Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 1145 kullanıcı aktif » 1 Kayıtlı » 1144 Ziyaretçi rahmanmutlu
|
Son Aktiviteler |
Nereden Başlamalıyım?
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: desdinova
07-04-2025, Saat: 11:03
» Yorumlar: 0
» Okunma: 290
|
Ayahuasca çayi hakkinda b...
Forum: ŞAMANİZM
Son Yorum: Gümüşkurt
29-12-2024, Saat: 23:19
» Yorumlar: 0
» Okunma: 375
|
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 800
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 724
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,603
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,975
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 26,223
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,352
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,603
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,883
|
|
|
KALICI DEĞİŞİKLİK YARATMAK |
Yazar: EvrimBilge - 20-06-2017, Saat: 15:17 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
 |
Daha kaliteli ve mutlu bir yaşam sürmeyi hepimiz istiyoruz. Bunun için de hayatımızda bazı şeylerin değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Karar verdiğimiz ve uygulamaya başladığımız değişiklikler her zaman hayatımızın kalıcı bir parçaları haline geliyor mu? Yoksa bir süre sonra eski tas eski hamama geri dönüyor muyuz?
Peki hayatımızda kalıcı değişiklik yaratmak istediğimizde ne yapabiliriz? İstediğimiz kalıcı değişiklikleri yaratmak, davranışlarımızın ve alışkanlıklarımızın da değişimini gerektiriyor. Davranışlarımızın kaynağında duygu ve düşüncelerimiz yer alıyor. Alışkanlıklarımız ise tekrarlanan davranışlarımızdan meydana geliyor.
Yeni değişikliklerin hayatımızda kalıcı olarak yer alabilmesi için 4 aşamalık bir süreç var. Yeni bir lisan öğrenmeye çalıştığınızda ya da yeni bir spor yapmaya başladığınızda, bu aşamalardan her birini en ince ayrıntısına kadar inceleme fırsatınız oluyor. Bu süreci kendimizi adamış bir şekilde takip ederek istediğimiz değişimi yaratabiliriz. Adamış diyorum, çünkü sürecin bazı noktalarında değişim isteğimiz zor sınavlardan geçecek.
1. Adım: Bilinçsiz yetersizlik
2. Adım: Bilinçli yetersizlik
3. Adım: Bilinçli yeterlilik
4. Adım: Bilinçsiz yeterlilik
Örneğin, küçüklüğümüzde hepimizin matematiğin ne olduğunu bilmediğimiz bir zaman vardı. Daha sonra “Ali’nin 3 portakalı var, bunlardan birini Ayşe’ye verirse elinde kaç tane kalır?” şeklinde kolay ve hayatın içinden örneklerle matematik olgusunun varlığını öğrendik. İlerleyen zamanlarda tek haneli sayılarla işlemler yapmaya başladık. Ancak bunları kafamızdan yapmaya çalışırken hala ciddi bir çaba sarfediyorduk. Şimdi ise küçük sayılarla yapılan bir çok işlemi kafamızdan anında yapabiliyoruz. Artık çok fazla çaba sarfetmemize gerek kalmadı.
Peki bu süreci ve kalıcı değişiklik yaratabilmeyi, erteleme alışkanlığımıza nasıl bağlayabiliriz? Size kendi örneğimden bahsedeyim:
1) Bilinçsiz Yetersizlik: Çok uzun bir süre boyunca, erteleme alışkanlığım ile ilgili herhangi bir sıkıntım olduğundan haberdar bile değildim. Gerçi ara sıra bazı şeyleri son ana bırakıp yüzüme gözüme bulaştırdığım oluyordu. Her seferinde de bir dahakine daha erken başlayıp daha iyi bir iş çıkartacağıma söz verirdim. Tabii ben bu sözü verdikten bir kaç gün sonra, verdiğim sözün yerinde yeller eserdi. İş biraz daha ciddiye bindiğinde hemen gidip kendime bir ajanda alır ve düzenli olarak işlerimi takip etmeye niyetlenirdim. Tabii kısa bir süre içinde o ajanda da kaybolur, niyet de ortadan kalkardı.
İşte bu aşamada, ne erteleme alışkanlığımın altında yatan sebeplerden ne de ondan kurtulma yöntemlerinden haberdardım. Bir başka deyişle, yetersiz olduğumun bilincinde bile değildim. Bir çok insanın erteleme konusunda bu noktada olduklarına ve ilerleme kaydetmediklerine inanıyorum. Bir kaç günlüğüne bazı yöntemler deneniyor, yapılacak işler listesi hazırlanıyor, ancak en nihayetinde eski tas ve hamama geri dönülüyor. İnanın bana, erteleme bu sıkıntıyı yaşadığım tek alan değil. O yüzden şu an ben de bir çok konuda bilinçsiz yetersizlik aşamasındayım.
2) Bilinçli Yetersizlik: Artık yaşamımızda bazı şeylerin değişmesi gerektiğine dair bir fikir sahibiyizdir. Ve birinci aşamadan bu aşamaya ulaşabilmenin tek yolu konu hakkında araştırma yapmak ve bilgimizi artırmaktır. Zaten bu ve bundan sonraki üçüncü aşama, kalıcı değişim oluşumunun en uzun kısmını oluşturuyor. Büyük resme bakıldığında köklü bir dönüşüm için uğraşıyor olsak da, aslında bu köklü değişim, bir çok irili ufaklı başka değişikliklerden meydana geliyor. Ve farkına varıyoruz ki, küçük de olsa her bir değişim için aslında her seferinde bu 4 aşamadan geçmek gerekebiliyor.
Erteleme çalışmamızda ise bu aşamada artık kesinlikle bir şeyler yapmamız gerektiğini anlıyor ve ne yapabileceğimizi araştırıyoruz. Çeşitli kitaplar okuyoruz, internet sayfalarında geziniyoruz, konu hakkında fikir sahibi insanlarla konuşuyoruz. Kısaca, yaratmak istediğimiz değişiklikler için bilinçli olarak harekete geçmeye hazırlanıyoruz.
3) Bilinçli Yeterlilik: Bu aşamaya gelmiş olsak da, ara sıra ikinci aşamaya geri dönmek ve tekrar buraya dönmek gayet normaldir. Böyle böyle gidip geldikçe, hangi hareketlerimizin değişmesi gerektiğini ve artık nasıl bir davranış sergilememiz gerektiğini gayet net olarak görmeye başlarız. Bu, doğru yolda ilerliyor olduğumuza dair olumlu bir işarettir.
Örneğin bu aşamada, zaman içerisinde erteleme alışkanlığımı körükleyen bazı davranışlarımın bilincine vardım. Daha önceden de aynı davranışları sergiliyordum, fakat istemediğim bir sonuca hizmet ettiğini bilmeden yapıyordum. Gerçekten de bir zamanlar, yaptığım her işte mutlak mükemmellik elde etmem gerektiğini düşünüyor ve bunu elde edene kadar günler, haftalar hatta aylar geçiyordu. Tabii ki sonucunda ortaya çıkan iş mükemmel olmuyordu, çünkü çok geç başlanıp hızlı hızlı tamamlanmaya çalışılan bir şey oluyordu. Veya başka bir durumda, başarısız olma korkum ağır basabiliyor ve beni adım atmaktan alıkoyabiliyordu. Böyle bir duraklamaya girdiğimde, zorla da olsa kendimi devam etmeye ikna etmem ve başarısız olmam halinde bunun dünyanın sonu olmadığına kendimi inandırmam gerekiyordu. 3. aşamada, buna benzer zarar verici ve otomatik davranışları algıladığınız anda hemen bilinçli bir müdahalede bulunarak hem ertelemenin önüne geçebiliyor hem de zaman kazanabiliyorsunuz. Tabii ki bu olumlu müdahaleler hemen akşamdan sabaha gelişmedi. Adım adım, küçük farkındalıklar halinde gelişen bazı düşünceler birleşerek daha büyük değişiklikleri meydana getirdi.
4) Bilinçsiz Yeterlilik: Eğer araba kullanıyorsanız, ilk kullanmaya başladığınız zamandan bu yana olan farklılığı düşünün. Zamanında hangi pedalın ne işe yaradığını hatırlamamız gerekirken, şimdi bazen farkında bile olmadan arabaya binip gideceğimiz yere varmış olabiliyoruz. Veya çocukluğumuzda bir cümle kurmak için kelimeleri biraraya getirmemiz gerekirken, şimdi farkında bile olmadan rahat rahat uzun cümlelerle konuşabiliyoruz. Bir çok alışkanlıkta olduğu gibi, burada da beden bir yerden sonra zahmeti bizden devralarak dikkatimizi başka yerlere odaklayabilmemize izin veriyor.
Yeni bir lisanı öğrenmeye çalıştığınızda ya da yeni bir sporu yapmaya başladığınızda, bu aşamaların her birini en ince ayrıntısına kadar inceleme fırsatınız oluyor.
Tabii, bu son aşamaya geldikten sonra hiç bir çaba sarfetmeden burada kalınabiliyor mu diye sorarsanız buna cevabım büyük bir ihtimalle hayır olur. Çünkü bazen 3. ve 4. aşamada gidip gelinebiliyor. Ancak işin önemli bir kısmı artık hem beden hem de beyin tarafından bizim adımıza yapılıyor. Erteleme alışkanlığında da zaten otomatik bahaneler vardır. Yapılması gereken bir iş olduğunda eğer ertelemeye yatkın biriysek hemen bu otomatik bahaneler devreye girerek işe o anda başlamamızı engeller. Bu yüzden bu aşamaları bilip, gerekli noktalarda kendimize de olsa müdahalede bulunabilmekte fayda var.
|
|
|
Bir Gün Seslerle Değil, Bilinçlerimizin Birleşmesiyle Doğrudan İletişim Kuracağız |
Yazar: Archilles - 20-06-2017, Saat: 13:59 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
 |
“Duaları Arapça mı, Türkçe mi edelim?” diye bir soru geldi.
Benim kendi ibadet duam Türkçe, yaygınlaştı da.
Ama burada bir nüans da var.
Eğer bir dileğiniz, varsa, niyaz ediyorsanız, bunu kendinizden, Tanrı olan parçanızdan, Tanrı’nın siz olan parçasından, sistemden, bütünden, ya da Allah’tan istiyorsanız, tabii ki anadilinizde yapmalısınız.
Ancak bu sayede gönülden isteyebilirsiniz.
Başka bir dilde, zihniniz de, kalbiniz de sınırlanır.
Diğer taraftan, bir ritüelin bir parçası olarak dua, zikir, mantra, ya da müzikli ilahiler kullanacaksanız, bunların orijinal dillerinin, orijinal seslerinde olması önemli.
Çünkü o frekanslarla kodlanmışlardır, içlerindeki armoni önemlidir, ve amaç ancak öyle hasıl olur.
Arapça ve İbranice zaten biliniyor.
Ebced ve gematria, harf ve sözcüklerin matematik karşılıkları nedeniyle, özel frekansları olduğunu söylüyor.
Sadece dil de yetmiyor, doğru frekans için, doğru telaffuz da gerekiyor.
Ama, Aramice, Kıptice, Sanskritçe de öyledir.
Aslında öyle olmasa da, Latince de yıllar içinde bu hale dönüşmüştür.
Daha da ileri gidebiliriz.
Yerel bir kabile dini ve dilindeki dua bile, o dile ait doğru seslerle yapılmalı.
Ritüeller doğru disiplinle yerine getirilmezse, zarar vermese bile, fayda sağlamazlar.
Evrenin ortak dilleri iki tane, geometri ve müzik.
Müzik sadece ses değil aslında, frekansların armonisi.
Ve evrende, bütün dilleri bilen bir sistem var.
Yani aslında bir dil de gerekmiyor.
Temiz bir zihin, temiz bir kalp, temiz düşünceler ve temiz niyetler yeterli.
Ama bunları başarmak için eğer bir arınma çabanız varsa, çalışmaları orijinal dillerinde yapmak daha iyi.
Bir gün seslerle değil, bilinçlerimizin birleşmesiyle doğrudan iletişim kuracağız, o gün buluşalım…
Ali Korkut Keskiner
|
|
|
Yüzünüzden Maskeleri Üstünüzden Kostümleri Atın! |
Yazar: Archilles - 20-06-2017, Saat: 13:56 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
 |
Nedenini bir kenara bırakırsak, bu yazıda işlenemeyecek kadar çeşitli bilimsel veya teolojik sebepler öne sürülmekte çünkü, hepimiz belli bir karakterle geliriz dünyaya. Hepimizin zayıf noktaları ve güçlü yanları farklıdır. İnsanı inceleyen her alan bu farklılıkları belli özellikler doğrultusunda gruplandırmıştır. Jung’ın arketipleri, ya da Profesyonel koçluktaki Şemalar bu tip kategorizasyonlardır. Teknik açıklamalara girişmeyeceğim fakat komik bir özetle hobbbitler-elfler-insanlar-cüceler, hava bükücüler-ateş bükücüler- su bükücüler- toprak bükücüler gibiyiz aslında. Özel yeteneklerimiz, kendimizce zaafiyetlerimiz var. Kimimiz sanat zekasına sahibiz, kimimiz matematik. Kimimiz yalnız kalmaktan korkuyoruz, kimimiz başarısız olmaktan. Kimimiz lideriz, kimimiz organizatör, kimimiz iyi bir öğretmeniz, kimimiz iyi bir öğrenci.
Gel gelelim, bir süredir dünyada işler böyle yürümüyor. Modern toplum insanları tek tipleştirdi ve buna devam ediyor. Öncelikle bir ekonomik sistemin dönmesi uğruna, artı-eksi düzleminde herkesi belli konularda, belli bir aralıkta durmaya zorluyor. Herkesi üniversite sınavına tabii tutuyor mesela, herkesi yeni telefon almaya zorluyor. Herkesi bir tip güzellikle yargılıyor ve kişisel yeteneklere de ölesiye kör. İnsanın ne olduğunu önemsemiyor, hep ne olması gerektiğini dayatıyor. Bunu da emek=para denklemiyle yapıyor. Her şey için paraya ihtiyaç olduğunu sık sık vurguluyor ve para eden emek türünü de kendi belirliyor çoğunlukla. Dolayısıyla kişisel süper güçlerimiz para etmiyorsa, kendimizi şekillendirmek durumunda kalıyoruz. İyi karakteristik özelliklerimiz “in” değilse aptal yerine konuyoruz. Aynı şey kötü özelliklerimiz için de geçerli. Aynı olumsuz davranışla üç gün yargılanırken, dördüncü gün karizmatik sayılabiliyoruz. Sistemin önümüze dizdiği etiketler, insan çeşitliliğini karşılamaktan çok uzak. On tipsek, üç popüler etikete sığmaya çalışıyoruz ve en az yedi tip insan böylece heder oluyor.
Oysa, sistem ne kadar gerçekçi, ne kadar despot, ne kadar var gibi gözükse de, ve bizler onun bu gücüne hem hayran kalıp, hem de korkusuyla kendimizi yontmaya çalıştıysak da yüzyıllardır, gözden kaçırdığımız çok önemli bir hakikat var: evrende hiçbir şey yoktan var olmaz ve vardan yok olmaz.
Bugün hemen herkeste görülen nevroz psikolojik rahatsızlığının temelinde bu durum yatar. Nevroz en basit açıklaması ile bilinçdışında yatan bastırılmış bir his/davranış ile, egonun deneyimlemek istediği his/davranışın çatışma halinde olmasıdır. Böyle bir sistemin içinde hepimizin az çok nevrotik olması oldukça normal. Olmak istediğimiz gibi, doğal biz, organik kendimiz olamıyor, sürekli olmak istediğimize yoğunlaşmak zorunda bırakılıyoruz. Bu zorunda bırakılmanın motoru ise para-etiket baskısının anın ötesine taşınması. En çok düşünmemiz gereken şu an iken, biz sürekli gelip gelmeyeceği ve gelirse nasıl geleceği belirsiz bir gelecek endişesine sokuluyoruz. Aklımız, yarınla bulandırılmış durumda.
Gelecekten çok korkuyoruz. Geleceğimizde, hepimizin kendi için düşlediği o sahnenin içinde yer alamamak kalp atışlarımızı hızlandırıyor. Ya sistemin dayattığı “güzel” olamaz ve yalnız kalırsak? Ya sistemin dayattığı “güvenli ortam” için gereken parayı kazanamazsak? Sokaklara düşer miyiz, peki bize ne olur? Sistemin “kabul edilebilir” dediği karakter özellikleri bizde çok düşük seviyedeyse, ve kimse bize katlanmazsa? Verandasında çiçekler açan, çocuklar koşturan ev hayalimiz bir anda bir göz odada yapayalnız ölen bir yaşlı kabusuna dönüşürse?
An içinde kimsenin – biz dahil- sabrı kalmadığını görüyor ve bunu kendimize yontuyoruz. Kimsenin sabrı ve vakti yokken, durup da bize kim dikkatle bakar, eğer sistemin dikkat çekmek için verdiği reçeteyi uygulamazsak?
İşte tüm bu endişeler, kendimiz olma arzusunu baskılıyor ve meydana kostümlerle maskeler çıkıyor. Bize özgü değil bu maskeler, elmaların dahi var. Parafinle kaplanıyorlar, parlak olmak için. Sistem elmaları bile tribe soktu anlayacağınız.
Oysa tüm bu sabırsızlık ve tahamülsüzlük bize karşı değil. Bakın bu çok önemli bir nokta. Bunu anlamamız çok elzem. İnsanların, doğanın istemediği, hor gördüğü, artık yaka silktiği biz değiliz, SİSTEM. Maalesef aynı şirketlerin müşteri hizmetlerinde çalışan insanlar gibi, sisteme yönelik eleştirilerle biz muhatap oluyoruz, sistem dediğimiz şeyin bir kurmaca, bir anonim olması sebebiyle. Oysa herkesin derdi bu yavanlık, bu beton dökme katır kutur maskeler, bu naylon kostümler. Herkesin içinde fıkır fıkır kaynayan şey, hakiki yaşam enerjisi. İnsanlar artık gerçek bir şeylere temas etmek istiyor. Herkesin birbirinde birkaç saniye oyalanıp bir diğerine geçmesinin sebebi bu. Her işin üç kuruş kazandırdıktan sonra sönmesinin sebebi de bu.
Çok spesifik bir şeyler bekliyoruz, gördük mü bir kere, tanıyacağız, biliyoruz. Tam ifade edemiyoruz: aradığımız aşkı, işi, evi, yemeği; anlat deseler tam tarif veremeyiz. Ama gördüğümüzde, tattığımızda tanıyacağımızdan eminiz.
İşte o şeyin adı özümüz.
Biz ÖZÜ bekliyoruz.
Ne demiştik? Evrende hiçbir şey yok olmuyor. O zaman şeylere ne oluyor? Dönüşüyorlar…
Yonttuğumuzu, bastırdığımızı, kurtulduğumuzu sandığımız “öz ben”, sandığımız kadar da yok olmadı ve olmayacak. Başka bir forma dönüştü sadece, her zerre gibi. O formun adı bugün cinnet. Herkesin patlamaya hazır volkan gibi gezmesinin sebebi en çok da bu. Yalnızca bizim değil, nesillerin bastırılmışlığının ruhunu soluyoruz. Artık kendi olmak isteyen yaşam enerjimiz, gün geçtikçe daha sert vuruyor döktüğümüz betondan maskelere. Özü alt edebilecek, yıkıp geçebilecek hiçbir felaket yok şu dünyada, buna sistem de dahil.
Ama o sistemi yıkacaktır.
Evrenin anayasası, insanların koyduğu kurallardan daima üstündür. Bunu tarihte birçok kez deneyimledik. O günler de geldi geçti, bugün hiçbirini hatırlamıyor, bilmiyoruz. Kim bilir, o gün yaşayan insanlar da, aynı bizim gibi o acı dönemlerin içinde oldukları için dünyayı hep böyle sandılar belki de. Şimdi bizim hepi topu iki yüz, iki yüz elli senelik modern/ post modern sistemi ezelden beri var olan tek gerçek sanmamız gibi.
Oysa bu da bir evre, bir geçiştir. Negatif ve pozitif oluşumların yani zıtlıkların hiçbiri, bir diğerini tamamen yok edemez. Bu kural gereği, hiçbir sistem, hiçbir insan, hiçbir kural da, uçlara tam anlamıyla varamaz.
Her varmaya meylettiğinde, ortalık çalkalanmaya başlar ve denge büyük dönüşümlerle tekrar tekrar sağlanır.
Şuan tam da böyle bir evredeyiz.
Bir seçim yapmanız gerekmiyor, bir karar almanıza lüzum yok.
İstesek de istemesek de, yakınlarda tekrar özümüze döneceğiz. O öz, illa ve tamamen iyi bir öz değil, çünkü yıllardır geliştirilmedi ve kollanmadı. Çoğumuzun özü yontulmamış bir kütük gibi. Sonraki evre özlerimiz üzerine çalışmak olacaktır.
Ama dilerseniz, şuan içinizde kabaran şeyleri görmezden gelmek, sisteme yönelen okları size yöneltilmişler sanarak “olmaktan” korkmak, statükoyu korumakla vakit kaybetmek yerine, özünüze gülümseyebilir, işe erken koyulabilirsiniz.
Seçim sizin.
Emine Tülin Erinç
|
|
|
Ertelediğiniz Her Ne Varsa, Artık Harekete Geçmenin Zamanıdır |
Yazar: Archilles - 20-06-2017, Saat: 13:53 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
 |
İçimizde tutmaktan yorulduğumuz bütün duygular açığa çıkmakta. Ne kadar kapalı olsak da, bir şekilde volkan gibi patlamakta. Kimseye göstermek istemediğimiz yönlerimiz, bizi biz yapan hisler, bizden bile gizlenen bilinçaltımız toplu halde çıkmak için gerildi. Bir yandan çok sakin bir hale bürünürken, bir yandan bizden çıkıp gitmesi gerekenlerin yaptığı baskı ile huzursuz bir hale bürünebiliriz.
Ok gerildi. Bu Ok bütün tutunduğumuz duyguları bir anda bırakmaya niyetli. Bu Ok ‘acaba o seçimi yapmasaydım nasıl bir hayatım olurdu’nun cevabı. Duyanlara, duymayanlara. Artık geriye bakıp ‘keşke’ demenize gerek kalmayacak. Çünkü şu an düşündüğünüz tüm sorularınızın cevabı yaklaşmakta. Artık hayatınızın akışını başka insanların yönlendirmesine izin vermezseniz, size açılan yolların ferahlığını yaşayabilirsiniz. Rüzgar..
Bir kapı açılmakta. O kapıdan ferahlık dolu, huzur kokan bir esinti gelmekte. Çünkü kendi öz iradenizle açtığınız ilk kapı bu. İlk nefes. Çok kereler doğdunuz, çok kereler vefat etti duygularınız, ‘artık hissedemiyorum’ ‘artık gülemiyorum’ ‘artık keyif alamıyorum’ dediniz. Artık ‘ümidiniz’ bitmek üzereyken bir kapı daha geldi. Bu kapı hep ‘ümidinizin bitmesini’ bekler gibi. Vazgeçmek ve Yeniden başlamak.
Her neyle yargılıyorsanız kendinizi, her kime kızgınsa yüreğiniz, neyi affedemiyorsanız bırakmanın zamanı. Sizi esir edenleri özgür bırakın. Onları özgür bıraktıkça, bu süreçte kuş gibi uçmayı deneyimleyeceksiniz. Geçmişi ve geçmişin anı defterini yırtıp atmanın zamanı. Tutunduğunuz sevgiler, tutunduğunuz insanlar, tutunduğunuz kaygılar ve tutunduğunuz ‘öfkeler’. Neden ilerleyemiyorum sorusunun cevabı.

Yay Dolunayı güçlü bir enerji akışına vesile oldu. Bilgi suda, bilgi havada, bilgi göz kapaklarınızda. Sadece okumaya çalışın ve hissedin. Herkesin mesajı farklıdır, en az parmak izlerimiz kadar. Ortak olan bilinçtir. Aynı bilgi milyarlarca insana farklı bir şey ifade edebilir. Size içsel olarak yakın gelen her ne ise, mesaj odur. Sizi sıkıştıran her ne ise üstüne gitmeniz gereken odur. Bırakmanız gereken odur. Zamanın ve insanların değiştiğini, çok daha farklı bir enerji akışı olduğunu hissedebilirsiniz. Burada ayrım bunun nasıl kullanıldığıdır. ‘Bunu bir insan nasıl yapabilir’ ayrımındayız. Artık kötü çok kötü, iyi ise içten ve samimi iyi olarak ayrılacaktır. Ne ise, O çıkacaktır.
Realiteye göre Yay dolunayı ise tamamen size eğitimci gözüyle bakacaktır. Eksik yönlerimizi tamamlamamız için güzel bir süreç. Yarım kalan işlerimizi, yarım kalan ilişkilerimizi, yarım kalan sözlerimizi tamamlamak ve Ben hazırım demek için.güzel bir süreç. Duygusal olarak kısıtlanmış hissetmeniz, patlama hissiyatı, isyan etme gibi durumlar normaldir. Ancak bundan çıkarmanız gereken bir şey var. O da gerçekte o duygunun altında yatan nedenlere neden perde çektiğinizi bulmaktır. Bu gece bunu düşünmenizi tavsiye ederim.
Direnciniz neye?
İnancınızı zedeleyenlere verdiğiniz ödün neden. Kendinize olan inancınızı neden kaybettiniz, kaybettirenlere neden izin verdiniz. Enerjitik olarak her yerden saldırı geldiğini hissediyorsunuz. Üstüne bir de başka insanların bakış açılarıyla kendinize saldırıyorsunuz. Özellikle bunu, bu gece bırakmaya ve yarın sabah kendi yolunu çizmeye ‘cesaret’ eden bir insan olarak uyanmaya niyet edebilirsiniz.
Başkaları yüzünden ertelediğiniz her ne varsa, artık harekete geçmenin zamanıdır. Ayağa kalkın ve bir adım atın. Yolunuz açık olsun.
Sevgi dolu bir süreç diliyorum hepimiz için.
Yiğit Penguen
|
|
|
Yeni Çağın Enerjileri Yeniliği Gerektirir |
Yazar: Archilles - 20-06-2017, Saat: 13:51 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
 |
Yay Dolunayı 18 derecede oldu biliyorsunuz. Dolunay anında Plüto retroda ve 18 dereceydi. Astroloji’de aynı derecedeki gezegenler birlikte hareket ettiklerinden Plütonik bir dolunaydı diyebiliriz. İşin içine Plüton girince bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde dönüşüm başlar.
Son dönemde yaşadığımız içsel huzursuzluklar, uyku düzensizlikleri, büyük sancılar Plüto’nun içe dönen retro enerjisinden. Aslında dönüşüyoruz, ağır ağır. Plüto yavaş bir gezegendir ve etkileri Uranüs gibi ani ve hızlı olmaz. Hayata bakış açımız, yaşam felsefemiz, kişiliğimiz, karakterimiz ve hayatımızın hemen her köşesi dönüşüm enerjisinde. Bu yüzden çok zorlanıyoruz.
Farkındalığı yükselenler eskide inat etmeyenler ve dönüşümü reddetmeyenler bu süreci diğerlerine göre daha sancısız atlatıyorlar. Artık yaşadığımız her olayın sebebinin yalnızca kendimizde olduğunu anlama zamanıdır. Kendimizi yükseltme ve eski kalıp inançlarımızı, körü körüne bağımlılıklarımızı, belki bildiklerimizi, hatta yaşama dair bize öğretilenleri bırakma zamanıdır.
Bunu size kendi hayatımdan bir örnek vererek açıklamak istiyorum. Dolunay benim Plüto’numa tam kare açıda oldu. Yay benim 3/9 aksım. Aynı gün bilgisayarımdaki tüm bilgiler uçtu. Taşınabilir disc, bilgisayarcıma giderken yolda bir kaza sonucu imha oldu. Ve benim tüm Astroloji programlarım, eğitimlerim, ders notlarım, önemli dosyalarım kısaca mesleğim yok oldu. Üzüldüm tabii. Sonuçta yılların bilgi birikimi ve emek var ortada. Ama anladım ki; sistem benden eski bilgileri yenilememi yeniden yapılanmamı istemiş. Bu tam Plütonik bir olaydır. Ve dolunay da Plütonik etkiler barındırıyordu.
İşte, hepimizin hayatında şu aralar bu ve benzeri senaryolar olabilir. Anlaşılması gereken giden ya da gitmesi gerekeni bırakmaktır. Sonuçları zor olsa da, yeni çağın enerjileri yeniliği gerektirir. Bunu kabul etmek gerekir.
Yakında Yengeç yeniayı etkilerini sayfamda paylaşacağım.
Sevgiyle
Olgu ILGIN
|
|
|
KİŞİLİK TESTİ : RESİMDE GÖRDÜĞÜNÜZ İLK HAYVAN HANGİSİ |
Yazar: Emka - 17-06-2017, Saat: 12:53 - Forum: SPİRİTÜEL TESTLER
- Yorumlar (1)
|
 |
Bu resim aslında katmanlar halinde iç içe geçmiş birden fazla hayvanın resmi ile oluşturulmuş bir kolaj. Bu çok katmanlı resme ilk bakıldığı anda herkes farklı bir hayvan görüyor
İlk gördüğünüz hayvanı not ettikten sonra resimdeki diğer hayvanlarıda ayırt etmeye çalışın. İlk gördüğünüz hayvan baskın karakteriniz olmak üzere, sırayla gördüğünüz diğer hayvanlar sizin kişiliğinizi oluşturan etmenler hakkında bilgiler vermekte. Peki bu gördüğümüz bu hayvanlar ne anlama geliyor? Yukarıdaki resmi iyice incelediyseniz sonuçlara göz atabilirsiniz;
Eğer yukarıdaki resime ilk baktığınızda aşağıdaki gibi bir at gördüyseniz, özgür ruhlu ve bağımsızlığına düşkün bir kişiliğe sahipsiniz. Ayrıca atın bir diğer enteresan özelliği ise, güçlü bir karakterin temsilcisi olmasına rağmen aynı zamanda duygusal bir içgörüye de işaret etmesidir. Yani hem güçlü hem duygusal bir karaktere sahipseniz ilk olarak at görme ihtimaliniz oldukça yüksek.
Resimde ilk olarak kuş görüyorsanız, dışa dönük ve kendini iyi ifade edebilen bir yapıya sahipsiniz. Kuş genellikle iyi iletişim ile ilişkilendirilir, resimde öncelikli olarak bir kuş gördüyseniz düşüncelerinizi iletme konusunda yeteneklisiniz.
Eğer resimde ilk olarak bir yunus gördüyseniz yaratıcı bir zekaya sahipsiniz. Yunus yaratıcılık ve zeka ile ilişkilendirilen bir hayvandır. Sağ beyin odaklı bireyler ilk olarak yunus görme eğilimindedirler. Yunus ayrıca sanatsal yetenekle de ilişkilendirilir. İlk olarak yunus gördüyseniz sanatla ilgili eğilimleriniz olması gayet muhtemel.
Bu resimde ilk olarak ördek yavrularını görmek oldukça zor. Genel ortalamanın bu ördek yavrularını resim için görebilmeleri 30 saniyeden uzun sürüyor, kimileri ise hiç göremiyor. Eğer ördek yavrularını gördüyseniz, detaycı, planlı ve düşünerek hareket eden bir yapıya sahipsiniz.
İlk olarak ayı gördüyseniz ya da ayı ilk gördüğünüz hayvanlardan arasındaysa kararlı ve güçlü bir yapıya sahipsiniz. Ayrıca ayı doğuştan gelen bir liderlik yeteneği ve yırtıcılık ile eşleştirilmiştir.
İlk gördüğünüz hayvanlardan biri köpek yavrusu ise zarif ve diğer insanları düşünen bir yapıya sahipsiniz. Köpek yavrusu gören insanlar genellikle diğer insanların haklarını savunma konusunda öncüdürler. Bu resimde görülmesi en zor hayvanlardan biri olan köpek yavrusunun temsil ettiği değerlerinde toplumda en zor rastlanılan şeyler olması gerçektende manidar…
|
|
|
UFO’lar Başka Boyutlardanmı Geliyorlar? |
Yazar: Spiritüeller - 15-06-2017, Saat: 18:03 - Forum: EVREN VE BİLİM
- Yorum Yok
|
 |
Havada hiç bir şey yokken ,birden kübik bir cisim havada beliriyor.Cisim gittikçe büyüyor,yavaşça çevresinde dönüyor ve yine arkasında hiç bir iz bırakmadan birden kayboluyor.Bir kaç saniye önce bir dört boyutlu cisim bizim üç boyutlu dünyamızda belirdi.Evet, gerçekte hayal edemeyeceğimiz bir olayı bir anlık gördük. Eğer böyle bir anlatım inandırıcı geliyorsa sebebi son 50 yıldan beri gelen ufo raporlarıdır. Bir çok görgü tanığına göre cisimler hiç yoktan birden beliriyorlar ve birden yok oluyorlar. Bu görgü tanıklarının yaşadıklarından dünya üstü bir araç gördükleri kanısı ortaya çıkıyor.
Peki ama bu olayların açıklaması bu mu?
Ufologlar arasında bir fikir önemini arttırıyor.” Başka boyutlar ”.
Bu teori belkide sadece ufoları değil bir çok paranormal fenomenleri en iyi şekilde açıklayan alternatif bir fikir olabilir.
BAŞKA BİR DÜNYANIN GÖRÜNTÜSÜ
Günümüz bilim adamları 4 boyutu kabul ediyorlar.(3’ü boşluktan 1’i zamandan oluşuyor)
3 boyutlu bir evrende yaşadığımızı eski yunan matematikçisi Euclides o ünlü geometri kitabında ( Element – MÖ 300) yazdığından beri biliyoruz.Bilim adamları ancak 20. yüzyılda 4 boyutlu yer zaman konusunu anlamaya başlamışlardır.
20. yüzyılın başında Albert Einstein ‘ın çalışması ve sonre Alman matematikçisi Herman Weyl bir 4 boyutlu yer – zaman sürekliliğini daha anlaşılır bir dille açıklamaya çalışmışlardır.Bu düşünceler bir devrim niteliğinde olup diğer bilimadamlarını bu konuda araştırmaya itmiştir. Hatta yakında 5. boyutu algılayacağımızın sinyalleri var bazılarına göre.
Bazı ufologlar ufolar hakkında başka bir boyut açıklamasını çok garip buluyorlar. Gerçekten eğer boyutumuz ve yer -zamanımız dışında böyle bir cisim varsa ve bu boyutumuza gelse çok büyük dünya dışı bir izlenim yapardı.
İKİ BOYUTLU ÜLKE
1884 yılında Edwin A. Abbott bu olaylara benzeyen şeyler yaşanan romanını okuyuculara sundu.( Flatland – Düz Ülke)
Düz ülkede yaşayanlar çok incedir. Onlar 2. boyutta yaşıyorlar ve yanı başlarında bulunan 3. boyuttan haberleri ve fikirleri yok. Kitabın konusu kısaca ; eğer 3. boyuttan bir cisim bu insanların yaşadığı düz ülkeden geçerse ne olur ? Örneğin eğer kurşun şeklinde bir cisim düz ülkede haraket ederse önce kendisini o ülkeye (2. boyuta) değdiği yerde bir nokta şeklinde gösterir.Yoluna devam ederken düz ülkede yaşayanlar bir daire görüyorlar.Daire büyümeye devam ederken birden küçülüyor ve kayboluyor.Bu olay onları 2. boyutta görülen bir 3.boyuttan gelen cisim olayını yani UFO fenomenini araştırmaya itecektir.
1947 ‘den beri inanılmaz manevralar yapan, birden ortaya çıkan ve birden ortadan kaybolan , şekil değiştiren ,çok yükseklerde uçabilen garip ufolar rapor edilmektedir.
Bu esrarengiz cisimler genelde teknolojik bakımdan gelişmiş, dünya dışı yapısı olarak görülüyor. Peki ama başka bir boyuttaki esrarengiz cisimler dünyamızda beliriyor olamaz mı ? Bir çok ufolog bu hipotezi başka bir gezegenden gelenler hipotezinden daha inandırıcı buluyor.
Güneş sisteminde yapılan araştırmalar komşu dünyalardan birinin akıllı hayat barındıramayacağını gösteriyor. Ve eğer başka dünyalarda yaşayanlar varsa bile çok büyük bir olasılıkla bize ulaşamazlardı. Çünkü bize ulaşmak için uzayda yüzlerce, binlerce ışık yılı yolculuk etmeleri gerekecekti.
ALGILANAMAYAN VARLIK
Eğer ufolar başka bir boyutun eserleri ise, bize gelmeleri için güneş sisteminde başka bir gezegende yaşamaları gerekmez. Sadece zaman – mekan aşmalarıda gerekmez. Sadece tepemizde yaşayıp bu dünyayı bizimle paylaşabilirler. Tabiki bizim algılayamadığımız bir boyutta. Cismin (bizim boyutumuzda) belirmesi, sadece bir geçiş, kayboluş ise diğer boyutta belirmesi olarak gerçekleşecektir.
Başka bir çekici fikir, belkide birçok diğer boyutlar olduğudur.
DAHA ÇOK BOYUTLAR
Kablo teorisine göre 15 milyar yıl önce kainat yaratıldığında 4 değil 10,11 boyutluydu.O günden bu güne kadar geçen süre içinde kainat kendisini 4 boyuta kadar açmıştır. 4.boyuttan 3’ü boşluk 1’i zaman olarak kalmıştır. Diğer boyutlar katlanmış durumda kalmışlar ve bildiğimiz evren üzerinde neredeyse hiç etkileri olmamıştır. Bu yüzden kablo teorisinin katlanmış durumdaki bu boyutları, ufo ve diğer paranormal fenomenleri açıklamada çok az bir yer almaktadır. Prensip olarak bizim boyutumuz dışındaki boyutlar, dünyamıza etki ettiği sürece algılanabilir. Yapılan bir çok deneye göre bu söz konusu değil. Bilim adamlarına göre eğer bu boyutlar gerçekten varsa bile dünyamıza etkileri olmadığı için yokmuş gibi algılanacaktır.
BOŞLUK – DOLULUK
Ancak yinede bu bir çok ufoloğun cesaretini kıramamaktadır. Onlar bu teorilere biraz hak verirken farkında olmadığımız diğer önemli rol oynayabilecek faktörleri aramaya devam etmektedirler.
Bilim adamları şunuda ekliyorlar: Başka bir cismin veya varlığın bizim boyutta belirmesinin imkansız olduğunu kanıtlamak olanaksızdır. Bu yüzden bir çok ufolog ufoların başka bir boyuttan 4 boyutlu ( 3 yer 1 zaman) dünyamıza geldiği fikrini bir kenara koymuyorlar. Veya o cisimlerin içinde gri küçük adamlar oturuyorlar mı? Bu başka bir tartışma konusudur.
|
|
|
Gizemleri ve Efsaneleriyle Ayasofya |
Yazar: Spiritüeller - 15-06-2017, Saat: 17:52 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
 |
921 yıl kilise, 481 yıl da cami olarak hizmet gören Ayasofya, gerçekten çok etkin bir bina. İçeri girildiğinde insan ister istemez yüzyılların ağırlığını hissediyor. Bu dev yapı büyüklük yönünden Dünya’da dördüncü, kubbe yüksekliği yönündense beşincidir.
Yüzyıllarca Hıristiyan Ortodoks Kilisesi’ nin yönetim merkezi olan Ayasofya’ya Osmanlılarda çok önem verdiler. Bu önem onun maddi ve manevi varlığını büyüttü. Çeşitli mitler, öyküler, inançlar üst üste yığıldı.
Gerçi, Dünya’nın birçok yerindeki ünlü ibadethanelerin kendilerine göre mitleri vardır. Yapım zamanlarının eskiliğine göre, çeşitli garip inançların hedefi olmuşlardır. Fakat Ayasofya’nın bu alandaki ünü çok fazla. Onun her yanı garip öykülerle dolu…
Hem Hıristiyanlarca, hem de Müslümanlarca benimsenen ibadet yerlerinin en ünlüsü, Ayasofya…
Maketini arılar yaptı
Ayasofya birçok kereler yapıldı ve yıkıldı. En son yıkılışı da Bizans tarihinde geçen Nika isyanı sırasında oldu. M.S. 532 yılındaki bu isyan sırasında Ayasofya Bizans İmparatoru Justinyanus kiliseyi yeniden yaptırmaya karar verdi. Yapacak mimarı bir türlü bulamadı. O günlerde çok ilginç bir olay oldu. Bir dini ayin sırasında elindeki kutsal ekmekçiği bir arı kapıp kaçtı. İmparator arının saklandığı peteği bulup getirene ödüller vaat etti. Sonunda birisi bulup getirdi. Hayretle gördüler ki, petek mabet maketi şeklindeydi. Mabedin mihrap yerinde de kutsal ekmek duruyordu.
Beyazlı delikanlının getirdiği altın
Sonra yapım başladı. Sıra kubbeye geldiğinde para bitmişti ve durmak zorunda kaldılar. İşte tam bu sırada, beyazlar giymiş bir delikanlı ortaya çıktı. Beraberinde çuvallarla yüklü katırlar da getirmişti. Delikanlıyı, İmparator Justinyanus’un huzuruna çıkardılar. İmparator çuvalların içindeki altını görünce, şaşkınlığını gizleyemedi.
Justinyanus buna çok sevindi. Olayı yakınlarına anlattı. Fakat tılsım bozuldu. Beyazlı delikanlı bir daha görünmedi…
Mimar kaçıyor
Duvarlar kubbe seviyesine gelince bu defa, mimarbaşı ortadan yok oldu. Roma’ya kaçtığını öğrendiler. 7 yıl sonra mimar, Roma’daki işini de yarım bırakıp tekrar İstanbul’a döndü. İmparator, mimarbaşını görünce çok kızdı. Fakat mimarbaşı ona şöyle dedi:
“Bu koca yapının temelinin çok sağlam olması gerekir, eğer kalsaydım acele ettirecektiniz ve yapının sağlamlığı tehlikeye düşecekti.”
Ayasofya’nın yapımı, 40 yıl sürdü. Büyük kubbenin üzerine altın bir haç takıldı. Bu haç o zamanlar öyle parlaktı ki, güneş vurunca, ışığı Alemdağ’dan,hatta Istranca Dağlanrından dahi görülüyordu.
Yılanlar imparatoriçenin cesedini yiyorlar
Justinyanus’un karısı İmparatoriçe Thedora, güzelliğinden başka bir şey düşünmeyen çok günahkâr bir kadındı. Ölünce yılanların kendisini yiyeceklerinden çok korkuyordu. Bu nedenle kurşun bir lahit yaptırdı ve kilisenin büyük kapısı üzerine gömülmesini emretti.
Ancak efsaneye göre iki yılan, lahitte delikler açarak içeri girdiler ve cesedi yediler. Şimdi Ayasofya’nın giriş kapısı üzerinde görülen delikler yılanların açtığı delikler olarak kabul edilir.
Terleyen direk
Ayasofya’nın kıble tarafındaki kapılarından soldan sayılınca sonuncusunun iç tarafında bir mermer sütun var. Bu sütunun en büyük özelliği kış ve yaz nemli olması. Bu yüzden bu sütuna “terleyen direk” deniyor. Sütunun zemininden başlayarak bir buçuk metrelik bir kısmı bakır plakalarla kaplı.
İnanca göre sürekli baş ağrısı çekenleri, sindirim sistemi hastalıkları olanları ve sıtmaya tutulanları bu direk tedavi ediyor. Önce iki rekât namaz kılınıyor, sonra hasta avuçlarını önce bakır plakalara sonra da yüzüne sürüyor. Bu hareket üç kez tekrarlanınca hastalıklar iyi oluyor…
Ayrıca elleri çok terleyen kimselerin, direğin üzerinde bulunan deliğe parmaklarını soktukları ve artık ellerinin terlemediği birçok defalar görülmüş
Terlemenin nedeni…
İnanca göre, Ayasofya’nın büyük bir kubbesi bir depremde yıkılınca, 300 rahip Mekke’ye gitmişler ve orada zemzem suyundan almışlar, bunu Mekke toprağı ile karıştırıp,bu sütunun altına harç olarak koymuşlar. Sütunun bu yüzden “terlediğine”inanılıyor.
Bir başka inanca göre de Hızır Peygamber, parmağını Ayasofya’daki deliğe sokmuş ve binayı Mekke’ye yöneltmiş yani
Kıbleye çevirmiş
Terleyen direğin ya da diğer adıyla ağlayan direğin öyküsü, görüldüğü kadarıyla Osmanlı döneminde ortaya çıkmış. İslam inançlarıyla beslenmiş.
Sütunun yapısının gözenekli olduğu ve kılcal damarlar yoluyla temeldeki suyu emdiği ve bu yüzden terlediği, en geçerli bilimsel açıklamalardan biri. Ama acaba neden sadece bu direği gözenekli taştan yapmışlar? Bu soru cevapsız kalıyor…
Kuyudaki şifalı su
Ayasofya’nın içinde büyük salonun ortasında bir kuyu var. Eskiden bu kuyu kalp hastalığına tutulanların sık sık geldikleri bir yerdi. Bunlar üç cumartesi art arda aç karnına buraya geli}, sabah namazını kılar ve bu sudan içerlerdi.
Bu gelenek cami müze haline getirilene kadar sürdü. Kuyunun üzerinde yaklaşık 50 santim çapında, demir bir kapak var. 7 metrelik bir çubuk sarkıtıldığında dibine ulaşılamıyor. Su hâlâ mevcut, tadı tatlımsı ve mineralli.
Bu suyun ne tür bir bir bileşim taşıdığının, incelenmesi gerekir. Yüzyıllardır orada durduğuna göre acaba bozulmuş mudur? Sonra niçin kalp hastalığına iyi geliyor? Bu da düşündürüyor. Yoksa suyun bir özelliği mi var? Bu soruların cevaplarını, devletin yetkili kurumlarına bırakıyoruz.
Geçenlerde bilim dünyası çikolatanın içinde bulunan bir maddenin hormonal etki yaptığını açıkladı. Ama bu etki özellikle, aşk yüzünden kalbi kırılanların üzerinde görülüyormuş. Demek ki, bu madde,beyinde aşırı üzüntü yaratan merkezi etkiliyor. Ayasofya’ daki kuyunun şifalı suyunun da böyle bir özelliği neden olmasın!
“Tabuta dokunursanız, Ayasofya yıkılır”
Ayasofya’nın orta kıble kapısı üzerinde bir tabut var. Sarı pirinçten yapılmış bu tabutta Kraliçe Sofya yatıyor.
Yalnız bir tehlike var, “Bu tabuta sakın dokunmayın” deniyor. Çünkü tabuta el sürü-lürse-jbüyük bir gürültü başlıyor ve tüm bina sallanmaya başlıyormuş.
Kubbenin dört tarafında birer melek resmi var. Bunlar Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail’dir. Bu melekler kanatlarını açmış bir biçimde çizilmişler. İnanca göre Azrail, imparatorların ölümlerini, Mikail düşman saldırılarını, Cebrail ve İsrafil ise olacak olayları haber veriyor.
İnananlar, tabut ile bu melekler arasında bir ilişki kuruyorlar… Tabutun koruyuculuğunu da üstlenen melekler, ona dokunulmasına izin vermiyorlarmış.
Esrarengiz kapılar
Ayasofya’nın güney tarafında ufak ve dar bir koridorun ucunda örülmüş bir kapı var. Buna “açılmaz kapı” deniyor. Anlatılanlara göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a girdiğinde Rum Ortodoks Patriği yanındakilerle bu kapının önünde dua ediyormuş.
Osmanlı ordusu kiliseye girince, Patrik bu kapıdan kaçıp kaybolmuş ve kapı bir daha açılmamış. Her paskalyada bu kapının önünde” kırmızı yumurta kabukları” ortaya çıkarmış…
Bir de “Kapanmaz Kapı” miti var. Fetih günü, Fatih’in ordusundan biri bu kapıya öyle bir vuruş vurmuş ki, kapı yere gömülmüş ve bir daha asla açılmamış…
Pençe nişanı
Binanın güneydoğusundaki kubbeyi tutan fil ayağının bir yüzünde 6 metre yükseklikte ele benzeyen bir iz var. Kuşaktan kuşağa anlatılanlara göre, fetih günü, Fatih Sultan Mehmet’in atı ürkmüş, Sultan eliyle bu kemere tutunmuş. Atı ise sütunun kaidesini zedelemiş. Buraya kadar bir şey yok. Ama pençe izinin yerden 6 metre yükseklikte olduğu ve bu yüksekliğe, hiçbir atın erişemeyeceği düşünülürse, olayın esrarı bir anda ortaya çıkıveriyor.
Gizli ayin
Bir başka olay Kanuni Sultan Süleyman döneminden. Gece bir derviş grubu camiye ibadet etmek için geliyormuş. Uzaktan Ayasofya’ nın bütün ışıklarının yandığını görmüşler, içeriden ilahi sesleri geliyormuş.
Dervişler korkup içeri girmemişler, olay padişaha iletilmiş. Kanuni adamlarıyla bizzat gelmiş ve dışarıdan olayı aynen görmüş. Sonra içeri girilmesini emretmiş ama içeri girenler kimseyi bulamamışlar. Her yer kapkaranlıkmış. Bu da Ayasofya’nın, halk deyişiyle, pek tekin bir yer olmadığına işaret eden bir efsane…
Ayasofya’nın mucizelerinin sonu gelmiyor
Büyük kıble kapısının kanatlarının Nuh’un gemisinin tahtalarından yapıldığı bir diğer inanç. Eskiden deniz seferine çıkılmadan önce, yolcular bu kapıya gelir, dua eder ve Hz. Nuh’tan yardım dilerlermiş…
Ayasofya’nın hikâyesi bundan ibaret değil. Birçok defa yıkılıp, sonra yeniden yapılan bu güzel yapının tarihi, insanoğlunun Dünya’daki serüveninin küçük bir parçası sanki…
|
|
|
İnsan Bedeni Pil Gibi Kullanılabilir mi? |
Yazar: Spiritüeller - 15-06-2017, Saat: 15:54 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
 |
Elektrik edinmek için genelde cihazınızı fişe takmak, içine pil yerleştirmek, ya da güneş paneline bağlamak gerekiyor.
Peki onları vücudunuza bağlayıp şarj etmeye ne dersiniz?
Kulağa hayal ürünü gibi gelse de Fransa’nın Grenoble kentindeki Joseph Fourier Üniversitesi’nden Dr. Serge Cosnier ve ekibi bunun yapılmasını sağlayacak bir cihaz geliştirdi.
Biyoyakıt hücresi adı verilen cihaz, vücutta bulunan glikoz ve oksijeni kullanarak elektrik üretiyor.
Onlar bu fikri canlı bir hayvanda uygulamaya koyabilen ilk ekip.
Her şey umdukları gibi giderse, 10-20 yıl içinde biyoyakıt hücrelerinin alıcı ve ilaç iletici gibi tıbbi cihazlardan, yapay organlara pek çok şeyi çalıştırır hale gelebileceği düşünülüyor.
Gofret ve gazozla cihaz çalıştırmak
Bu durumda, bedeninizdeki cihazı çalıştırmak için yapmanız gereken tek şey gofret yemek ya da bir gazoz içmek olacak.
Biyoyakıt hücreleri yapay organ ve uzuvların işletilmesi açısından bir devrim yaratmaya aday.
Halihazırda, laboratuvarlarda kalpten böbreğe, ellerden gözlere, yepyeni elektrikli yapay organ ve uzuvlardan oluşan bir seri geliştirilme aşamasında. Ama hepsinin zayıf noktası, işlemeleri için elektrik gerekmesi.
Fazla enerji gerektirmeyen küçük cihazlar için özel piller çözüm sağlıyor, ancak bunların ömrü sınırlı ve kapasiteleri daha büyük organlar için son derece yetersiz kalıyor.
Örneğin kalp pili gibi (pacemaker), kalp atışını düzenleyen ve bunun için fazla enerjiye ihtiyaç duymayan cihazların bile genellikle 5 yılda bir değişmesi gerekiyor.
ABD’deki bir araştırma, kalp pili takılan 70 yaşındaki her beş hastadan birinin 20 yıl daha yaşayabildiğini gösteriyor. Ancak bu, ilk ameliyattan sonra cihazdaki pili değiştirmek için 3 ameliyat daha gerekeceğini gösteriyor.
Her ameliyat ise beraberinde bir çok cerrahi risk getiriyor; bu nedenle kimse bunu yaptırmaya pek istekli değil.
Yapay böbrek, kol bacak, ya da göz gibi cihazlar ise, o kadar yüksek miktarda enerji gerektiriyor ki var olan cinsten pillerin bir kaç haftada bir değiştirilmesi anlamına geliyor.
Bu nedenle eldeki pilleri kullanmak çözüm değil.
Biyoyakıt hücreleri işte buna çözüm sağlıyor.
Dr. Cosnier ve ekibi, mesailerini bu engeli aşmaya odaklayan çok sayıda araştırmacıya örnek teşkil ediyor.
Enerji kaynağı vücut sıvıları
Yakıt hücreleri enzimlerle karbondan nanoborucukların sıkıştırılması ile oluşturuluyor.
Aslında sistem son derece basit bir düşünceye dayanıyor. İçlerinde iki özel elektrot var. Bunlardan biri glikozdan elektron elde ediyor, diğeri ise elektronları oksijen ve hidrojen moleküllerine vererek su üretiyor.
Bu elektrotlar glikoz ve oksijen içeren bir çözeltiye batırılıp bir devre oluşturacak şekilde bağlandıklarında, birinden ötekine elektron akışı sağlanmış oluyor; yani elektrik akımı oluşuyor.
Glikoz ve oksijen insan vücudunda bolca bulunduğundan, teoride, biyoyakıt hücreleri ömür boyu çalışabilir.
Dr Cosnier, “Pil içine depolanan enerjiyi kullanır, tükenince, tükenmiş demektir. Bir biyoyakıt hücresi ise teoride hiç bir sınıra sahip değil. Çünkü tükettiği maddeler vücutta bulunuyor ve sürekli ikmal ediliyor.” diyor.
Yakıt hücrelerini vücutta bulunan glikoz ve oksijen ile işletme fikri ilk olarak 1970’lerde ortaya atıldı. Ancak ilk prototiplerin elde ettiği enerji miktarı, gerekenin çok altında kaldığından bu fikir rafa kaldırıldı.
Ancak 2002 yılında Kudüs’teki İbrani Üniversitesi’nden Itamar Willner’in başını çektiği bazı araştırmalar, biyoteknolojide ilerleme kaydedilmesine ve bu fikrin yeniden gündeme gelmesine yol açtı.
Saygın bilim dergisi Science’ta yer alan bir makalede, Willner biyoteknolojide sağlanan ilerlemeler sayesinde, yapay uzuv ve organların vücut sıvılarından enerji üretecek yakıt hücreleri ile çalıştırılabileceğini anlattı.
Son dönemdeki ilerlemelerin temelinde, enzim olarak adlandırılan biyolojik moleküllerin daha iyi anlaşılabilmesi yatıyor.
Doğal moleküller olan enzimler, kimyasal tepkimeleri hızlandırıyor. Biyoyakıt hücresinin peşindeki uzmanlar da, glikoz oksitleyicisi adlı bir enzimin glikozdaki elektronları ayırmakta çok etkili olduğunu belirledi.
Bir yanda enzimlerin yönlendirilmesinin yollarının bulunması, bir yandan çok verimli elektrik iletkenleri olan karbon nanoborucuklarının kolayca elde edilir hale gelmesi ile dünyanın pek çok yerinde bilim ekipleri elektrik üretebilecek biyoyakıt hücreleri geliştirdi.
Dr. Cosnier ve ekibi ise işleri bir adım ileri götürdü.
Son on yıldaki araştırmaların tüm verilerini bir araya toplayıp bir pirinç tanesi büyüklüğünde bir yakıt hücresi yaparak, bunu bir farenin bedenine yerleştirdiler.
2010 yılında yakıt hücrelerini farede 40 gün boyunca denediler. Hazırladıkları rapora göre, hücre sorunsuz çalışırken, istikrarlı bir elektrik akımı oluşturdu, ancak farenin davranışlarında ve psikolojisinde gözle görülür bir yan etki oluşturmadı.
Geliştirdikleri sistemde, ilk elektrot için karbon nanoborucuklardan oluşan bir macun glikoz oksitleyici ile karıştırılıp sıkıştırılıyor. İkinci elektrot içinse glikoz ile polifenol oksitleyici karıştırılıyor.
Bu iki elektrot platin bir telle birbirine bağlanıyor.
Ayrıca elektrotlar, nanoborucuk ve enzimlerin vücuda karışmaması için özel bir maddeyle sarılıyor.
Son aşamada sistemin bütünü bir paket halinde, onu vücudun bağışıklık sisteminden koruyacak ama glikoz ve oksijen geçişini engellemeyecek bir örgü ile sarılıyor.
Bu şekilde, bir canlıya yerleştirilebiliyor.
Prof. Willner “Bu temel araştırmaların pratik bir gerece nasıl dönüştürüldüğünü göstermede önemli bir adım” dedi: “Nakledilebilecek böyle bir paket hazırlamanın fizibilitesi olduğunu gösteriyor”.
Dr. Cosnier de fareye cihazı yerleştirmenin işlemin mantığını kanıtlamak için iyi sonuç verdiğini, ancak dezavantajları da olduğunu söylüyor.
Cosnier’e göre, “Fareler o kadar küçük ki, üretilen enerji, bildik büyüklükte bir cihazı çalıştırmak için yetersiz kalıyor.”
Ekibin bir sonraki hedefi, ölçüleri büyütüp, yakıt paketçiğini bir ineğe yerleştirmek: “Daha fazla alan var, dolayısıyla daha büyük bir yakıt hücresi yerleştirip daha büyük bir akım yaratabiliriz” diyorlar.
Dr. Cosnier bu deneyin cihaz ile ilgili bilgi aktarabilecek bir verici ve denetim sensörlerini çalıştırmasına yeteceğini umuyor.
Hedef daha fazla güç
Hâlâ yapılacak çok şey var. Prof. Willner glikoz oksitleyicilerin çok verimli çalışmasına rağmen, elektron verecek enzimlerin de veriminin artırılabileceğini düşünüyor. Bunun için gerekli adımların atılacağı konusunda iyimser.
Prof. Willner, “Halihazırdaki ilerleme hızına baktığımda, önümüzdeki 10 yılda heyecan verici gelişmeler göreceğimize inanıyorum.” diyor.
Dr. Cosnier de sistemin daha pek çok yönden iyileştirilebileceğini söylüyor: “Bugün yapay bir mesane kası ya da kalp pili için yeterli olacak düzeyde enerji üretebiliyoruz. Ancak şimdiden bunun 50 katı fazla enerji üretecek bir sistem üzerinde çalışıyoruz. Bu şekilde çok daha karmaşık cihazlara yetecek enerji sağlayabileceğiz.” diye konuşuyor.
Biyoyakıt hücrelerinin ufku, tıbbi cihazlarla sınırlı değil. Elektronik devi Sony, yakın zamanda bir MP3 çaları glikoz ve suyla çalıştırabilecek bir yakıt hücresi yaptığını duyurdu.
Prof. Willner, “10 yıl içinde diz üstü bilgisayarlar ve cep telefonlarında da biyoyakıt hücreleri görebilirsiniz” öngörüsünde bulunuyor.
Dr. Cosnier de bu gibi devrelerin özellikle pilleri şarj etme olanağı bulunmayan, elektriksiz ortamlarda işe yarayabileceğini kaydediyor.
“Elektrik olmayan bir yerdeyseniz ve yakıt hücrenizi şarj etmek istiyorsanız, yapmanız gereken tek şey su ve şeker eklemek olacak” diyor.
David Cohen
BBC Teknoloji Muhabiri
|
|
|
KALBİN KEŞFEDİLEN YENİ BOYUTU |
Yazar: Spiritüeller - 15-06-2017, Saat: 14:25 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
 |
İlim ve irfan dünyamızda kalb; mânevî âlemlere açık gönül ve biyolojik yapının önemli bir santrali olan yürek olmak üzere iki mânâda kullanılır. Her şeyi çift yaratan Rabb’imiz, kalbi de, maddî ve mânevî kalb olmak üzere çift yaratmıştır. Mânevî kalb ruhanî bir lâtife olup, ruh (nefha-ı ruh) bu latifenin esası ve batını, biyolojik ruh da bineğidir. Maddî kalbin karşılığı olan yürek, insan beyni gibi, biyolojik ruhun bedendeki üç merkezî (kafa, kalb ve karın bölgesi) santrallerinden biridir.
Kalb iki yönlü, öyle nuranî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Bu pencereden bakıldığında maddî kalb ile mânevî kalb birbiri ile irtibatlıdır. Ancak iki kalb arasındaki bu münasebetin mâhiyeti ve keyfiyeti, tam olarak ortaya konamadığından, araştırılmayı beklemektedir. Aşağıda insanın mâhiyetinde potansiyel olarak var olan ve hakikat yolunda gerçekleştirilmesi gereken kalb-akıl birlikteliğinin, beden yapısında yaratılışda var olduğuna işaret eden son araştırmalar özetlenmektedir.
İnsanın biyolojik yapısını çözümlemeye çalışan modern tıp, son yıllarda bu hakikatin bedendeki tezahürlerini ortaya çıkaran araştırmalar yapmaktadır. Mesela klasik ders kitaplarında kalb, hâlâ kan pompalayan mekanik bir sistem; beyin de, bütün vücut organlarının yönetildiği bir merkez olarak tanıtılsa da, son araştırmalar, kalbin içinde beyindekine benzer bir sinir sistemi olduğunu, en az beyin kadar kalbin de, beyni ve beyin üzerinden bedeni kontrol etmede vazife aldığını göstermektedir.

Diğer vücut sistemlerindeki âhenkli işleyişin, beyin kadar kalb vasıtasıyla da düzenlendiği anlaşılmaktadır. Uzmanlar, son yıllarda insan kalbini, vücut sarayının ilk anda fark edilmeyen bilgesi ve efendisi olarak tanımlamaktadır. Beynin mücerret (soyut) ve analitik mantıkî zekâsının yanında, kalbin de, hissî ve iletişim zekâsıyla donatıldığı, duyguların ilk üretiminin kalbde gerçekleştiği, kalbde üretilen duygu taşıyan sinyallerin, beynin limbik sistemine çok hızlı şekilde taşındığı, beyin üzerinden hissî cevabın vücûda ve çevredekilere tesir ettiği ortaya konmuştur. Nörokardiyoloji veya kalb-beyin bağlantısı bilimi çerçevesinde yapılan bu araştırmalar, insana ve onun sağlığını nasıl koruyacağımıza dair bakış açımızı ve ön kabullerimizi kökten değiştirecek seviyededir.
İnsanın kalbi ve beyni arasındaki iki yönlü iletişim ağı, dünyadaki en kompleks iletişim ağlarından biridir.
Öncelikle kalb, beyinden bağımsız en az 40.000 sinir hücresinden yapılmış, kendine has kompleks ve sırlı bir sinir sistemine sahiptir; bu sinir sistemi, ‘kalbdeki beyin’ olarak tanımlanmaktadır.
Bu sinir hücresi sayısı, beynin çeşitli merkezlerinin her birinde bulunan ortalama değere yakındır. Çok açık ve sağlam delillerle gösterildiği üzere, kalb beyinle dört yol üzerinden iletişim kurar.
Birincisi, sinirler (nörolojik yol); ikincisi hormonlar ve nörotransmitterler (biyokimyevî yol); üçüncüsü, kan basıncının oluşturduğu nabız dalgaları (biyofızikî yol); dördüncüsü ise, elektromanyetik sahaların karşılıklı tesiridir
Kalbi ağ gibi saran ve kan damarlarını besleyen sempatik sinirler, kalb-damar fonksiyonunun dört önemli iletişim ve düzenleyici ayağından biridir. İnsan kalbi vücut sarayında en güçlü ve geniş elektromanyetik alanın üretildiği bir sistemdir.
Kalbde üretilen biyoelektromanyetik sahalar, insan kalbinden yaklaşık 50–70 cm mesafeden SQUID (Süperiletken Kuantum İnterference Cihazı) tabanlı magnetometreler ile ölçülebilmektedir.
Kalbde elektrokardiyogram olarak (EKG) ölçülebilen elektrik alanı, beyinde kaydedilen elektroencephalogramdan (EEG) genlik (amplitud) bakımından ortalama 60 misli daha büyük, manyetik bileşeni de, beyinde üretilen manyetik bileşenden yaklaşık 5000 kere daha güçlüdür.
Dolayısıyla dokular tarafından emilerek yok edilemez ve kalbin ritmik aktivitesi ile üretilen kan basıncı, ses basıncı ve elektromanyetik dalgalardaki değişiklikler, vücuttaki her organ ve hücre tarafından algılanmaktadır. Kalbde yaratılan bu elektromanyetik enerji, sadece bedenin her tarafına iletilmekle kalmaz, aynı zamanda o enerjinin yayılma sahası içinde bulunan kişiler tarafından da hissedilebilir.
Bütün bu tespitler, kan pompalamasının yanında, kalbe, bedenin tamamında tesirli eş zamanlılığı (uyum ve ritim bütünlüğünü) tanzim edici sinyal merkezi olarak da vazife verildiğini göstermektedir.
Kişiler farklı duygular (öfke, sevinç, korku ve ümitsizlik gibi) yaşadıklarında, kalb atım değişkenliğindeki ritmik desenler de değişmektedir.
Kalbin hissî durumu çevredeki insanlara tesir eder
Kalbden çıkan elektrik sinyallerinin kalitesi, insanın bütün hücrelerine olumlu veya olumsuz tesir eder. Kalbde üretilen elektromanyetik alanlar ve duygular, kalbden 50-70 santimetre mesafe içinde kalan veya fizikî temas halinde bulunan diğer insanların duygu ve düşüncelerine tesir ettiği bulunmuştur.
Bu ise kreşlerde görev alan eğitimcilerin ve annelerin hissi durumlarının, doğrudan doğruya çocukların (beyin ve kalb başta olmak üzere) gelişmelerine müspet veya menfî tesir ettiğini göstermektedir. Bilhassa kreşlerde görev alan kişiler; stresli, öfkeli, ümitsiz ve sıkıntılı ise, bu sadece kendilerine tesir etmemekte, aynı zamanda eğittikleri çocukların gelişmesine de tesir etmektedir. Çocuklara hizmet veren kişilerin pozitif duygular taşımaları, şefkatli ve güleryüzlü olmaları, çocukların gelişmesine ve öğrenmesine olumlu tesir etmektedir.
Çocuklarda beyin ve kalbin sağlıklı gelişmesi, anne ve eğitim rehberlerinin sağlıklı bir kalbe sahip olmalarına, sağlıklı kalb için de, annelerin pozitif duygulara (şefkat, merhamet, muhabbet gibi) sahip olmaları gerekmektedir. Harvard Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, çocukluk döneminde yeterince sevilmeyen ve şefkat görmeyen yetişkinlerin, görenlere kıyasen çok daha fazla hastalandıkları ve erken öldükleri gösterilmiştir. İnsanın genel sağlığının, akılcı ve rasyonel düşünceden ziyade, mânevî boyutu güçlü olan pozitif duygularla yaşamasına bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
Buradan, kalblerde ortaya çıkan hislerin terbiye yoluyla kontrol edilebilmesinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Zira kalb, insanın genel sağlığının önemli düzenleyici merkezlerinden biridir. Davranış stilleri (işkolik, aceleci, telaşlı, öfkeli olma), kalbin sağlığını bozan ve kalb krizine yol açabilen önemli risk faktörleridir. Yapılan bazı araştırmalar; öfke, endişe, ümitsizlik gibi negatif hislerin uzun süreli ve yoğun yaşanmasının, kalb hastalıklarına bağlı âni ölümlere yol açtığını göstermektedir. Kronik, iyi yönetilmeyen, olumsuz duygulara bağlı stresin kanser ve kalb hastalıklarına yol açma riski, sigara kullanımı, yüksek kolesterol ve hipertansiyona kıyasen altı misli daha fazladır. Yaptığı işten memnun veya tatmin olamama da, kalb krizi için önemli bir risk faktörü olarak gösterilmektedir.
Kalb atım hızı değişkenliği
Kalb aktivitesinin kontrol ve tanziminde kullanılan dört yoldan biri olan otonom sinir sistemindeki sempatik sinirlerden gelen uyarılarla, kalb atım hızı ve böbreküstü hormonlarının salgılaması artırılır. Parasempatik sinirlerden gelen uyarılarla ise, kalb atım hızı yavaşlatılır. İkisi arasındaki denge ve uyum, kalb sağlığı açısından son derece önemlidir. Zamana bağlı olarak nabız atımları desenlerinde gözlenen değişmeler, beyin ve kalb arasındaki dengenin anahtar bir ölçüsüdür. Kalb atım hızı değişkenliği (heart rate variability-HRV), sinoatrial düğümdeki (kalbde elektrik akımı üretilmesinde vazifeli sinir hücreleri topluluğu) elektrik uyarılarının sağlıklı düzenlenip düzenlenmediğine işarettir.
HRV parametresi, beyinden kalbe ve kalbden beyine giden düzenleyici sinyallere kalbin cevap verme kabiliyetini ölçmeye yarayan bir pencere oluşturduğu için, son yıllarda, kalb atım ritimlerinin değişiklik yüzdelerinin anlaşılması önem kazanmıştır. HRV ölçümü, bir saatlik ölçme ve analiz yapan takogramlar aracılığıyla yapılır. Normalda HRV parametresi, insanın değişen durumlara kalbinin uyumu için gerekli kalb atım hızının cevap verebilme kapasitesidir. Stres, öfke, aşırı sevinç, panik gibi durumlarda, bu kapasitedeki azalıp artmalar, kalbin uyum kabiliyetini bozmakta, azaltmakta ve neticede sistemin çökmesine sebep olabilmektedir. Maddî veya hissî sebeplerle azalmış HRV değişkenliği, aritmik kardiyak ölümün, myokardial enfarktüsün, atherosklerozun hızlı gelişmesinin ve kalb yetmezliğinden ölümün önemli bir ön habercisidir. HRV değişkenliği azalmış hastalar, HRV değişkenliği normal ve yüksek olan hastalara kıyasen daha erken ölebilirler. Ayrıca HRV değişkenliği normal denge sınırları içinde seyretmiyorsa, o kişilerin de âni bir kalb krizi ile hayata veda etmeleri oldukça yüksek bir ihtimaldir.
Biyolojik işleyişte beyin kalbe itaat ediyor
Kalb atım hızındaki değişme ritmlerinde uyum yakalandığında, kişinin beyninde üretilen alfa veya daha düşük frekanslı dalgalar da, kalbin ritmlerine eş zamanlılık (senkronizasyon) gösterecek şekilde uyum sağlamaktadır. Bir başka ifadeyle, kalb ritimlerindeki uyum ile kalb-beyin arasında, âhenkli işleyiş ve mükemmel bir bütünlük vardır. Yapılan araştırmalar, yaratılışta, beyin aktivitesinin kalbin aktivitesine senkronize olacak şekilde programlandığını göstermiştir. Mesela embryonik gelişmede beyin kalbe tabii olmaktadır.
Çocuk anne karnında gelişirken, önce beyin değil, kalb gelişmektedir. Beynin gelişmesi, çocuk bir yaşına gelinceye kadar ancak tamamlanmaktadır. Son araştırmalara göre, kişi niyet edip hislerini değiştirdiğinde, otomatik olarak kalbden beyine giden sinir uyarılarının kalitesi de değiştirilmektedir. Bir başka ifadeyle, kişinin psikofizyolojik durumu, dengeli ve olumlu ise, kalbin HRV ritimleri de, buna paralel olarak âhenkli olmakta ve sonuçta beyindeki elektrikî faaliyetler, kalbde oluşan bu uyum ve dengeye tabi (senkronize) olmaktadır.
Yapılan araştırmalar, insanların hayatlarının yüzde seksen ile doksanını, otomatik ve mekanik şekilde yaşadığını (şuurane, akıl ve mantık kontrolünde değil), gündelik hayat içinde çoğu kararlarını ve faaliyetlerini şuursuz şekilde, alışkanlıklarına ve şuuraltı yönlendirmelerine göre düzenlediklerini göstermektedir.
Duygularımız üzerinde şuur ve iradenin kontrolü zayıf, güçlü duygularımızın (tutku veya ihtiras) irademizi ve şuurumuzu kontrol etme ve yönlendirme kapasitesi ise çok fazladır. Ülfete ve alışkanlıklara dayalı olarak yürütülen otomatik hayat tarzının, şuurane ve irade merkezli bir hayat sürmeye fıtrî baskınlığı, duyguların (bilhassa tutkuların) akıl ve mantığa karşı fıtrî üstünlüğü vardır.
İnsanın bu fıtrî durum ve meyelânı, (sağlığı en ideal sürdürebilme noktasından) akıl, mantık ve iradenin kontrolünde şuurane bir hayatın nasıl daha çok yaşanabileceği sorusunun cevabını bulmayı, önemli hale getirmektedir. Bu cevabın temelini, kalbin ve gönlün eğitimine (günlük dildeki ifadesiyle duygusal zekanın eğitimine) öncelik ve ağırlık vermek oluşturur. Duyguları ve tutkuları dikkate almayan, hatta göz ardı eden, akılcılığa dayalı eğitim âcilen terk edilmelidir. Buna karşılık, kalb ve duygulara önem veren, aklın ve mantığın duygulara yardımcı olup yol gösterdiği bir eğitim ve hayat felsefesi benimsenmelidir.
Dr. Selim AYDIN
|
|
|
|