’nın Fomorian’larına, eski Britanya’nın dev tanrılarına ait efsaneler, bu halkın hatıralarını taşırlar.


Kaynak:evren ve bilim

Bu konuyu yazdır

  Yeryüzü Gizemleri
Yazar: Archilles - 12-08-2017, Saat: 13:33 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER - Yorum Yok

Dünyanın pek çok yerinde eski kültür ve medeniyetlerin kalıntılarına rastlanabilir. İngiltere, büyük taş kütleleriyle oluşturulmuş çemberler ve binlerce yıllık geçmişe sahip diğer yapılarıyla bu konuda oldukça şanslı bir ülkedir. Amerika’da da Arizona’daki kaya evleri gibi tarih öncesi kültürlere ve kızılderili kültürlerine ait kalıntı örneği çoktur. Güney Amerika’da ise Eric von Daniken’in dünyadışı varlıklar tarafından yapıldığını düşündüğü millerce uzunluktaki Nazca Çizgileri dikkat çekicidir, ilginç olan şey eski çağlardan kalma bu tür gizemli yapıların günümüzde hala insan zihnine meydan okuyor olmasıdır. Yerküre gizemleri araştırmaları arkeolojinin mistik kız kardeşidir, bununla birlikte gücünü farklı kollardan alır.

Bu araştırmalarda bir öncü olan Paul Devereux’ya göre yerküre gizemleri araştırmalarının eski kültürlere ait gizemli yapıtlara yaklaşımı, geleneksel yöntemlerle tartışmalı mistik yöntemleri birleştirmekten korkmayan bütüncül bir yaklaşımdır.

Bu alandaki çalışmalar her ne kadar tarih bilimiyle yakından ilişkili olsa da, yerküre gizemleri araştırmacıları teorilerini büyük ölçüde doğaüstü konusu araştırmalarına dayandırmaktadırlar. Dolayısıyla da bazı çevrelerle sık sık sürtüşmektedirler. Ancak kesin olan birşey varsa, o da esrarları hala çözülemeyen gizemli kalıntılar hakkında oldukça şaşırtıcı ve incelemeye değer yaklaşımlar sunduklarıdır.

GEÇMİŞE BAKIŞ
Soyu tükenmiş ırklar hakkındaki bilgilerimiz göreceli olarak çok azdır. Özellikle yazılı metin eksikliğinde, bu ırkların kalıntıları üzerindeki çalışmalardan edinilen verilere güvenmek durumunda kalırız. Arkeolojinin yaklaşımı, mevcut bilimsel yöntemlerle kalıntıları tarihlendirme ve çanak çömlek gibi el ürünü araçları kazıp çıkararak bunlar yardımıyla sözkonusu bir ırk hakkında varsayımlarda bulunma tarzında oldukça sabit bir tutumdur. Ancak bu tutum günümüzde bile sapasağlam duran gizemli anıtların inşaa edilişinin ardındaki spirituel (ruhsal) sebepleri göz ardı etmeye oldukça meyillidir. Bu yüzden arkeolojik verilerin, araştırılan çağ, kültür ve ırklara ait tüm önemli özellikleri yansıtabilmesi zordur.

Yerküre gizemleri araştırmaları ortaya çıkışını belkide Alfred Watkins’in 1920’lerde yaptığı çalışmalara borçludur. Watkins, İngiltere topraklarını gezerek gizemli taş anıtlarla ilgili incelemeler yapmış ve ‘ley’ teorisini ortaya koymuştur. Watkins’in sözünü ettiği leyler, kilise, mezar ve Stonehenge gibi taş yapıları birbirine bağlayan görünmez bir takım yollar yada çizgilerdi. 1960’larda ley araştırmaları yeniden gündeme geldi ve diğer gizem araştırma dallarına dahil oldu. Böylece yerküre gizemleri araştırmaları doğmuş oldu. Özellikle Avrupa’da güç sahibi olan bu araştırma alanında günümüze kadar önemli gelişmeler kaydedilmiştir.

avebury-1.jpg

BÖYLE BİR DENEYİM YAŞAMAK
Çiftçilik ve diğer yaşam tarzları binlerce yıl boyunca doğa güçleri ve devirleri tarafından yönetilmiştir. Çok uzun bir süre doğanın güçleri ve devirleri hakkında bilgisiz kalan insanlar, bazıları hala ayakta olan devasa anıtlar yaparak korkuyla karışık derin bir saygıyla bu güç ve devirleri tanrısallaştırmışlardır. Bugün oldukça farklı bir noktada bulunan bizler ise, söz konusu anıtların o çağlardaki insanlar için neler ifade ettiğini kavrayabilmek için hala derin araştırmalar yapmaktayız. Aslında ilgilenen herhangi bir insanın bu konuda fikir edinmesi zor değildir. Çoğu insanın yaşadığı yer, ziyaret edip hakkında bilgi edinebileceği eski kültürlere ait gizemli anıtlara yakındır. Bu imkana sahip olmayanlar da çeşitli kitaplar aracılığıyla bilgi dağarcıklarını genişletebilirler.

Çok daha bireysel ve zevkli bir girişim bile mümkündür. Örneğin kendinizi yeterli hissediyorsanız size en yakın yerdeki taş anıtları yakından inceleyip üzerlerindeki işaret ve yazıları okumaya çalışabilirsiniz. Bu nesneler üzerindeki muhtemel şifreleri çözüp amaçları hakkında yorum yapmayı deneyebilir, yani psikometri ile ilgilenebilirsiniz. Akademisyenler her ne kadar bu tür yaklaşımlara soğuk baksalar da, yerküre gizemleri araştırmacıları, ilham temelli bilgi, yorum ve tahminlere büyük önem vermektedirler.

Psikometri yöntemi, bu alandaki çalışmaların ayırt edici bir özelliği olarak kabul edilmekte ve benimsenmektedir. İngiltere’de özellikle dev taş çemberlerin ve megalit adı verilen taş yapıların inşaa ediliş nedenlerinin bulunabilmesi için yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Bazı deneyler sonucu, özellikle güneşin doğuşu sırasında, muhtemelen bu taş yapıtlardan yayılan bir takım ultrasonik ve radyasyonik etkiler tespit edilmiş ve hatta gelişmiş bir takım cihazlarla bunların ölçülmesine çalışılmıştır. Ayrıca ziyaretçiler tarafından taş anıtların bulunduğu alanlarda bazen elektrik şokuna maruz kalma ve değişik bilinç durumlarına geçme gibi etkilerin yaşandığı bildirilmiştir.

İngiltere’de yerküre gizemleri araştırma gruplarının düzenlediği ‘moot’ adı verilen toplantılarda pek çok insan biraraya gelip konuşmalar ve tartışmalar yaparak bu fenomen hakkındaki son bilgileri öğrenmektedir.

YERKÜRE GİZEMLERİNİ ARAŞTIRMAK
Uygun kitaplar ve haritalar yardımıyla yerküre gizemleri hakkında evinizden çıkmadan bile bir araştırma yapabilirsiniz. Ancak gene de eski çağlara ait gizemli anıtları bizzat gidip görmeyi istemeyecek çok az kişi vardır herhalde. Pek çok eski kültür ve onlardan kalanlar hakkında yeterli bilimsel veri yoktur. Bu noktada insanların hayal güçlerini ve zekalarını kullanarak yorum yapması ve tartışmalı yöntemlerle sonuca gitmeye çalışması yadırganamaz.

Önümüzde bilinmeyenlerle dolu koskoca bir insanlık tarihi durmaktadır. Ne yazık ki modern çağın teknoloji ve yapılanma tarzının negatif etkilerinden dünyanın her köşesi nasibini alıyor ve geçmişin aynası değerli anıtlar bir daha geri gelmemek üzere yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.

GÜNÜMÜZDE DURUM
Günümüz yerküre gizemleri araştırmalarında üzerinde en çok tartışılan konulardan biri, Alfred Watkins’in 1920’lerde geliştirdiği ley teorisidir. 1960’larda bu alanda derin araştırmalar yapılmıştır ve bir dönem, leylerin dünya biyosferindeki enerji çizgileri, yani gezegenin kendisi tarafından oluşturulan enerji yolları olduğu düşünülmüştür.

Gözle görülmemekle birlikte, tıpkı çeşitli değneklerle toprak altındaki su kaynaklarının bulunmasında olduğu gibi, varlıklarının çeşitli belirtilerle sezilebileceğine inanılmıştır.

Araştırmacılar ley teorisinin, Çinlilerin ‘feng şui’ (ejderha yolları) kavramıyla önemli ölçüde benzeştiğini ortaya koymuşlardır. Bu ikisi ayrıca akupunktur literatüründe adı geçen ‘şakra’ kavramıyla da büyük benzerlikler göstermekteydi.

Vücudun bazı kilit noktalarına uyarıcılar yerleştirip beden enerjisini harekete geçirmek suretiyle rahatsızlıkların giderilip sağlığın geliştirilmesi esasına dayanan akupunktur yönteminde adından söz edilen ‘vücut enerji yolları’nın, ley çizgilerinin küçültülmüş halini andırması oldukça dikkat çekiciydi. Benzetme yoluyla eski insanların, yaşadıkları toprağın enerji alanına pozitif bir etki yapabilmek için ley çizgilerinin belirli noktalarına megalitler yerleştirmiş oldukları düşünülebilir.

Günümüzde yerküre araştırmacılarının pek çoğu, ley teorisinin eksik ve hatalı yönleri olduğunu düşünmekte ve yeni araştırmalara girişmektedirler. Bu bağlamda incelenen konulardan biri şamanlardır. Bilindiği gibi şamanlar pek çok eski kültürde maddi alemle ruhsal boyut arasında iletişim kuran insanlardır. Çeşitli kaynaklarda şamanların, ölen herhangi bir kabile üyesine, ölümün ardındaki ‘ruh yolu’nda bir süre eşlik ve rehberlik ettikleri söylenmektedir.

Ne ilginçtir ki, günümüz bazı araştırmalarında da ortaya çıktığı gibi, çeşitli nedenlerle ölümle burun buruna gelen yada öldüğü sanıldığı bir anda tekrar yaşama dönen insanların pek çoğu, ölüm anında insanın bedeninden çıkarak yükseldiğini ve huzurlu bir şekilde tünele benzer bir yoldan geçtiğini dile getirmektedirler. Bu alanda hala devam eden çalışmalar, yerküre gizemleri araştırmalarında, geleneksel arkeolojik ve mitolojik araştırmaların spirituel fikirlerle nasıl harmanlandığını gayet iyi göstermektedir.

avebury.jpg

Yerışıkları
Dünyanın pek çok yerinde ve İngiltere’de özellikle Stonehenge gibi taş yapıtların bulunduğu bölgelerde, bazı zamanlar topraktan dışarı ışık yayılımlarının olduğuna dair vakalar kayıtlara geçmektedir. Paul Devereux 1982 ‘de bu ışık yayılımları için yerışığı (earthlight) tanımını kullanmış ve bu tanım benimsenmiştir.

Yerışıklarının, toprak altındaki manyetik ve elektriksel enerjilerin yüzeye yakın bölgelerden dışarı sızdırdıkları parıltılar olduğu düşünülmektedir. Aslında geçmişte de özellikle bazı deprem dönemlerinde topraktan ışık yayılımına sık sık tanıklık edilmiş ancak haklarında bir fikir yürütülememiştir.

Yerküre gizemleri araştırmacıları, bu enerjilerin yeryüzüne ulaşmasında çeşitli faktörlerin etkili olabileceğini söylemektedirler. Toprağın yapısına zarar veren ve onu baskı altında tutan taş ocakları yada gölet inşaatları birer etken olabileceği gibi, televizyon ve büyük elektrik hatları da yeraltındaki bu enerjileri tahrik edebilir. Bu etkenlerin günümüz toplum yapısında oldukça yaygın oluşu, yerışıklarının modern çağda neden sıkça ortaya çıktıklarını gayet iyi açıklamaktadır. Fransız araştırmacılar Devereux ve Fernand Legard, Kanadalı araştırmacı Michael Persinger ile yaptıkları deneylerle, altından bazı manyetik ve elektriksel enerji alanı geçen bölgelerde kurulan yerleşim birimlerinde, yerışığı olaylarına daha sık rastlandığını, ortaya koymuşlardır. Bu konuda hala süren pek çok araştırma ve tartışma vardır.

Yerışığı parıltılarının nasıl oluştuğunu keşfetmek için yapılan çalışmalardan biri de, Dr. Brian Brady’nin Colorado’daki Bureau Madenlerinde yaptığı deneylerdir. Dr. Brady çalışmaları sonunda, toprağa yapılan büyük basınçlarda, kayaçlardaki elektriğin sıkışarak toprak yüzeyine sızdığını ortaya koymuştur. Söz konusu basınçlar toprak altındaki enerjilerin doğal hareketlenmeleriyle yada göletlerdeki su miktarının çok artması gibi sebeplerle oluşabilir.

Basınç sonucu yüzeye çıkan elektriğin bazı atmosferik gazları yaktığı ve yerışığı dediğimiz olayın meydana geldiği düşünülmektedir. İngiltere’de Dr. Paul McCartney, görüntüleri filme alınan bazı deneyler yaparak bu teoriyi kanıtlamaya çalışmıştır. Büyük kaya parçaları laboratuvar ortamında parçalanmış ve kısa süreli ışınımlar gözlemlenmiştir.

Bilindiği gibi depremlerden önce pek çok hayvan, yaklaşan tehlikeyi sezmişcesine huzursuzlanır. Bazı uzmanlar bunun sebebinin basınç etkisiyle yüzeye çıkan gazlar olabileceğini düşünmektedir. Araştırmalara göre yeryüzüne çıkan gazlar hayvanların beyinlerinde bazı hormonal değişikliklere yol açmaktadır. Hayvanlar, toprak yüzeyi üzerinde yoğunlaşan iyonlara insanlardan çok daha yakın olduklarından bu tür etkilerin ortaya çıkması mantıklı görünmektedir.

Yerışıkları üzerine İngiltere’de yapılan bir diğer çalışma ise yerküre gizemleri araştırmacılarının UFO araştırmacılarıyla birlikte Sheffield’ın batısında ve Manchester’ın doğusundaki Moorland bölgesinde, birkaç yıl boyunca yerışıklarıyla ilgili kayıtlara geçmiş olayları inceleyip analiz ettikleri Pennine Projesidir.

Dünyada yerışıklarının en çok ortaya çıktıkları yerlerden biri Teksas’taki Marfa bölgesidir. NASA’da danışman olarak görev yapan Edson Hendricks, yıllar boyunca bu fenomen hakkındaki kayıtları incelemiş ve yerışıklarının en çok gözlemlendikleri bölgeleri bizzat ziyaret ederek fotoğraflama çalışmaları yapmıştır. Marfa’daki Big Bend Milli Parkı çevresindeki tepelerde sıkça ortaya çıkan yerışıkları, çevre kasabalardan ve taşıt yolundan gözlemlenebilmektedir. Civardan geçen sürücülerin şaşırmaması içinyol kenarına uyarıcı bir tabela bile konmuştur. Marfa bölgesindeki yerışıkları, bölgenin ilk sakinleri olan kızılderililer tarafından da muhtemelen bilinmekteydi.

Yerışığı araştırmacılarının en çok ilgilendiği yerlerden biri de, Norveç’in Trondheim bölgesindeki Hessdalen’dir. Özellikle kışın gözlemlenen yerışıklarının incelenmesi için araştırmacılar bazen sıfır derecenin altındaki sıcaklıklarda çalışmak durumunda kalmaktadırlar. Bu bölgede yapılan çalışmalardan biri olan Hessdalen Projesi kapsamında, ışıkların yoğun olarak gözlemlendiği ulaşımı zor bir alana birkaç haftalık seferler düzenlenmekte ve çalışmalarda oldukça gelişmiş aletler kullanılmaktadır.

Bu araştırmalar sonucu yerışıklarının iyonlaşmış plazmalar olduğu belirlenmiş ve pek çok renkli fotoğraf çekilmiştir. Tabii bu iyonlaşmış yapıların kökeni hala tam olarak bilinmemektedir. Hessdalen Projesi çalışmalarında, mevcut bilimsel verilerle uyuşturulması zor bazı bulgular da ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar yerışığının sanki ilkel derecedeki bir zekayla kendilerine tepki gösterdiğini yada zihinleriyle etkileşime girdiğini düşünmüşlerdir. Bu iddiaların geleneksel bilim anlayışıyla bağdaştırılması kolay değildir ancak benzer iddialar bölgedeki pek çok kişi tarafından da dile getirilmiştir. Yerışıklarıyla insan zihni arasındaki olası etkin bir ilişki, son araştırmaların konusu olmuştur.

1994 yılı Mart ayında Hessdalen’de, Rusya, ABD, Japonya ve Avrupa’dan seçkin bilim adamlarının, Hessdalen Projesinde görev alan Odd Gunner Roed ve Erling Strand gibi ufologların ve Paul Devereux gibi yerküre gizemleri araştırmacılarının katıldığı gizli bir konferans düzenlenmiştir.

Bu kişiler yerışıkları üzerindeki araştırmaları bilimsel destek ve fonlarla sürdürebilmek için bir ittifak kurmuşlardır: Bu konferansa katılanlardan biri de, yıldırım kürelerinin yapısını çözmek için laboratuvarda bir plazma vorteks deneyi yapan Prof. Yoşi Hiko Otsuki’ydi. Prof. Otsuki ayrıca, plazma vorteks teorisini ortaya koyan Dr. Terence Meaden ile çalışabilmek için İngiltere’yi birkaç kez ziyaret etmiştir. Yerküre gizemleri araştırmacılarının, tarla daireleri araştırmacılarının, ufologların ve yıldırım küreleri araştırmacılarının aynı çatı altında biraraya gelmeleri, gelecekteki başarıların müjdesini veren sevindirici bir gelişmedir. Farklı başlangıç noktalarından yola çıkan bu araştırma dallarının aynı yöne ilerliyor olmaları da oldukça dikkat çekicidir.

Toprakananın İzlenimleri
Bu gelişmelerin ardından Dr. Terence Meaden, tarla daireleri araştırmalarından, arkeolojiden ve yerküre gizemleri araştırmalarından yararlanarak İngiltere’deki gizemli taş yapılar hakkında yepyeni bir teoriyi ortaya koydu. Dr. Meaden, eski insanların Stonehenge ve Avebury gibi dairesel taş anıtları çoğu uzmanın sandığı gibi astronomik gözlemler için değil, nadiren rastladıkları tarla dairelerini kutsamak için yapmış oldukları fikrini ortaya koymuştur.

Ona göre o devirdeki insanlar, tarla dairelerini gökyüzünden inen tanrısal bir gücün toprak anayı beslemesi olarak algılamışlar ve tada dairelerinin ortaya çıktıkları bölgelere dinsel bir önem vermişlerdir. Dolayısıyla tarla dairelerine rastladıkları yerlerde daire şeklinde taş anıtlar yaparak bu kutsal olayı sembolize edecek ayrıca tanrılara kurbanlarını adayıp ibadet edebilecekleri yapılara sahip olmuşlardır.

Bu çözümcül yaklaşım arkeoloji uzmanlarınca yeteri kadar anlaşılamadığından, Dr. Meaden onların eleştiri oklarına maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Ayrıca tarla daireleri fenomeninin ardında atmosferik bir olaydan çok daha gizemli bir etkinin yattığı fikrini savunan çevreler de Dr. Meaden’ı sert bir biçimde eleştirmişlerdir.

Aslında üzerinde yaşadığımız dünyanın canlı bir organizma olduğu ve insanların yıkıcı etkilerinden oldukça kötü etkilenebileceği fikri sadece birkaç eski kültüre özgü bir yaklaşım değildir.

Modern batı medeniyetinin etkilerine rağmen hala ayakta olan eski kültürlerin pek çoğunda bu yaklaşım temel alınmıştır. Örneğin Arizona’da yaşayan Hopi Kızılderililerine İngiltere’deki tarla dairelerinin fotoğrafları gösterildiğinde, kendilerini sarmaya başlayan öfkenin farkına varmaksızın, bu şekillerin, toprakananın kendisine kötü davranan insanlara bir uyarısı olduğunu söylemişlerdir.

Eski Kültürler
1991 yılında Avustralya’nın kuzeyinde yaşayan yerlilerin arasında bir süre kaldım ve ayrıca Arnhem bölgesine girme ayrıcalığını elde ettim. Arnhem, Darwin bölgesinin doğusunda, yerlilerin geleneksel kültür özelliklerini muhafaza ettikleri büyük bir bölgedir ve çoğunlukla turistlerin, hatta Avustralya vatandaşlarının bile bu bölgeye girmesi yasaktır.

Buradaki yerlilerin kültüründe, canlı toprak ile üzerinde yaşayan insan arasındaki uyumun bilinçli bir motifi vardır. Kendilerini dünya üzerinde hayatın özünü paylaşan kiracılar olarak görmektedirler. Toprağı bir kar unsuru olarak değerlendiren batılı görüşün aksine, onlar kendilerini toprağın ruhunun bir parçası olarak görmekte ve toprağın ruhunun kendilerine kılavuzluk ettiğine inanmaktadırlar.

Halka şeklinde duran yılan, onlar için anahtar bir semboldür. Bu şekli, bütünün parçalarını birarada tutan enerji akımı gibi dünyayı bütün olarak tutan bir olgu olarak benimsemektedirler. Arnhem bölgesinde ayrı ayrı yerlerde yaşayan kabileler, kültürlerinin içerdiği bilgiye yaklaşımları şarkılar ve resimler yoluyla öğrenmekte ve aynı şekilde gelecek nesillere aktarmaktadırlar. ‘Korobori’ adını verdikleri dinsel toplantılarda müzikli hikayeler anlatarak kutsal inançlarını paylaşırlar.

Bu toplantılarda, batıda ‘psişik’ adı verilen kişilerin özelliklerine sahip kabile inisiyelerinin doğaüstü yetenekleri dikkat çekicidir. İnisiyeler, korobori toplantılarında geleceği görüp olası tehlikeleri haber verirler ve hastaları iyileştirirler. Tabii bu yetenekler kabile mensuplarına garip gelmez, aksine bunları varlıklarının ayrılmaz bir parçası olarak görürler.

Orta Amerika’da yaşayan Kogi kabile toplumu ise çok daha şaşırtıcı özelliklere sahiptir. Portekizliler saldırıp onları bugün yaşamakta oldukları yüksek bir dağ platosuna sürdüklerinde, Kogiler kendilerini dünyadan soyutladılar. Bunlar 1600 yılında yaşanıyordu.

1990 yılında Kogiler 400 yıllık sürgüne dur deyip dünyaya bir mesaj vermeye karar verdiler. Kogiler, İngiliz film yapımcısı Alan Ereira’nın kendileriyle bir süre kalmasına ve anlatacaklarını filme çekmesine müsade ettiler.

Alan Ereira görevini başarıyla yaptı ve dünya Kogileri bu filmle tanıdı. Kogiler, mama adı verilen ve her biri hem dini hem de siyasi lider olan şahıslarca yönetilen on bir bin kişilik bir kabile toplumudur. Üzerine çarpılara benzer şekiller oyulmuş ve megalitlere benzeyen bir harita taşları vardır. Onlara göre bu bu taşın üzerindeki çizgiler ‘aluna ‘ ismini verdikleri, mamaların birbirleriyle iletişimini sağlayan, ruhsal boyuttaki düşünce yollarını göstermektedir.

Tropik iklimden kutup iklimine kadar pek çok iklim özelliklerini içinde barındıran eşsiz bir bölgede yaşayan Kogiler, batılı kültürlerin mistik oluşumları terkettiğini bilmekte ve kendilerini yerküre ruhunun koruyucuları olarak nitelendirmektedirler. Kogiler, yaşadıkları çevredeki kuşların ve davranışlarındaki değişmelerden ve yerküre ruhuyla olan iletişimlerinden yola çıkarak batılı medeniyetlerin tüketicilik ve yıkıcılığa dayanan kültürlerinin çok ileri gittiğini, bu gidişle dünyanın ekolojik dengesinin telafisi imkansız bir biçimde bozulacağı uyarısında bulundular.

Gerekli düzeltmeleri yapmak için henüz çok geç olmadığını ancak bir an evvel birşeyler yapılmazsa dünyanın ölebileceğini söylediler. Bu, Kogilerin Alan Ereira’dan çekeceği filmle dünyaya aktarmasını istedikleri basit ama önemli mesajdı.

Ereira görevini yapmıştı ancak Kogiler onu 1992’de tekrar çağırdıklarında, açgözlü batıda yeteri kadar olumlu gelişmenin sağlanamamış olmasının üzüntüsüyle onların yanına gidiyordu. Bununla birlikte Kogiler ona az da olsa bazı gelişmelerin sağlandığını ve bu yüzden sevindiklerini söylediler. Kolombiya hükümeti Kogilere büyük özgürlükler vermişti ve iç toprakları tehdit eden kokain tarlaları Amerikalılar tarafından dağıtılmış, yerine muz ekimine başlanmıştı. En sevindirici gelişmelerden biri de, Ereira’nın, çekmiş olduğu filmi göstermesi için Rio de Janeiro’da düzenlenen Dünya Global Ekoloji Zirvesine davet edilmesiydi. Toplantıda izlenen film, büyük, duygusal bir ilgi topladı. Öyle görünüyordu ki, dünyaya karşı davranış şeklimizi değiştirmemiz gerektiği konusunda giderek artan bir bilinçlilik oluşuyordu. Belki de Kogilerin uyarısı içsel manada dikkate alınmaya başlandı.

Kaynak:


Jenny Randies, Evrendeki Bilinmeyenler

Bu konuyu yazdır

  Dünyayı Sarsan Salgın Hastalıklar
Yazar: Archilles - 12-08-2017, Saat: 13:27 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Veba, kızıl, çiçek, kolera gibi salgın hastalıklar ve onlara eşlik eden kıtlık ve kuraklıklar, tarih boyunca milyonlarca kişinin ölümüne neden oldu. Yenilmez denen orduları durdurdu. Ekonomik, siyasal ve demografik sonuçlarıyla yeryüzü haritasının yeniden çizilmesinde önemli roller üstlendi ve üstlenmeye devam ediyor.

Bir Fransız düşünür, salgın hastalıklar konusunda şunu söylemişti: “Hepimiz salgın hastalıkların çocuğuyuz…”

Gerçekten de insanlık tarihi içinde salgın hastalıkların rolü çok belirleyici. Zaman zaman imparatorlukları çökertmiş, ordu­ları kırmış, yaşam ve sevme bi­çimlerini değiştirmişti. Büyük politik dönüşümlere, coğrafi ve demografik oynamalara yol aç­mıştı. Çiçek hastalığı Yeni Dünya’yı öylesine kırıp geçirmişti ki, çalıştırılacak emek gücü için bu kıtaya milyonlarca Afrikalı köle taşınmıştı.

Veba, Avrupa’da fe­odal beylerin ve kilisenin ikti­darını sarsmış, kapitalizmin ve reform hareketinin doğmasına neden olmuştu, ölümcül salgın­ların tarih yapan gücünü unut­mak ya da görmezlikten gelmek gerçek anlamda bir hata. İnsan nüfusu çığ gibi büyüdükçe, in­sanlar tarihin kaydettiğinden çok daha fazla mikrobu ayaklandırıp günümüzde de harekete geçiriyor. AIDS ve SARS gibi…

Sanata düşen “Kara Ölüm”… İtalyan heykeltıraş Gaetano Guilo Zumbo’nun (1656-1701)“ Veba – Zamanın Zaferi ve Bedenlerin Çürümesi” üçlemesinden “Zamanın Zaferi” adlı çalışması. Vebayı anlatan bu yapıt Floransa’daki Specola Müzesi’nde sergileniyor.

Salgın hastalıkların tarihi, insanoğlunun toprağı işlemeye başlamasıyla eşzamanlı. Vahşi toprakların yok edilmesi,  fareleri, sıçanları, keneleri, pireleri ve sivrisinekleri insanlara daha yakın yaşamaya zorluyordu. Bu hayvanlar beraberlerinde veba, tularemi, tifüs ve sıtma gibi sürprizleri de getirdiler. Ayrıca yüzbinlerce insanın yaşadığı kentler ortaya çıktıkça, toplu ölümler de yaygınlaştı. Bu, o tarihte o kadar olağan bir durumdu ki, Sümerler, Mısırlılar ve İsrailliler salgınların tanrılarca yayıldığına inanıyorlardı. Atalarımız toplu ölümlerin mantığını uzun süre anlayamadılar. Olayın niteliğini ilk kavrayan kişi Yunanlı hekim Hipokrates’ti. O, çevre güçlerine “hava, su ve yer” adını vermişti. Bu etkenlerin herhangi birindeki ani bir değişikliğin salgınlara yol açtığını söylüyordu.

İnsanoğlunun karşılaştığı en çetin salgınların başında “kara ölüm” adı verilen veba geliyordu.


Ekolojik Bir Felaket
1966 yılında ABD Atom Enerjisi Komisyonu, muhtemel bir nükleer savaşın sonuçlarını saptamak için, 1348 yılında Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgınını inceleyen 30 sayfalık bir rapor hazırladı. Bu salgın, o tarihte 30 milyon köylüyü ya da Avrupa nüfusunun üçte birini öldürdüğü için seçilmişti. Vebanın bir nükleer felaketten tek farkı, mala zarar vermemesiydi.

Tarihçiler her ne kadar Hititlerde, Mezopotamya’da ve Çin’de de benzer bir hastalığa rastlandığını söyleseler de, resmi olarak veba salgınının ilk kez M.Ö. 430’da Atina’da görüldüğü ve iki yıl boyunca kenti kırıp geçirdiği belirtiliyor. Daha sonra hastalık Bizans döneminde İstanbul’da yeniden hortladı. Ancak gerçek anlamda veba salgınlarının başlangıç tarihi 1300’1er. Veba hastalığına yol açan “Yersina Pestis” isimli bakterinin anavatanı Moğol bozkırları. 1330’lardaki aşırı sıcaklar, Asya çöllerinde yaşayan pireleri ve kemirgen hayvanları Moğol bozkırlarına doğru sürmüştü. Mideleri veba bakterisiyle dolu pireler Moğol atlılarının sırtında Asya ve Avrupa’yı dolaşmaya başladı.

Veba Avrupa’ya, Kırım’ın ticaret kenti Kaffa’nın Moğollar tarafından kuşatılması sırasında kentte yaşayan Cenevizliler tarafından taşındı. Bakteri, her ortaçağ evinde bolca bulunan kara sıçanlarla pirelere kolaylıkla yerleşti. Ayrıca Avrupa’da o tarihte salgının yayılmasını kolaylaştıran bazı koşullar da oluşmuştu. Ilık iklim koşulları köylüleri daha çok ürün üretmeye ve köylü nüfusunu artırmaya başlamıştı.

Bu durum, iyi beslenen 25 milyonluk Avrupa nüfusunu birdenbire kötü beslenen 75 milyona çıkarmıştı. Kısacası veba salgını için ideal bir ortam vardı. 1300’lerde başlayan salgınlar, 1720 tarihine kadar 2 ya da 20 yılda bir yenilenerek ürkütücü bir simetriye ulaştı. Bu salgınlar Avrupa’nın ekonomik, siyasal ve kültürel çehresini tamamen değiştirdi. İlk darbeyi yiyen kurum feodalizm oldu. Toplu köylü ölümleri emek kıtlığına yol açtı ve korkuya kapılan toprak sahipleri ücretli köylü sistemine dönmek zorunda kaldılar. Öte yandan, efendilerinden umut kesen köylüler toplu halde ayaklanmaya başladılar. Ücretli emeğin yaygınlaşması kapitalizme geçişin altyapısını oluşturuyordu. Ayrıca veba salgınları sırasında tüccarlar seyahat özgürlüğünün önemini daha iyi anladılar. Kendi kentlerinde müşteri sıkıntısı çeken İngiliz, Hollandalı ve İspanyol tüccarlar yünlerini, şaraplarını ve peynirlerini satmak için uzaklara yelken açtılar. Böylece kapitalizmin bir başka ayağı olan ticari ilişkiler ve keşifler gelişti.

salgin-hastaliklar-7.jpg

Dengeler Altüst Oluyor
Veba salgınlarının ikinci kurbanı Yahudiler oldu. Birçok ülkede hastalık karşısında umutsuzluğa düşen köylü kitleler “Yahudiler kuyu sularını zehirliyor” sloganıyla acımasız bir katliama giriştiler. Yahudiler kazıklara geçirildi, şarap fıçılarına konulup Ren Nehri’ne atıldı. 1351 yılında Avrupa’da hemen hemen hiç Yahudi kalmamıştı. Çoğu öldürülmüştü, sağ kalmayı başaranlar da Rusya ve Polonya’ya kaçtılar.

Kırsal alanın boşalması ise ekolojik dengeleri değiştirdi. Daha az köylü, daha çok ot ve daha çok ot yiyen hayvan demekti. Bu nedenle, veba salgınından sonra başıboş sığırların ve koyunların sayısı hızla arttı. Köylüler memnundu. Toprağın aksine, hayvanlar daha az bakım istiyor, yün ve derisi ciddi bir gelir sağlıyor ve lezzetli yemek veriyordu. Köylüsüz toprakları, hayvanların yanı sıra ağaçlar da doldurmaya başladı. Veba tarihçisi Robert Gottfied’e göre, “Kara ölüm olmasaydı, Avrupa tozlu ve ağaçsız Etiyopya’ya dönüşecekti”. Gerçekten de birkaç istisna dışında, Avrupa’nın büyük ormanları veba salgınından sonra ortaya çıkmıştı.

Veba birçok din adamını da vurmuştu, ölen veya kaçan din adamlarının yerini ise üçkâğıtçılar dolduruyordu. Bu insanlar halkı öyle çok dolandırıyorlardı ki, kitlelerin kiliseye olan inançları derin sarsıntı geçiriyordu. İşte bu dönemde, Martin Luther, işe yaramaz ve güçsüz kilise bürokrasisinin aracılığı olmadan da, Tanrı ile doğrudan konuşulabilir biçiminde yeni, devrimci bir anlayış geliştirdi ve Protestan ahlakının temellerini attı.

Avrupa’daki veba salgınlarında hekimler kendilerini korumak için garip görünümlü maskeler taktılar ve hastalarla ilgilenmediler.

Veba salgınlarında hekimler ahlaki sınavı veremediler. Hastalık kapma korkusuyla ya sivri gagalı garip maskeler takıyorlar ya da hastalara bakmayı reddediyorlardı. Hastalığa verdikleri tedavi reçeteleri de çok komikti: “İki fındık, bir incir ye”, “yavaş çiğne, masadan aç kalkma, ağlama ve korkma” gibi. Veba tıbbın bir bilim olarak henüz daha çok genç olduğu gerçeğini ortaya çıkarırken, halk sağlığı kavramının da temellerini attı. Bazı kentlerde veba evleri kuruldu, karantina uygulaması başlatıldı ve ayrıntılı ölüm kayıtları tutuldu. Ayrıca kara sıçanların ve pirelerin cirit attığı saman tavanlı evlerden, damları kiremitli tuğla evlerin inşasına geçildi. Bu, mimarlık ve kentleşme alanında çok önemli bir adımdı.

Uygun barınma koşullarını yitiren veba, son bir güç gösterisiyle 1720 yılında Marsilya bölgesinde 80 bin ölü bırakarak Avrupa’dan çekildi. Ne var ki, ondan boşalan yeri hızla bitlerin taşıdığı tifüs doldurdu. Kıtanın koyun stokları arttıkça, vebadan kurtulanlar daha fazla yün giymeye başladılar ve bit kolonilerine uygun ortam hazırladılar. Yün çılgınlığından yararlanan tifüs, 15.yüzyılda tüm Avrupa’ya yayıldı. Hastane ve kirli yerlerde çoğaldığı için, “hastane ya da hapishane ateşi” olarak da adlandırıldı.

Büyük Kıyımcı

Kuşkusuz veba, ünlü ressamların tablolarına konu olduğu ve edebiyata bir dönem damgasını vurduğu için çok daha popüler. Ancak tarihin başlangıcından bu yana gezegenimizde ölen erkeklerin ve kadınların yarısının canını alan hastalık sıtma. Dünyadaki en küçük hayvan olan “Plazmodyum (Plasmodium)” parazitinin etki alanı bugün bile şaşırtıcı boyutlarda. Her yıl yaklaşık 600 milyon insanın vücudunu işgal ediyor ve her yıl 1 milyon Afrikalı bebeğin hayatını alıyor. Parazit, elverişli koşullar bulduğunda insanı hızla öldürebiliyor. Ama çoğu zaman bünyeyi zayıflatarak, bağışıklık sistemini çökerterek tifo, grip ve dizanteri gibi hastalıkların sahneye çıkmasını kolaylaştırıyor.

Sıtma doğrudan öldürdüğü her bir kişiye karşılık, dört ya da beş kişi, onun yol açtığı diğer hastalıklara yenik düşüyor. Parazit, yüzlerce akrabasının hâlâ maymunların, kuşların, sürüngenlerin ve şempanzelerin kanında dolaştığı Afrika’da ortaya çıkmıştı. İnsan kanına yerleşen dört plazmodyum kabilesinden en öldürücü olanı “Plasmodium falciparum”. Ulaşım için anofel sivrisineğini seçen sıtma paraziti, çok farklı türleriyle ve yetenekli taşıyıcısıyla, hemen her coğrafyada, çok sayıda ateşli hastalığa yol açabiliyor. Tarihin en büyük kumandanlarından biri olan Büyük İskender Pers ülkesini, Suriye’yi, Arabistan’ı, Fenike’yi ve Mısır’ı fethetmişti, ama Babil’de sıtmaya yenik düştü.

Sıtma, Avrupa’da 18. yüzyıldan itibaren gerilemeye başladı. Gelişen kapitalizm nedeniyle o tarihe kadar bataklıkların çoğu kurutulmuş, sivrisineklerin üreme alanı olan ormanların çoğu yok edilmişti. Dünya Sağlık örgütü, 1957 yılından itibaren sıtmayla yoğun mücadele içinde. Bu nedenle, 1939 yılında ilk kez Colorado patates böceğini öldürmek için kullanılan DDT den yararlanılıyor. Günümüzde sıtmanın alanı yüzde 80 oranında daraltılmış durumda. Yine de Sri Lanka, Guyana gibi ülkelerde yeniden ortaya çıktı. Hindistan günümüzde sağlık bütçesinin yüzde 50’sini sıtmayla mücadeleye ayırıyor. Brezilya’da yıllık sıtma vakaları, son yirmi yıl içinde 50’den 500.000’e çıktı.


Salgın Hastalıklar Biyolojik Bombalara Dönüşünce
Salgın hastalıkların savaşlarda kullanılması oldukça eski tarihlere kadar uzanıyor. Daha MÖ. 5. yüzyılda, ordular kuşattıkları kalelerdeki içme sularını zehirlemek için veba hastalığına yakalanmış insanları ya da hayvanları kuyulara atıyorlardı. 1172 yılında Bizanslılar  Venedik kentini kuşattıklarında kentin tüm kuyu ve çeşmelerini vebalı hayvan leşleriyle doldurmuşlardı. MÖ. 400 yıllarında İskit savaşçıları, oklarına hasta insanların dışkılarını sürerdi. Kafkaslar’daki Ceneviz kolonisi Kaffa’yı ele geçirmek isteyen Tatar birlikleri, kaledekilerin direncini kırmak için vebalı ölüleri mancınıklarla surların öte yanına atmışlardı. Birçok tarihçiye göre, veba hastalığının Avrupa’da yayılmasına bu olay neden oldu.

1710 Rus-İsveç Savaşında generaller salgın hastalıklardan ölen kendi askerlerini özellikle gömmüyor, düşmanın ele geçirdiği mevzilere bırakıyorlardı.

Ancak bu kirli savaş konusunda en uzman ordu, İngiliz ordusuydu. 1763 yılında İngiliz general Sir Jeffrey Amherst sürekli sorun çıkaran Kızılderililerden kurtulmak için onlara çiçek virüsü bulaştırılmış battaniyeler hediye etmişti Bu battaniyeler bütün bir Cheyenne kabilesinin sonunu getirdi. İngilizler Yeni Zelanda’yı işgal ettiklerinde, bu adanın yerlileri Maorilere karşı da çirkin bir oyun oynadılar. İngiltere’deki tüm frengili fahişeleri toplayıp, adaya götürdüler ve yerlilerle cinsel ilişkiye soktular. Bağışıklık sistemleri gelişmemiş binlerce Maori, frengi hastalığından kırıldı.

salgin-hastaliklar-4.jpg


Ölümsüz Leke
Tarih boyunca insanoğlunun karşılaştığı en ürkütücü salgın hastalıklardan biri de lepra, yani cüzamdı. O kadar eski bir hastalık ki, gerçek kökeni bilinmiyor. Kimi bilim insanlarına göre suaygırından ya da armadillo’dan gelmiş olabilir. Diğerlerine göre ise, tamamen insana ait bir enfeksiyon. Norveçli doktor Armauer Hansen, 1874 tarihinde “Mycobacterium Leprae” basilini cüzamla ilişkilendirmeyi başardı, ama hastalığın nasıl yayıldığı hâlâ bilinmiyor. AIDS gibi, zayıf bağışıklık sistemlerini etkilediği tahmin ediliyor.

Tarihin en eski hastalıklarından biri olan cüzama Mısırlılar  “ölümden önceki ölüm” adını vermişlerdi ve hastaları “çamur kenti” denilen bir yere gönderiyorlardı. Eski Çin ve Hindistan’da cüzamlılar hemen öldürülür ya da yakılırdı. Konfüçyüs, cüzamlı bir müridinin yüzüne bakmayı reddetmişti. Mezopotamyalılar için cüzamlılar “vahşi eşekler” den farksızdı. Koreliler için bir cüzamlı “Tanrı’nın lanetlediği bir köpek” ti. Kısacası, tarih boyunca cüzamlılar her zaman kara listede yer aldılar.

Cüzamlıya daha hoşgörülü yaklaşan ve onlar için ilk hastanelerin kurulduğu (Avrupa’daki en eski cüzam hastanesi, M.S. 4. yüzyılda Konstantinopolis’te Zodikus isimli bir zengin tarafından kuruldu) Avrupa’da da durum pek farklı değildi. Cüzamlılar aynı tip elbise giymeye zorlanıyor, bu elbiselerinin üzerine büyük bir “L” harfi işleniyordu. Sağlıklı olanları uyarmak amacıyla çan taşıyorlardı. İstedikleri bir şeyi işaret edecekleri bir sopaları, bir su mataraları ve sadaka çantaları vardı. Cüzam ve cüzamlılar, Avrupa’dan 14. yüzyılda esrarengiz bir biçimde yok oldular. Hastalık varlığını, köylülerin toprak zeminde uyudukları İskandinav ülkelerinde 19. yüzyıla kadar korudu. Günümüzde Afrika ve Hindistan’da 15 milyon kadar cüzamlı olduğu tahmin ediliyor. Ancak cüzam tarih sahnesinden çekilirken onun yerini bir başka salgın, verem alıyordu.

Sanatçı ve Yoksul Hastalığı
19. yüzyılın başları. Frederic Chopin, prelüdlerini bitirebilmek için titreme ve öksürük nöbetleriyle boğuşmak zorunda kalıyordu. Hem frengi hem verem olan Niccolo Paganini kemanını çalarken ölü bir insan kadar solgundu. Robert Louis Stevenson, verem tüm enerjisini tüketmeden önce “Dr. Jeykyll ile Mr. Hyde’ı tamamlamayı başarıyordu. Frederich Schiller, Anton Çehov ve Franz Kafka’da verem nöbetleriyle boğuşmuşlardı. 1800’lerde sanatçıların verem olmaları için birçok neden vardı, ama yaratıcılık ve deha bunların arasında değildi. Fabrika işçileri gibi şair ve sanatçıların çoğu da çok çalışıyor, kötü besleniyor ve rutubetli, havasız mekânlarda yaşıyorlardı.

Vahşi kapitalizmin acımasız koşullarında, Avrupalıların yüzde 70’i vereme yakalandı. Ancak ölenlerin büyük çoğunluğu göçmen işçiler, sanayi işçileri, evsizler, ailesinden kopmuş çocuklardı. Tıpkı bugün Bombay, Manila ve Nairobi’de veremden ölen insanlar gibi. Verem, yarı kardeşi cüzam gibi, “Micobacteria” adı verilen 300 milyon yaşındaki bir mikrop ailesine dahil. Büyük olasılıkla, 7000  yıl önce, insanların sığırları evcilleştirip, birçoğunu kendi evleri de dahil olmak üzere dar mekânlarda barındırmalarıyla ortaya çıktı. Sanayi Devrimi sırasında ortaya çıkan sadece verem değildi. 1700’lerde boğazda yol açtığı hafif ağrı dışında hiçbir belirti vermeyen kızıl, 1800’lerde çocuklar için acımasız bir “boğaz hastalığı” halini aldı.

Yemek borusuna saldıran diğer bir bakteri enfeksiyonu olan difteri de öldürücü bir salgına dönüştü. Yoksulların her gün hayvan ve insan dışkılarıyla kirlenen suları içtiği yeni kapitalist Avrupa  kentlerinde, anavatanı Hindistan olan kolera patlak verdi. 1848-1854 yılları arasında bu hastalık sadece İngiltere’de çeyrek milyon yoksulu öldürdü. Salgınlar büyük oranla yoksulları hedef alıyordu ve yeni palazlanan orta sınıf, göreceli olarak daha az tedirgindi. Ancak 20. yüzyıla gelindiğinde dengeler değişti ve Asya’dan gelen bir başka tehlike yoksul zengin ayırdetmeden insanları kırıp geçirmeye başladı: grip…

Virüs Dalgaları
Birinci Dünya Savaşı’na kadar grip, pek de önemsenmeyen “evcil bir salgındı. Ancak, 1918 baharında acımasız bir düşman kesildi ve tam 15 milyon insanı gömdü. Savaş meydanlarında 15 milyon insanın ölmesi tam 4 yıl almıştı. Oysa grip aynı rakama kısa süre içinde ulaştı. 1918 yılında sadece ABD’de ölenlerin sayısı 550 bini bulmuştu, ki bu rakam ABD’nin Kore ve Vietnam savaşlarında verdiği ölü sayısından fazlaydı. Bu salgın sırasında Alaska köylülerinin tümü yok olurken, Hindistan’da 12 milyon kişi hayatını kaybetti.

Grip virüsü bilim tarafından 1933 yılında saptandı. Ancak onun binlerce yıldır dünyayı dolaştığı tahmin ediliyor. İlk grip salgınlarının başlangıcı ise, insanoğlunun çiftliklerde at, domuz ve ördeği evcilleştirmesiyle eşzamanlı. Bugün ördek midesinin dünyanın en iyi çalışan grip fabrikası olduğu kabul ediliyor.

Birçok grip salgınının da son yıllarda yoğun ördek besleyen Çin’den kaynaklanması rastlantı değil. Bir grip salgını, genel olarak ortaya çıktığı bölgedeki toplam nüfusun yüzde 25 ile 50’sini kısa sürede yatağa düşürebiliyor. Ölüm oranı ise yüzde 1 ’den daha düşük. Her yüzyılda düzensiz şekilde ortaya çıkan 3 ya da 5 büyük grip salgını yaşanıyor. Salgının bir diğer özelliği de kısa süreli oluşu. Bugün bilim birçok ciddi haftalığın aşısını keşfetmiş olmakla birlikte, grip konutunda yetersiz kalıyor Çünkü bu virüs, her 10 ya da 14 yılda bir genetik değişikliğe uğruyor, bu da onu yenilmez kılıyor.


Endemi, Epidemi ve Pandemi
Salgın bir hastalığın, orta büyüklükte ya da geniş bir alanda hızlı bir biçimde yayılmasına “epidemi” adı veriliyor. Ancak bu tanımı fark­lı biçimde yorumlayan bilim insanları da var. Onlara göre epidemi, herhangi bir sağlık durumunun, kronik olsun ya da olmasın ortaya çıkması ve beklenenden daha fazla sayıda insanı etkilemesi. Yani, bu ta­nımda önemli olan etkinin beklenenden fazla olması. Onlar İçin sağlık so­runu yaşanan bir kentte, yılda 100 hepatit vakasının görülmesi bir ende­mi. Ama herhangi bir kentte birdenbire aşırı derecede fazla Creutzfeldt-Jakob hastalığına rastlanması bir epidemi. Bir epidemi, AIDS hastalığı gi­bi gezegenimizin büyük bir bölümünü tehdit eder hale gelince “pandemi” adını alıyor. Bugün Dünya Sağlık örgütü, “Global Outbreak Alert and Res­ponse” adlı bir bilgi ağı oluşturmuş durumda. Bu, salgın hastalıkların seyrini izleyen bir dizi laboratuvar verilerinden oluşuyor.


Biyolojik Emperyalizm
Amerikan yerlisi uzaktan gelen bir atlı görür. Siyah elbisesi ve uzun şapkasıyla bir misyonere benzemektedir. Yüzü korkunç de­liklerle doludur. Kiowa yerlisi ya­bancıya “Sen kimsin” diye sorar. “Ben Çiçek”im der yabancı. Yerli bu kez ne iş yaparsın diye sorar. “Ölüm getiririm” der Çiçek. Ger­çekten de Kristof  Kolomb ile baş­layan ve daha sonra İspanyol isti­lacılarla süregelen Amerika kıtası­nın keşfi sırasında, 100 yıl gibi kı­sa bir sürede çiçek salgınları tam 100 milyon Amerikan yerlisini yoketti. 1490 yılında Amerika yerlileri dünya nüfusunun yüzde 20 sini oluşturuyordu. Bir yüzyıl sonra, çiçek hastalığı yüzünden bu oran yüzde 3’e düştü. İşgalciler, yeni kıtada ekonomik faaliyeti sürdürebilmek için Afrika’dan milyonlarca zenci köle getirdiler. Bu kölelerin çoğu yolculuklarda hayatını yitirdi. Tarihçiler köle ti­caretinin sürdüğü 350 yıl boyunca, Atlantik Okyanusu’nun 15 milyon Afrikalıya mezar olduğunu söylü­yorlar Belki de bu nedenle Porte­kizliler, köle taşıyan kalyonlarına “tumbieros” yani “yüzen mezar­lar” adını vermişlerdi.

Bütün virüslerin en büyüğü olan çiçek, Eskidünya’da ilk kez Ortadoğu’da ortaya çıktı. Eşek ve ineklerde görülen bu hastalık, bu hayvanların evcilleştirilmesiyle insanlarla da tanıştı. Peki ama bir hastalık nasıl oldu da birkaç bin İspanyol maceracısının tüm Ame­rika kıtasını fethetmesine olanak sağladı, Afrika ile Amerika ara­sındaki demografik dengeyi alt üst etti ve bugün Karayiplerle ABD’nin kara bir nüfusla dolma­sına yol açtı?

1400’lere gelindiğinde Eskidünya at, eşek, keçi, koyun sığır gibi hayvanları evcilleştirmişti; Bu yardımcıların ve protein ihtiyacının karşılanmasının bedeli ise onların mikroplarını paylaşmak oldu. Ancak büyük kayıplar verdikten sonra, zaman içinde bu mikroplara karşı bağışıklık kazandılar. Orta Amerika halkları ise, mısır ve fasulye yetiştiriyor, hayvanları evcilleştirmekle ilgilenmiyordu. Son Buzul Çağı ortada evcilleştirecek hayvan da bırakmamıştı. Nitekim Aztekler, protein ihtiyacını karşılamak için her yıl 50 bin insanı kurban ediyorlardı.

Böyle olunca hayvanlarla birlikte gelen hastalıklara karşı en küçük bir bağışıklıkları yoktu. İki toplumun keşiflerle karşılaşmasında yerliler yığınlar halinde ölürken, işgalciler ayakta kalıyor ve hatta hızla ürüyorlardı. Bu durumun en büyük etkilerinden biri de, Amerikan yerlilerinin kendi tanrılarına olan inançlarını yitirmeleri oldu. Bu nedenle misyonerlerin de çalışmasıyla, kısa sürede yığınlar halinde Hıristiyanlığı seçtiler ve bu dinin en katı uygulayıcıları oldular.

İstanbul’da Veba
İran imparatoru Hüsrev’in Doğu eyaletlerini yağmaladığı, binlerce insanı köleleştirdiği, İranlıların katliamından kaçan Ermeniler’in yardım amacıyla İstanbul’a önemli temsilcilerini gönderdiği ve Belisarius’un tekrar İtalya’yı ele geçirmek için sarayda imparator’u ziyaret ettiği bir zamanda, insanlığı yok etmek üzere olan bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık peydah olmuştu…

Veba salgını ilk olarak her zaman sahil yerleşim yerlerinde ortaya çıkıyor ve iç bölgelere doğru yayılıyordu. İki yıl sonra baharın ortasında, veba dehşeti İstanbul’u da kuşatmıştı. Ölülerle ya da hastalarla ilişki kuran hekimlerin ve diğerlerinin çok azına mikrop geçtiğine tanık olunmuştu. İnsanlar hastalığa müdahale etmek veya ölüleri mezarlıklarda gömmek gibi hizmetlerin yerine getirilmesinde umulanın ötesinde gayret sarf etmişlerdi. İstanbul’da çok insan, hezeyanlar ve acılar içinde, çıldırmış ve panik bir halde sahile doğru koşarak boğaz sularına atlamış ve yok olmuştu.

Veba İstanbul’da dördüncü ayına girmişti, salgının en yıkıcı olduğu ve ölümlerin bir çığ gibi çoğaldığı dönem ilk üç ay içerisindeydi. Önce ölümler normalden biraz daha fazlaydı, sonradan ölenlerin sayısı sürekli artıyordu. Ve ikinci aya doğru ölenlerin sayısı günde beş bine ulaştı, ikinci ayın sonunda bu sayı on binin üstüne çıkmıştı. Yüzlerce ev tamimiyle insansızlaştı. Bu nedenle her kesimde yaygınlaşan mahrumiyet yüzünden soylu insanlardan bazıları günlerce gömülmeden ortada kalmış, cesetleri kimselerin kapılarını çalmadığı evlerinde çürümüştü.

Daha önceden var olan bütün mezarlıklar tamamen ölülerle doldurulduğundan İstanbul surları dışında birer birer mezar kazılmaya başlanmıştı. Cenazeleri gömenler mezarlıktan hemen uzaklaşıyorlardı Sonraları, bu mezarları kazanlar artık ölenlerin sayısına yetişemez olmuşlardı Galata’da yüksek nöbetçi kuleleri tavanlarına dek tıka basa gelişi güzel atılmış cesetlerle doldu; bütün nöbetçi kuleleri, içlerindeki insan cesetleriyle ve üzerlerindeki damlarla birlikte doğal bir mezarlık haline dönüştürülmüştü. Bunun sonucu olarak, halâ sağ kalanları bunalıma iten kötü bir ruh ısrarla şehirde kalmaya devam ediyordu; özellikle cesetlerle dolu kuleleri yalayan rüzgâr, şehrin içine ölülerin kokusunu getirdiği zaman insanlarda sıkıntı ve korku daha da yoğunlaşıyordu. Artık ölüler önceden olduğu gibi kalabalık bir topluluk tarafından mezarlığa getirilmiyordu; tabut kullanımına son verilmişti.

Dualar okunmuyor, şarkı türünden ilahiler söylenmiyordu. Eğer ölüler omuzlarda İstanbul’un denize bakan sahil bölgesine taşınırsa yeterli sayılıyordu. Cesetler orada üst üste kayıklara fırlatılıyordu. Kayıkların nereye gittiği önemli değildi; yönünü dalgalar ve akıntı belirliyordu.

İstanbul vebaya esir düştüğü süre boyunca sokaklarda kimseciklere rastlanmıyordu. Hâlâ yaşama şansına sahip olanlar evlerinde oturuyordu; ya hastalara bakıyorlar ya da ölülerinin ardından yas tutuyorlardı. Sokakta, evinden dışarıya çıkan birisine kazara rastlanıyorsa mutlaka mezarlığa cenazesini taşıyor demekti.

İstanbul’da tek bir kişinin bile bir mutlulukla, ya da hoşnut bir duyguyla yaşadığını görmek olanaksızdı. İmparator Justinian’ın da vücudunda şişlikler çıkmış ama sonradan iyileşmişti. Vebanın sebep olduğu felaketler İstanbul’da olduğu kadar diğer şehirlerde de vardı Sonraları ise veba, İmparatorluk sınırları dışına, İran’a ve diğer barbarların yaşadığı yerlere sıçramıştı.


Asya Ülkelerini Durduran Salgın: SARS
İngilizce “Severe Acute Respiratory Syndrome” kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltma olan SARS, dilimize “Akut Solunum Yetmezliği Sendromu” şeklinde çevrilebilir. AIDS’ten sonra çağımızın en kor­kulan salgın hastalığı kabul edi­len SARS, Asya kökenli. Hastalık ilk kez 26 Şubat 2003’te, Hanoi’de 46 yaşında bir işadamında gelişen akut atipik pnömoni ve solunum yetmezliği tablosu ola­rak tanımlanmıştı. Hastalığı ilk kez bildiren WHO görevlisi Dr. Carlo Urbani’nin kendisi de 29 Mart’ta SARS nedeniyle yaşamını yitirdi.

Ancak, Çin’in Guandong bölgesindeki olguların Kasım 2002’den itibaren ortaya çıktığı belirtiliyor. 38 derece ve üstü ateş, en önemli bulgusu. Bunun yanı sıra belirtiler şöyle gelişiyor: kuru öksürük, solunum zorluğu, nefes darlığı, nefes alırken devamlı artan ağrı, üşüme ve titre­me, boğazda yanma, burun akıntısı, kas ve eklem ağrıları, halsiz­lik, yorgunluk ve isteksizlik.


Umudun Nal Seslerini Duyamamak
Sonuç olarak her uygarlık, tarihin farklı dönemlerinde kendi öldürücü hastalığını yarattı. Gezegenimiz şimdilerde AIDS, Ebola, SARS ve diğer grip türevleri salgınıyla sarsılıyor. Üstelik hızlı sanayileşme, doğanın katledilmesi, küresel ısınma yeni salgınların altyapısını oluştururken, sıtma, kolera gibi eski düşmanları da yeniden sahneye çıkarıyor. Öte yandan modem yaşam insanın en güçlü silahını, bağışıklık sistemini de elinden alıyor. Su ve hava kirliliği, aşırı nüfus artışının yol açtığı kötü beslenme, uyuşturucu, böcek ilaçları, radyasyon, anne sütünden vazgeçilmesi, gereksiz antibiyotik kullanımı, bağışıklık sisteminin savaşçıları olan T Lenfosit hücrelerinin sayısını azaltıyor, Buna karşılık bakteriler gittikçe güçleniyor. Dünyanın her türlü ekolojik bölgesinde yaşayan bakterilerin hepsinin tetrasikline dirençli genler taşıması, hem şaşırtıcı hem ürkütücü bir olay. Kısacası, hem altyapı hem üstyapı koşullarıyla ve sürekli artan nüfusuyla gezegenimiz, önümüzdeki yıllarda Mahşerin Dördüncü Atlısı’nın acımasız ama tarih yapıcı tırpanına gebe. Ve bu durum, modern tıp, mikrop teorisinden vazgeçip, salgın hastalıkları ekolojik bir zorunluluk olarak görüp, neşteri bu noktalara vuruncaya kadar sürecek gibi.


Kaynak:insan ve evren

Bu konuyu yazdır

  Benim muhteşem titreşimim: Ben bu evrende eşsiz bir parçayım
Yazar: Magnetho - 11-08-2017, Saat: 21:05 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM - Yorum Yok

“Evrenin gizemini anlamak istiyorsanız, enerji, frekans ve titreşim cinsinden düşünün.” -Nikola Tesla

Çokça görmezden geliriz. Güne ilk başladığımız anı düşünelim; yine yeni bir gün diye düşünerek uyanabiliriz veya “iyi ki” buradayım bugün beni muhteşem bir akış bekliyor diyerek de uyanabiliriz. Dikkat ettiniz mi bu iki cümle arasında bile “her kelimenin” bir araya gelişinde, belki içinde “muhteşem” kavramını kullanmamda bile bir sihir vardır adeta… Siz okurken ve ben bu metni şu anda oluşturmaktayken bizlerle olan sihir gibi. Bu sihir nedir diye düşünürseniz cevabım “enerji”… Nasıl yani diyebilirsiniz, işte her kelime ile cümleye yüklediğimiz anlam ile “titreşen” yani evrene yansıttığımız düşüncelerimiz, kelimelerimiz, söylemlerimiz ve yazdıklarımız hepsi burada bizimledir. Ve hepsi bizim muhteşem “titreşimimizi” oluşturur.

Peki neden bu titreşim bu kadar önemlidir, hangi enerji ile dünyaya bakmakta olduğumuz neden bu derece elzemdir? Hemen bir örnek ile açıklamaya çalışalım, örneğin siz bilmediğiniz bir şehre gittiniz ve henüz burada kalacak bir oteliniz bulunmuyor. O an önceliğiniz yani “aramakta olduğunuz”, yani “yolunuza çıkmasını istediğiniz”, diğer bir ifade ile “ihtiyacınız olduğuna inandığınız şey” bir oteldir veya konaklayacağımız bir yerdir. Bu arayış içerisinde belki muhteşem güzellikte parklar geçeriz, belki zaman geçirmekten çok hoşlanabileceğimiz kafeleri atlarız veya susadığımızı bile unuturuz. Öyle odaklanmış oluruz ki bizim için o an anlam ifade eden şey şehirde bir otel olur ancak.

İşte hayatımız da tam anlamıyla bunun gibidir. Örneğin eğer biz süreçlere, insanlara yani hayatımızın akışına pozitif bir enerji ile yaklaşıyorsak, bakış açımız “ben tüm oluşun merkeziyim, bolluk, bereket, aşk, sevgi ve uyum beni bulur, her an benimledir” şeklinde bir düşünceye odaklanmışsak, yani bu düşünce seviyesinde “titreşimlerimiz” ile evrene mesaj göndermekte isek, işte “aradıklarımız” olarak tüm bu bahsettiklerimiz karşımıza çıkıverecektir. Biz aslında buna tesadüf deriz, şaşırabiliriz veya tam ümidimizi kesecekken nasıl oldu hiç anlamadan kendimi bunun içinde buldum diye düşünürken; aslında olan bizim titreşimimizin evrenden gelen karşılığıdır sadece.

Peki tam tersini düşünelim, sabah kalktığımız andan itibaren titreşimimiz “bugün yine çok kötü bir gün, ne istedimse olmuyor, herkes bana düşman, sürekli mutsuzum ve ben yaşadığım bu hayattan çok sıkıldım” şeklinde ise sizce evren bize bu titreşimi hangi yöntem ve oluş ile yansıtacaktır? Siz bu cümleleri sürekli kafasından geçirmekte olan bir insan görmüş olsanız ve iyi / kötü gibi bir ayrımınız olmasa ve duyduğunuz ne varsa “sadece” onu gerçekleştirmek üzere çalışıyor olsaydınız bu titreşime ne getirirdiniz? Uyum olabilir mi, sevgi olabilir mi, aşk olabilir mi? Bence cevap kocaman bir hayır. İşte evren de aynı şekilde çalışmaktadır; sizin kafanızda ne yankılanıyorsa evet daha çok aldatılacaksınızdır, evet daha çok yalnız kalacaksınızdır, evet daha da çok haksızlığa uğrayacaksınızdır. Çünkü tümü için titreşimleriniz muhteşem bir güç ile akım oluşturmaktadır…

do%25C4%259Fayla_titre%25C5%259Fim.jpg

Daha ileri gidelim, bu sonuçları gördüğümüzde biz aslında kayıplar yaşadıkça daha da fazla kayıplara odaklanırız. Ve işte titreşim gibi odağımız ne ise hayatımızda o çoğalmaya devam eder. Örnek verecek olursak ilişkimin son döneminde kendimi bir anne gibi hissetmeye başlamıştım ve içten içe sürekli kızmakta, sürekli sevdiğim insanın hayatı hakkında yeterince sorumluluk almadığını düşünmekteydim. Bunu paylaşmaya da çalıştım fakat ne var ki kendime haksızlık yapıldığını düşünüyordum. Sonra ne oldu dersiniz bu örnekler öyle arttı ki artık “en küçük” bir olayda bile ben anne değilim derken buldum kendimi. Yani ben “olmayan” her şeye odaklandıkça o olmayanlar daha da çok gerçekleşmeye başlamıştı ve sonunda kendimi bu ilişkiyi bitirirken buldum. Bu noktada şöyle düşünelim eğer benim odağım yani titreşimim muhteşem bir ilişkim var ve ben bu ilişkide muhteşem bir dengedeyim cümlesi olsaydı sizce sonuç ne olurdu?

Sevgili Lobsang Rampa bakın eseri 30 Derste İçimizdeki Gizli Güçleri Geliştirme Teknikleri ile bu akışı nasıl açıklıyor:

“…Bütün varlık alemini, bir ucundan diğer ucuna kadar, yani artı sonsuzdan, eksi sonsuza kadar bütün titreşimleri içeren devasa bir piyanonun klavyesi olarak isimlendirelim. Gelin sonsuz kilometrelerce uzanan bu piyanonun klavyesini gözümüzde canlandıralım. Eğer isterseniz, karıncalar olduğumuzu ve notaların sadece çok azını görebildiğimizi hayal edelim. Titreşimler, piyanonun farklı tuşlarına karşılık gelecektir. Bir nota, ya da tuş, “dokunuş” olarak adlandırdığımız titreşimleri kapsayacaktır, bu titreşimler o kadar yavaş, o kadar “katıdır” ki duymaktan ya da görmekten çok, hissederiz.

…Madde yok edilemez. Her şey, hala vardır. Eğer bir ses çıkarırsanız, o sesin titreşimleri bir enerji ortaya çıkarır ve her daim sürüp gider. Örneğin, yeryüzünden çok uzak bir gezegene gidebilseydiniz, binlerce yıl önce olmuş imajları görebilecektiniz. Işık belli bir hıza sahiptir ve ışık yok olup gitmediği için, yeryüzünden yeterince uzağa gidebilseydiniz, yeryüzünün yaradılışını görebilecektiniz!

…Eğer istersek hepimiz, düşüncelerimizi daha yüksek bir seviyeye yükseltebiliriz… İnsan beyni, her parçasından yayılan elektriksel sinyaller ile bir titreşim kütlesidir.”

İşte tam olarak bu yüzden hepimiz birer titreşim makinasıyız yani evrene muhteşem müziğimizi yansıtan bizleriz. Bu müzik bizim “güzel” bakış açımızı içeriyor ise aynı güzellikte değerler “tezahür” gerçeği ile enerji seviyesinde karşılık bulacaktır… Fakat titreşimimiz endişe, korku, ego, önyargı, değersizlik, ümitsizlik, bolluktan yoksunluk, hak etmeme inancı ve kendine güvensizlik gibi kavramları içeriyorsa, sevgili evren bunları da hayatımızda “aynı şekilde” açıkça ayırmadan ve çok büyük bir tezahür ile “bunları istediğimiz için bu titreşimde olduğumuzu” bilerek karşımıza çıkaracaktır.

Bu yüzden her nefesimiz sihirdir; her kelimemiz sihirdir ve evet her anımızda bu sihri evrene yansıtmaktayız… Bu yüzden titreşiminiz sizin muhteşemliğinizi yansıtır; siz evrenin “eşsiz” bir parçasısınız; peki bunun farkında mısınız?


Kaynak:uplifers.com

Bu konuyu yazdır

  Evrenden Gelen Mesajları Doğru Mu Algılıyorsunuz?
Yazar: Magnetho - 11-08-2017, Saat: 21:01 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Dışarıya adım atar atmaz o günün hikayesi şekillenmeye başlar. Yaşı, konumu ne olursa olsun dikkatimize çekilen her kişiden bir şeyler öğreniriz. Evren, karşımıza çıkan insanlar aracılığıyla mesaj yollar.

İsterseniz bu konuya bir örnek üzerinden devam edelim. Çalışıp çabalayarak, emek harcayarak bir yerlere gelmiş bir insanı hayal edin. Şimdi de ayak oyunları ile bir yerlere gelmiş bir insanı hayal edin. Sonra bu iki kişi ile aynı iş yerinde çalışan başka bir kişiyi hayal edin. Fakat bu seferki biraz yoldan çıkmış olsun. 8-10 yıldır beklediği terfiyi alamadığı için sürekli söylensin. Hatta başarılı olan arkadaşlarının başarısı ile ilgili komple teorileri üretsin.  Ayak oyunlarında başarılı olan arkadaşının ipliğini pazara çıkarsın. Sizce evren, bu kişinin karşısına sürekli başarılı insanları çıkartarak moralini bozmaya çalışıyor olabilir mi? Bence hayır.

Aslında evrenin bu kişiye vermek istediği mesaj şudur; İşine odaklan, kendi başarı hikayeni kendin yarat!.  

1.jpg

Bu mesajı doğru algılamayan kişi, karşısına çıkan başarılı insanları rakip görmeye devam ettikçe kendi kazdığı kuyuya düşecektir.  Çünkü sürekli dışarıya odaklanarak, işine yeterli zamanı ayıramayacak. Sonunda o çok beklediği terfiyi alması imkansızlaşacaktır. Evrenden gelen mesajı doğru algılayan bir kişi ise başarılı insanları her gördüğünde işini daha çok sahiplenecektir. Oynanan ayak oyunlarını kendine referans alarak dürüst yoldan yoluna devam edecek ve böylece herkesin güvenini kazanacaktır.  Sonunda kolayca başarıyı elde edebilecektir. 

Evrenden gelen mesajlara negatif yorum kattığımızda şifre çözücümüzün yakıtında problem var demektir.  İyi bir şifre çözücünün yakıtında kıskançlık, hırs, nefret oranı düşük, sevgi, huzur ve barış oranı yüksektir. Kıskançlık, nefret ve hırs oranı arttığı sürece evrenden gelen mesajlar doğru algılanamayacaktır. Kısaca dışarıda bizi tehdit eden güçler yoktur. Fakat içeride gizlice bekleyen yaşamımızı kabusa çevirecek kıskançlık, nefret, hırs gibi güçler vardır. Onlara prim verdiğimiz sürece başarının gelmesi zaman alacaktır.  Bu yüzden de bedeninizi, zihninizi, ruhunuzu arındırmak için elinizden geleni yapın ki evrenden gelen mesajları doğru algılayın.

Her Daim Sevgi ve Işıkla

www.nefestr.com

Bu konuyu yazdır