Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,058
» Son Üye: Doo92
» Toplam Konular: 2,832
» Toplam Yorumlar: 3,062

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 1773 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 1773 Ziyaretçi

Son Aktiviteler
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 6,457
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 23,557
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 379
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 5,390
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 870
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 737
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 648
Samsunlu Spiritüalist ark...
Forum: SAMSUN SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:30
» Yorumlar: 0
» Okunma: 492
Ra'yı gördüm ne anlama ge...
Forum: Bilinçaltı
Son Yorum: spiruelistra
28-05-2023, Saat: 13:43
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,658
MUCİZE YARATAN KELİMELER
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Emka
29-01-2023, Saat: 16:53
» Yorumlar: 11
» Okunma: 95,913

 
  MELEKLERDEN İSTEMEK VE İLETİŞİME GEÇMEK
Yazar: Spiritüeller - 04-06-2017, Saat: 13:26 - Forum: Melek Enerjileri - Yorum Yok

1.Teknik : Uyurken Meleklerle Bağlantınızı Kuvvetlendirin 

Sevgili Melekler. Hayatımdan ve Yaşamımdan,Zevk almamı engelleyen tüm engelleri (temizlemek için) Bu gece uykumda Benimle Çalışmanızı İstiyorum.Lütfen Ya Bu Engelleri dikkatime getirin yada bu gece uykum esnasında zihnimden duygularımdan ve bedenimden tamamen uzaklaştırın. 

2'inci bir uygulamayı da şu şekilde yapabilirsiniz. Bir kağıt ve kalem alarak İnanarak üstte yazılanları kendinize uyarlayacak şekilde yazın ve yastığınızın altına koyun. Bunun Başarılı olabilmesi tamamen sizin inancınıza bağlıdır. İnancınız ne kadar sağlam olursa yaptığımız uygulama o kadar başarı elde edersiniz. 


angel-flying-735x413.jpg

2.Teknik : Dilek Yazma 

Her sabah uyandığınızda ve her akşam yatmadan önce meleklerden istediğiniz şeyleri,dileklerinizi boş bir deftere yazın.Defter daha önce kullanılmamış olsun.Sadece siz kullanın.

Dileklerinizi yazdıktan sonra defteri özel bir yere saklayın.Dileklerinizi kağıda yazarken büyük inançla yazmanız lazım .  

3.Teknik : Günlük Meditasyon 

En az 15 dakika günlük meditasyon yapmalısınız. Meditasyon sırasında sadece kendi nefesinize odalanın. Siz odaklandıkça zihninizin serbest bir gezintiye çıktığını fark edeceksiniz. Not: Meditasyon yaparken dileğinize de odaklanabilirsiniz, etkili bir yöntem olabilir.

Meditasyonu bir süre yaptıktan sonra negatifliklerinizin yok olduğunu fark edeceksiniz.Ve bu sayede Meleklerle olan bağınız daha da kuvvetlenir ve dilekleriniz gerçekleşmesi daha da çabuk olur.  

4.Teknik : 3 Dakika Güç Molası 

Bu teknik John Harricharanın ünlü tekniğidir.   

Bu tekniği uygulamadan önce kendinizle bir anlaşma yapmanız lazım.O an problemleriniz ne ise onları bırakmalısınız.Ve teknikte 3 dakika ne düşünmek istiyor iseniz onu düşüneceksiniz.Teknik 3 kademelidir.  

1. kademe: Problemlerinizle bağlantınızı kesin.

2. kademe : Eğer dileğiniz şu an gerçekleşmiş olsa ne hissedersiniz zihninizde gerçekten olmuş gibi deneyimleyin.

3.kademe : Teşekkür edin ve minnettarlık duyun hepsi 3 dakika içinde yapıldı. 

Teknikleri ayrı ayrı teknikler olmasına rağmen bence hepsini yapın.Tekniklerini uygulamaya başladıktan bir süre sonra farkı hissedeceksiniz.  

Bu konuyu yazdır

  İLAHİ OLANA AÇILAN KAPI
Yazar: Archilles - 04-06-2017, Saat: 10:28 - Forum: OSHO - Yorum Yok

Tanıdığınız, sevdiğiniz, birlikte yaşadığınız, varlığınızın bir parçası haline gelmiş biri öldüğü zaman, sizin de içinizde bir şeyler ölür. Tabii ki onu özleyecek, içinizde o boşluğu hissedeceksiniz, bu çok doğal. Ama aynı boşluğu bir kapıya dönüştürmek de mümkündür. Ölüm Tanrı’ ya açılan bir kapıdır. Ölüm insanlar tarafından bozulamamış tek olgudur. İnsanoğlu onun dışında her şeyi bozmuş, kirletmiştir. Kirletilememiş, el değmemiş, bakir kalan tek şeydir ölüm. İnsanlar onu da bozmak ister ama onu ellerinde tutmaları, sahip olmaları mümkün değildir. Ele geçirilmez olduğu için hala bilinmezliğini korur. İnsanoğlu ölüm karşısında ne yapacağını bilemediği için onun karşısında kaybetmiştir. Onu kavrayamaz, bir bilim dalı haline getiremez, bu yüzden de ölüm hala bozulmamıştır. Dünyada bozulmadan kalabilmiş tek şeydir ölüm.

Bu anları değerlendirin. Ölüm aniden bilincinize girdiğinde, tüm yaşamınız anlamsız gelmeye başlar. Gerçekten de anlamsızdır. Ölümün ortaya çıkardığı gerçek budur. Ölüm aniden karşınıza çıktığında, dünya ayaklarınızın altından çekilivermiş gibi olur. Birdenbire bu ölümün aynı zamanda sizin ölümünüzü de içerdiğini görürsünüz. Her ölüm, herkesin ölümüdür.

O ölümü kabullendi. Bu en güç şeylerden biridir. Yalnızca derin bir meditasyon halinde bu mümkündür çünkü insan zihni bütünüyle ölüme karşı eğitilmiştir. Yüzyıllar boyunca bize ölümün yaşama karşı olduğu, yaşamın düşmanı, sonu olduğu öğretildi. Bu durumda tabii ki, korkuyor, kendimizi rahatça salıveremiyoruz.


ilgincresimler-yazilar-fotograflar-karel...ler318.jpg



Ölüm karşısında kendinizi satamadığınız taktirde ise, yaşamınız boyunca da gergin olmanız kaçınılmazdır çünkü ölüm yaşamdan ayrı bir şey değildir. Ölüm yaşamın sonu değil, aksine en yükseğe ulaştığı doruk noktasıdır. Bu noktadan korktuğunuz sürece, ölüm yaşamın her alanında gizli kalmak zorunda olacağı için, doğal olarak yaşamın içinde de kendinizi salmanız mümkün olmayacaktır. Bu durumda her zaman korku içinde olursunuz.

Ölümden korkan insanlar uyurken bile kendilerini rahat bırakamazlar çünkü uyku da her gün yaşadığımız küçük bir ölümdür. Ölümden korkanlar sevmekten de korkar çünkü sevgi de bir ölüm biçimidir. Ölümden korkan insanlar her türlü orgazmik deneyimden korkarlar çünkü yaşanan her orgazmda ego ölür. Ölümden korkan kimse, her şeyden korkacak ve her şeyi kaçıracaktır.

O kendini salabildi. Ölmesini istediğim gibi öldü; derin bir salıvermişlik halinde. Ölümü kabullendi. Hiçbir ikilem ya da mücadele içinde değildi. İçinizde ölümün ötesinde engin bir güzellik bulup bulamadığınıza dair kıstas budur. İnsan ancak ölümsüz bir şeyin duyumuna vardığı anda ölümün içinde kendini rahat bırakabilir.

Ölümü kabullenmedikçe, yarım, eksik, eğreti kalırsınız. Ölümü kabullendiğinizde ise, aynı zamanda dengeye de kavuşursunuz. O zaman her şeyi kabullenirsiniz: gündüz ve geceyi, yaz ve kışı, aydınlık ve karanlığı. Yaşamın tüm kutuplarını kabullendiğinizde dengeye kavuşur, sakin ve bütün olursunuz.

Bütünlüğü düşünürken, ölümün hakkını vermeniz gerekir. Yaşam güzeldir ama ölüm de yaşam kadar güzeldir. Ölüm de yaşam gibi kendi içinde kutsanmıştır. Ölüm de tıpkı yaşam gibi içinde çiçekler barındırır.

Tanrı’nın size verdiği her şeyi, ölümü bile, derin bir şükranla kabul etmeniz gerekir. Ancak o zaman dindar biri olabilirsiniz: her şeyi şükrederek ve koşulsuzca kabullendiğiniz zaman. Ölüm insanoğlu tarafından bozulamamış, hala bakir kalmış, tüm kutsallıkların içinde en kutsal olan şeylerden biridir.

Osho

Bu konuyu yazdır

  “Deja Vu”nun Sebebi Bu Olabilir mi?
Yazar: Spiritüeller - 03-06-2017, Saat: 14:24 - Forum: DEJAVU - Yorum Yok

Bana sık sık “deja vu” yani “ben bu anı daha önce yaşadım” durumu ile ilgili ne düşündüğüm sorulur. Şimdi size kendi içsel teorimi sunuyorum bu konuyla ilgili. Belki biraz fantastik gelecek ama ben bir kere geliyoruz şu dünyaya sözünün doğru bir önerme olduğunu düşünmemeye başladım. Bu reenkarnasyon ile alakalı değil; bu benim Hasan Çeliktaş olarak ilk hayatım değil bundan bahsediyorum…

Kitapevlerinde ölüm ve ötesiyle ilgili bugüne kadar gördüğüm en yüksek bilgileri içeren kitap “Tanrı ile Sohbet: 4. Cilt”tir ve orada şunu yazar özetle: “Siz ölümü yaşadığınızda tüm evren durur ve sizin şu soruya yanıtınızı bekler: Tamam mı, devam mı, yoksa bir bölümden yeniden başlamak mı?” Bunu bilgisayar oyunlarından anlatırsam: Restart level, next level, reload. Yani mesela siz “Angry Birds” oynuyorsunuz. O bölümü tek yıldızla geçebildiniz, ama ilerleyebilmek için daha çok yıldıza ihtiyacınız var, ne yaparsınız? O bölümü yeniden oynarsınız değil mi? İşte ben “Hasan Çeliktaş” olarak istediğim skoru tutturamadıysam, senaryoyu yeniden oynayabilirim anlamına geliyor bu veya arkadaş ben artık tamamladım bu karakteri sonraki karaktere ilerleyeyim artık diyebilirim, veya “18 yaşından itibaren yeniden başlamak istiyorum” da diyebilirim…

cff8309100d74138097dbac72872bcd2.jpg

Çok mu fantastik geldi. Hani kitaplar vardır ya, mesela gelirsiniz sayfa 38’e der ki: Bir kapının önündesin, içeri gireceksen 68. sayfaya atla, girmeyeceksen sayfa 79’dan devam et. Her seferinde de farklı bir macera yaşamış olursunuz bu kitaplarda. Eee finale ulaştınız, peki ya o kapıdan girseydim ne olurdu diye merak ettiniz, sayfa 38’e geri dönüp yeniden başlayabilirsiniz. Yaşayabileceğiniz her şey kitabın içinde mevcuttur bu arada, siz sadece okur olarak seçimi yapar deneyimi yaşarsınız. Bu kitaplar en fazla 200 sayfalıktır. Ama evrensel senaryoda büyüklük sonsuzlukla ifade bulur. Bir ruhun yolculuğu, sonsuz büyüklükte bir kitaba benzer. Her bir yaşam da bu kitabın bir bölümüdür. Her bölümde de sayısız seçenekler vardır. Yani Hasan Çeliktaş, sonsuz ruh kitabının sadece bir bölümü… Pandülüme göre ben daha önce Hasan Çeliktaş’ı 3 kere daha yaşamışım, 2 kere de senaryonun ortasından girip devam etmişim. Yani Hasan Çeliktaş olarak 5 kez varolmuşum. Ruh kitabının bu bölümünde 5 kez hareket etmişim. Bu, bu seviyeyi 6. okuyuşum. Yepyeni seçimlerle… Ama bazen daha önce okuduğum bir bölüme denk gelebiliyorum ve evet ya, ben bunu hatırlıyorum diyorum.  Buna “Deja Vu” deniyor. 

Bu konuyu yazdır

  İNSANIN EN BÜYÜK GÜCÜ
Yazar: Spiritüeller - 03-06-2017, Saat: 14:20 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorumlar (1)

1- Karanlık, kaos aldı başını gidiyor. Ortalık yine toz duman, tıpkı planlandığı gibi.

2- Bilinçler kolaylıkla istenildiği gibi eğilip bükülüyor. Duygular coşturularak, kitleler bir o yana bir bu yana sürükleniyor.

3- Adetullahtandır, hepimiz korkuya ve karanlığa kolaylıkla kapılabiliyoruz, zihinlerimiz buna eğitimli.

4- Güzel insanlar, karanlığın büyük görünen küçük planları ardında ne muazzam evrensel bir plan var bir görebilseniz.

5- Siz Türk diyorsunuz, ben İnsan diyorum; siz Kürt diyorsunuz, ben İnsan diyorum; siz Suriyeli, İranlı, Amerikalı vb. diyorsunuz, ben İnsan diyorum; siz asker diyorsunuz, polis diyorsunuz, ben İnsan diyorum; siz terörist diyorsunuz, ben İnsan diyorum… İnsan, İnsan, İnsan… Tüm varlığımız tek bir gerçeğe bağlı: İnsan..

6- Ama insan var, İnsan var, bir de İNSAN var… Bu sınıfsal bir ayrım değil, farkındalıksal ve sevgisel gelişim farkıdır.

7- Karanlığın yolu, silahı çoktur, aydınlık ise sadece sevgi ve şefkattir.

8- Sevgi ve şefkat, evrendeki en büyük kuvvettir, en güçlü “silah”tır, en eritici güçtür… Kaynağı unutanı, içinde eriterek yeninden kaynağıyla buluşturur.

9- Harika denizciler, dingin sularda değil, fırtınalı denizlerde yetişirler. Kendi gölünüzde balık tutabilirsiniz minik sandalınızla, ama amacınız geçmekse okyanusları, o zaman size dayanıklı bir gemi, cesur bir yürek, koca bir ruh, derin bilgi ve eşsiz tecrübeler gerek.

4dec72e80e44f16b9e5305bac9f35e6e.jpg

10- Güzel insanlar, beden gemisinde, cesur yürekli, koca ruhlarsınız, her türlü bilgiye de sahip. Atlattınız da hani irili ufaklı fırtınalar… Şimdiki fırtına güçlü olabilir ama değil misiniz güçlü denizciler siz de? Bu el ayak kesilmesi, bu panik, bu bırakış niye?

11- Canım evren bize vermiş sonsuz varlığı, esirgememiş desteğini, rüzgarını, suyunu, balığını, güneşini, yıldızını, ayını… Kalmışsa geriye geçmek bize okyanusu tüm bu destekle ve bekliyorsa bizi ötelerde yepyeni kıtalar… Bu keder, bu elem, bu umutsuzluk niye?

12- O kadar güçlüyüz ki baktığımızı, söylediğimizi ederiz gerçek. Duyduk dinledik bunu bilgelerden, üstadlardan, şimdi bilim adamlarından defalarca; onayladık alkışladık hunharca, eee o zaman gözden, sözden, yazıdan dökülen bu öfke, kin, nefret, karanlık niye?

13- Koca koca dalgalarla karşı karşıyaysak bu yolculukta, hiç küfreder mi iyi bir kaptan o koca okyanusa? Der mi sen niye böylesin diye, önceki gün keyfini çıkarmışken güneşin, balığın tadını doya doya? Ürperse de onun gücünden, yüreği dolu değil midir okyanus aşkıyla? Peki o zaman bu sizdeki hayata sövüp saydırma niye?

14- Okyanus doludur yunuslarla da köpekbalıklarıyla da, deniz aslanlarıyla da katil balinalarla da, palyaço balıklarıyla da deniz analarıyla da, sıcak suyuyla da buzdağlarıyla da… Hepsi bir arada değiller mi bu koca okyanusta. Yaradan doldurmuşsa koca akvaryumunu binbir çeşitle, zenginlikle… Dünyasında niye o insanı, insanları yarattın niye ona söylenmek niye?

15- En büyük gücünüz, sevgi ve şefkattir güzel insanlar. Koca bir okyanus olmaktır yürekte… Güvenip bilmektir, yüreğinizdeki koca okyanusun sonsuz kozmik okyanusun bir damlası olduğunu ve sonsuz kozmik okyanusun tüm varlığını, bolluğunu, bereketini, enerjisini paylaşacağını sizinle…

16- Krizin, karanlığın; kısaca fırtınanın olduğu yerde bırakıp gitmeyin geminizi elbette… Arkasından gelecektir parlak güneşli günler… O fırtına ki temizler okyanusu, canlandırır, arındırır, parçasıdır evrensel düzenin; dimdik durun dümeninizde yüreğinizde sevgi, şefkat ve dolu dolu cesaretinizle…

17- Güneşli günler yakındır güzel insanlar… insanlar dönecektir İnsana, İnsanlar dönecektir İNSANa… Dünya ise evrilecektir DÜNYAya…

18- Bu yolculuğa cesaret edebilmiş tüm güzel ruhlara, sonsuz sevgi ve saygılarımla… 

Bu konuyu yazdır

  YAŞAMI YENİDEN YARATMAK
Yazar: Spiritüeller - 03-06-2017, Saat: 14:06 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Naturel 2010 Festivali’nde ‘Değişimle Yaşamı Yeniden Yaratma’ üzerine bir seminer  verecek olan yaşam koçu Erim Ergün’ün kanserle başlayan kişisel değişim öyküsü gerçekten ders verir nitelikte… Erim Ergün öyküsünü ve hedeflerini derki okurlarıyla paylaştı..

Seni kısaca tanıyabilir miyiz?
1972 yılında Çanakkale’ nin Biga ilçesinde dünyaya geldim. Ev hanımı bir anne ve avukat bir babanın çocuğu olarak ilk, orta ve lise öğrenimimi Biga’ da tamamladıktan sonra 1989 yılında  İTÜ İşletme Mühendisliği bölümünde üniversite eğitimime başladım. 1994 yılında eğitimim tamamlayıp 1 yıl süresince yabancı dil eğitimi için Londra’ da yaşadım. Türkiye’ ye döndükten sonra 2 yl süresince aile şirketinde Kalite sorumlusu olarak kalite güvence ve kalibrasyon konusunda çalıştım. Daha sonra askerlik eğitimi ve ardından Sabancı Holding (Brisa) de profesyonel iş yaşamıma devam ettim. 10 yıl süreyle  kadar satış, pazarlama ve yönetim kurulu üyesi asistanlığı pozisyonlarında çalıştıktan sonra  2008 yılbaşı itibariyle çok istediğim ve derin bir tutku duyduğum yaşam koçluğu mesleğini yapmaya başladım. Helen Moda’ daki ofisimde çalışmalarıma devam ediyorum.

Hikayen nasıl başlıyor?
2000 yılında yaşadığım kan kanseri deneyimi tamamen duvara toslamama nedep olup kendime ve hayata dair bir çok inanç sistemimin değişmesi sürecini başlattı. Aynı yıl tamamlayıcı terapiler diye adlandırdığımız tıbbi tedaviye destek niteliğindeki bioenerji, reiki, meditasyon, taşlarla terapi, renklerle terapi ve yoga çalışmalarına başladım. Bu konuda ilk başta terapiler alırken daha sonrasında bu tekniklerin eğitimini alıp önce kendi üzerimde sonra etrafımda ihtiyacı olanlar üzerinde uygulamaya başladım ve büyük faydasını gördüm. 2005 yılında  başladığım  CTI( Coaches Training Institute ) koçluk okulu kanalıyla aldığım ko-aktif koçluk programını 2007 yılının sonlarında tamamladım.

Hastalığa yakanlamadan önce nasıl bir hayatın vardı? Nasıl bir Erim’din, düşlerin beklentilerin nelerdi?
Gayet yoğun bir iş hayatının içindeydim hep koşturmaca, kariyer ve ilerleme, başarılı olma çabası. Önceliklerimi ihmal etmiştim ve herşeyi çok kafaya takan, aşırı duyarlı ve dışarıya belli etmesem de üzülen bir yapıdaydım. Aşırı sorumluluk bilincim derinlerdeki güvensizlik, değersizlik ve sevgisizlik duyguları ile birleşiyor ve hep kendimi acımasızca yargılama, eleştirme ve cezalandırma yoluna gidiyordum. Tabi bunu o kadar derinde ama aynı zamanda güçlü bir şekilde yapıyordum ki dışarıya çoğu zaman kendine güvenen herşeyin yolunda olduğuna inandıran bir Erim görüntüsü veriyordum. Bu içsel savaş içinde, aslında yaşamımın bütününü görmek söz konusu değildi ve hayallerim, tutkum kaybolmuştu belki de hiç bir zaman ortaya çıkmamıştı. Anı yaşamıyordum çoğu zaman. Bu içsel mücadelenin ve karmaşanın içinde an ne kadar yaşanabilir ki ?

8175635651_1c979a79c0_b.jpg

Hastalığa yakalanma ve tespit edilme sürecini anlatır mısın?
Hastalığın tespit süreci 2000 yılının Nisan ayına denk geliyor. O zamana kadar gayet sağlıklı olan daha doğrusu olduğunu sanan ben hiç bir operasyon geçirmemiş doğru düzgün tıbbi tahlil bile yaptırmamışken bir tesadüf ( !) eseri iş gereği gittiğim Adapazarı’ nda yanımdakilerin ve laborant görevlinin zoruyla kan testi yaptırdım. O hastaneye bayim ile birlikte müşteri ziyareti kapsamında laborant görevliyi ziyaret amacıyla gitmiştik. Bayim, şeker hastasıydı ve rutin kan testini yaptırmak istemişti. Kısmet bana da test yapılmasıymış… Hastalığın  tespit edilmeden önceki yaklaşık 8-10 aylık süreçte ayağımda aynı çürük gibi morluklar oluşmuştu ayrıca normalde gayet iyi koşarken çok çabuk yorulmaya başlamıştım ve dalağım ağrımaktaktaydı. Tabii ben hep ihmal etmiş hiçbir rahatsızlığı kendime kondurmamıştım. Halbuki muayene yapıldığında dalağın neredeyse büyümekten patlama noktasına geldiği anlaşıldı.

O anki duygularını ve sende yaşanan dönüşümü anlatır mısın?
İlk kanser olduğum söylendiğindeki anı unutmuyorum bir anda donmuş kalmıştım ama sanki uzun zamandır böyle bir cevabı bekliyormuş ve hazırlıklıymış gibi de karşılamıştım bu durumu. Ondan sonraki süreç güçlenme ve hastalığı yaratan duygu ve inanç sistemlerini fark etme ve yoğun bir şekilde yüzleşme ile geçen zorlu ama aynı zamanda farkındalık dolu bir yolculuktu benim için. Özellikle içerde kendini sevgisiz, güvensiz, değersiz hisseden kendini acımasızca yargılayan Erim ile buluşmaktı benim için. Buna benmerkezci Erim’le buluşmayı da eklemek isterim ki kanseri yaratan ve besleyen en önemli taraflardan biridir benmerkezcilik..

İyileşme sürecin nasıl oldu? Neler yaptın, hangi şifa tekniklerinden yararlandın?
Modern tıbba destek olarak bioenerji ve Acmos terapi ile başladı benim tamamlayıcı terapiler ile tanışmam. Bu reiki, taşlarla ve renklerle terapi çalışmalarıyla devam etti. Yine aynı zamanlarda 2000 yılının eylül ayında yoga ve meditasyon çalşmalarıma başladım. Meditasyon özellikle içsel inanç kalıplarının ve bilinçaltının temizlenmesinde farkındalık anlamında destek olurken yoga enerjimi dengeli kullanmama ve dengede kalmama yardımcı oldu. Yine akabinde başladığım içsel enerjiyi artırmaya ve yönlendirmeye yönelik mikrokozmik yörünge meditasyonu çalışmaları  bağışıklık sistemimi daha da güçlendirdi.

Hayatını değiştirme kararını nasıl aldın?
2005 yılına geldiğimde 5 yıla çok yoğun değişim ve dönüşümleri sığdırdığımı farkettim. Aynı zamanda bir sürü eğitim, seminer ve kitap. Etrafımdaki bir çok kişiyle paylaşımlar beni insanın değişimi konusuna daha çok tutku duymaya yöneltti. Kesin olarak bu konuda çalışmamın benim gerçek tutkum ve isteğim olduğunu fark ettim. İnsanların yaşamlarına dahil olup değişim süreçlerinde yanlarında olmak ve bu süreci izlemek bana müthiş heyecan veriyordu. Bu geçiş süreci ve o zman çalıştığım işi sonlandırıp profesyonel anlamda koçluk alanına geçiş yapmam 2007 sonuna tekabül ediyor.

Hangi eğitimleri aldın?
Reiki eğitimleri, yoga, meditasyon, taşlarla ve renklerle terapi, duygusal özgürleştirme tekniği, ZSG Sinerjik şifa tekniği, Rasheeba, ICF onaylı toplam 15 günlük program olan Ko-Aktif Koçluk eğitimi.

Şu an mesleğini nasıl tanımlıyorsun?
Kişisel Gelişim desteği sunan Koçluk yeni bir meslek ve dunyada 15-20 yıl Türkiye’de ise 8-10 yıl civarında bir geçmişi var . Kişisel gelişimi ve danışanın başlattığı değişimi desteklemek temelinde  kurulan profesyonel bir ilişki aslında. Bireylerin iş ve özel yaşamlarında karşılaştıkları zorluklar değişim ve değişimi yönetme ihtiyacı doğurur. Koçluk çalışması danışanın Harekete geçmek/İlerlemek/ Değişmek isteği ve potansiyeline odaklanır. Koçluk, danışanın destek aldığı profesyonel ile çalışma şekli açısından benzersizdir: bu profesyonel ilişkide koç değil danışan liderdir. Son karar veren ve uygun hareketleri başlatma sorumluluğunu taşıyan danışandır. Danışan kendi sorumluluğunu ve verdiği sözlere uyma yükümlülüğünü kabul eder. Koç, bu süreçte danışanı için en iyiyi ister ve hedefe ulaşması için sahip olduğu beceri ve tekniklerle danışanını destekler.

Koç amaçlanan sonuca ulaşmak için; danışanın kendi cevaplarını bulması, eylem adımlarını belirlemesi ve sonuçlar alması için gerekli süreci en etkin şekilde gerçekleştirmekten sorumludur. Koç, danışanına koşulsuz sevgiyle yaklaşır, tüm danışanlarına eşit ve yüksek değer verir. Danışanını asla yargılamaz, analiz etmez, suçlamaz, eleştirmez. Koçlukta gizlilik ilkesi esastır; danışanıyla ilgili tüm bilgileri bir üçüncü kişiyle asla paylaşmaz. Koç, seans sırasında kendi gündemini, hayatını bir kenara koyar. Koç, tüm iç konuşmalarını susturur. Sahnede sadece danışan vardır, projektör-odak danışanın üzerindedir. Ve koç, danışanının güçlü yönlerine odaklanır. Danışanına seans sonlarında ödevler verir. Bir koçluk sürecinin koçluk olması için, seansın sonunda danışanda değişim olmalıdır, danışan eyleme geçmelidir. Değişim-eylem yaratmamış bir seans koçluk değildir. Koç, kendini sürekli yenilemek durumundadır.

Nasıl bir çalışma izliyorsun?
Erim Yaşam Koçluğu sistemi bir çok tekniğin ve 10 yıllık ruhsal, dünyasal  deneyimlerimin bir kombinasyonu olarak oluşturuldu. Bunlar arasında enerji, nefes, meditasyon ve koaktif koçluk teknikleri ile yarattığım bir takım özgün geçmişi bırakma tekniklerini sayabiliriz. 12 senelik yolun profesyonel iş yaşamımda deneyimlediğim ve gözlemlediklerim de, sistemin özel yaşama olduğu kadar iş yaşamına da güçlü bir şekilde hitap etmesine imkan tanımıştır.

Sistemi benzersiz kılan bir diğer özellik 10 yıldır deneyimlediğim yolun ve derin bir içsel yolculuğun kazandırdığı bilgeliği ve özgün teknikleri de içeriyor olması. Günümüzde değişim herkes için çok hızlanmıştır ve bu içe dönmeyi farkındalık kazanıp daha güçlü ve bütün bir şekilde dışa yönelmeyi gerektirmektedir. Danışanlarıma sunduğum her biri 1.5 saatten oluşan 8 seanslık programın ilk bölümünde yoğun olarak danışan kendisini  geçmişte tutan ve ilerlemesini engelleyen taraflarını, duyguları ve inanç sistemlerini keşfedip özgürleşirken aynı zamanda güçlenme ve dengelenme sürecine girer. İkinci bölüm ise  geçmişin ayrık otlarından temizlenmiş tarla olarak  tabir ettiğim yeni alana danışanla birlikte yaşamındaki yenilikleri, istek ve tutkuların tohumunu ekmekten oluşmakta. Böylece değişim danışanın istekleri doğrultusunda hızlanmakta ve yaşamını yeniden yaratmakta. Sistemin diğer güçlü özelliği her seansın sonunda o çalışmayla ilgili danışan ve koçun birlikte belirlediği ödevler.. Bu ödevler çeşitli uygulamaları içerdiği gibi danışanın çarpıcı deneyimlerini ve hissettiklerini paylaşması kapsamında çok önemli geri bildirimler sallamakta. Böylece öğrenme ve değişim süreci daha kalıcı ve uygulanabilir duruma gelmekte. Koçluk hizmeti almak isteyenlerle hem tanışmak hem de sistemimi tanıtıp onlara özel koçluk sürecini dizayn etmek ereğiyle ücretsiz bir ön görüşme yapmaktayım.

Şimdiki Erim Ergün’ü nasıl tanımlıyorsun?
AşK dolu, anı yaşayan ve koçluk ve yazmayı  tutkusu olarak yaşayan bir kişi.

Hedeflerin ve amacın..
Kısa vadede iki kitap çıkarmak istiyorum. İkisi de 2011 yılı içinde birisi ruhsallık, aşk içeren denemeler kitabı. Diğeri ise kısa ve özlü sözlerimi toparladığım kişisel değişim kitabım. Bunun dışında deniz kenarında doğa içinde bir arınma ve değişim merkezi kurmak, üyesi olduğum ruhsal görevimi ifa ettiğim Süper İnsanlık Realitesi Derneği’ndeki görevimi barış, sevgi ve insanlık için daha geniş kitlelere ulaştırmak adına yeni yapılanmalara gitmek. Hepsi zaman içinde belli bir düzen içinde gerçekleşecek..

Bu konuyu yazdır

  Şamanların Zihinsel Hastalıklara Bakışı
Yazar: Spiritüeller - 03-06-2017, Saat: 13:58 - Forum: ŞAMANİZM - Yorum Yok

ŞAMANİK görüşe göre, zihinsel hastalıklar “bir şifacının doğuşunu” işaret etmektedir, diye açıklıyor Malidoma Patrice Somé. Dolayısıyla, zihinsel rahatsızlıklar ruhsal acil durumlardır, ruhsal bunalımlardır; ve doğmakta olan şifacıya yardım etmek için böyle görülmelidir. Batı’da zihinsel hastalık olarak görülen şeye Dagara halkı “öte alemden iyi haberler” olarak bakar. Bu bunalımı geçirmekte olan kişi, ruhlar aleminden aktarılıp topluluğa iletilmesi gereken bir mesaja aracılık etmesi için seçilmiştir. Dr. Somé, “Zihinsel rahatsızlık, her türden davranış bozuklukları; uyumsuz oldukları aşikar iki enerjinin aynı alanda kaynaşmış olduğunun işaretidir” diyor. Bu rahatsızlıklar, söz konusu kişi, ruhlar aleminden gelen enerjinin mevcudiyetiyle başa çıkma konusunda yardım almadığında, ortaya çıkar.

1980’de üniversite öğrencisi olarak ABD’ye ilk kez geldiğinde Dr. Somé’nin ilk karşılaştığı şeylerden biri, bu ülkenin zihinsel hastalıkları ele alış tarzıydı. Öğrenci arkadaşlarından biri “sinirsel buhran” nedeniyle bir zihin sağlığı merkezine yatırıldığında, Dr. Somé onu ziyarete gitti.

“Şoka uğradım. Kendi köyümde görmüş olduğum belirtileri gösteren insanlara burada neler yapıldığı gerçeğiyle ilk kez yüz yüze gelmiştim.” Dr. Somé’un dikkatine çarpan şey, bu türden belirtilere patolojiyi, yani bu durumun durdurulması gereken bir şey olduğu fikrini temel alarak yaklaşılmasıydı. Kendi kültürünün benzeri durumlardaki yaklaşımına tamamen tersti. Bazıları deli gömleği giydirilmiş, ilaçlarla kendilerinden geçmiş veya çığlık atan hastaların tutulduğu çıplak duvarlı hastane salonuna bakarken kendi kendine, “Demek ki bu kültürde, doğmaya çalışan şifacılara böyle davranılıyor. Öte alemden bir güçle nihayet aynı çizgiye gelmiş bir insan böyle harcanıp gitsin, ne büyük kayıp!”

Bunu, Batılı zihne daha çok anlam ifade edecek biçimde anlatacak olursak, Batı dünyasında bizlere psişik fenomenlerle, ruhsal alemle nasıl başa çıkılacağı, hatta bunların varlığının nasıl takdir edileceği öğretilmiyor. Doğrusu, psişik yeteneklere çamur atılır. Ruhsal alemden enerjiler Batılı bir psişede ortaya çıktığında, o birey bunları bütünleştirmek ve hatta neler olduğunu anlamak konusunda tamamen donanımsızdır. Sonuç, dehşet verici olabilir. Başka bir gerçeklikten yapılan hamle ile başa çıkmak için uygun bağlam ve yardım olmadığında, o kişi her anlamda delirmiştir. Antipsikotik ilaçların ağır dozlarda verilmesi sorunu daha da artırır ve bu enerjileri almış olan bireydeki ruhsal gelişime ve büyümeye yol açabilecek olan bütünleşme engellenir.

O akıl sağlığı hastanesinde, Dr. Somé hastaların etrafında dolanan çok sayıda “varlık” gördü: pek çok kişi tarafından görülemeyen ancak şamanların ve psişiklerin görebildiği bu varlıklar, “buradaki insanların bunalımına sebep olmaktaydılar” diye anlatıyor. Bu varlıklar, birleşmeye çalıştıkları insanların bedenlerinden ilaçları ve ilaçların etkilerini söküp çıkartmaya uğraşmakta gibiydiler ve bu nedenle, hastaların çektiği acıları artırıyorlardı. “Bu varlıklar, hastaların enerji alanında bir tür eksavatör gibi iş görmekteydiler. Varlıklar bu konuda çok ciddi çalışmaktaydı. Üstlerinde çalıştıkları hastalar ise o sırada bağırıp çığlık atmaktaydılar,” diye anlatan Dr. Somé bu ortama daha fazla dayanamayıp oradan ayrılmak zorunda kalmıştı.

Dagara geleneğinde, topluluk bu her iki alemin enerjilerini uzlaştırması için bireye yardım eder: “kişinin kaynaştığı ruhun dünyası ile köyün ve topluluğun dünyası.” O zaman, bu kişi bu alemler arasında köprü olarak iş görür; ihtiyaç duydukları bilgi ve şifa ile yaşamalarına yardım eder. Dolayısıyla, söz konusu ruhsal bunalım bir başka şifacının doğumuyla sona erer. Dr. Somé, “Diğer alemin bizimki ile ilişkisi bir destek ilişkisidir,” diye açıklıyor. “Çoğu kez, bu türden kaynaşmalardan doğan bilgi ve beceriler, doğrudan diğer alem tarafından sağlanan bir bilgi veya beceridir.”

Zihin hastalıkları hastanesinde yatan hastaların acısını artıran varlıklar, mesajlarını bu dünyaya duyurmak için bu hastalarla kaynaşım sağlamaya çalışmaktaydılar aslında. Kaynaşım için seçtikleri insanlar, alemler arasında köprü nasıl köprü olacaklarına dair hiçbir yardım almıyorlardı ve bu varlıkların kaynaşım girişimleri köstekleniyordu. Sonuç ise enerjinin başlangıçta oluşturduğu rahatsızlığın sürmesi ve bir şifacının doğumunun sekteye uğramasıdır.

Dr. Somé, “Batı kültürü, şifacının doğuşunu sürekli olarak görmezden gelmekte,” diyor. “Bunun sonucunda, birilerinin dikkatini çekmek için, öte alemden olabildiğince çok sayıda insanla temasa geçmeye çalışma eğilimi olacaktır. Daha çok çaba harcamak zorundalar.” Ruhlar, duyuları uyuşturulmamış insanlara çekilmektedir. “Duyarlılık, içeri girmeleri için bir tür davet olarak yorumlanmakta,” diyor. Güya zihinsel rahatsızlıklar geliştiren kişiler duyarlı kişilerdir ki bu Batı kültüründe aşırı duyarlılık olarak görülmektedir. Yerli kültürler buna bu şekilde bakmazlar ve dolayısıyla da duyarlı insanlar kendilerini aşırı duyarlı görmez. Dr. Somé, Batı’da “içinde bulundukları kültürün aşırı yükü onları ezip yıkmakta” diyor. Çılgıncasına bir tempo, duyuların sürekli bombardımana maruz kalması ve Batı kültürünü tanımlayan şiddet enerjisi duyarlı insanları bunaltmaktadır.

f01ce502715837920e87942116372980.jpg


Şizofreni ve Yabancı Enerji
Şizofreni söz konusu olduğunda, Dr. Somé bunu “kontrol edilemeyen bir imge ve bilgi akışına özel bir açık oluş hali” olarak tanımlıyor. “Bu türden bir hızlı akış şahsen seçilmemiş bir zamanda meydana geldiğinde ve özellikle de korkutucu ve çelişkili imgelerle birlikte geliyorsa, o kişi bir taşkınlık haline girer.” Dr. Somé’ye göre bu durumda gereken, ilk olarak, o kişinin enerjisini (“süpürme” denilen) şamanik uygulamalarla dışsal yabancı enerjilerden ayırıp bireyin aurasını bu etkiden temizlemektir. Enerji alanlarının temizlenmesiyle, söz konusu kişi bu bilgi selini artık almaz olur ve artık korkması ve rahatsız olması için bir sebep kalmaz. Ve artık, diğer alemden mesajını iletmeye çalışan ruhun enerjisi ile aynı çizgiye gelmesinde bu kişiye yardım etmek mümkün olur. Bu belirmenin engellenmesi, sorunları yaratan şeydir. Dr. Somé, “Şifacının enerjisi yüksek voltajlı bir enerjidir” diyor; “akmasına izin verilmediğinde o kişiyi yakıp yıkar. Bu, kısa devre gibidir. Sigortalar atar. Ve bu nedenle de çok korkutucu olabilir. Bu kültürün bu insanları bir yere kapamayı tercih etme nedenini anlıyorum; bağırıp çığlık atıyorlar ve orada, deli gömleği giydiriliyor onlara. Üzücü bir manzara.”

Tekrarlayalım; şamanik yaklaşım, engeller olmayana, “sigortalar” atmayana ve söz konusu kişiler olmaları gerektiği gibi şifacılar haline gelene dek enerjileri hizalama üstünde çalışmaktır.

Bu noktada şunu da belirtmek gerekir: bir kişinin enerjetik alanına giren ruh varlıklarının illa ki hepsi şifayı desteklemek amacıyla gelmemiştir. Auradaki istenmeyen mevcudiyetler olan negatif enerjiler de vardır. Böyle vakalarda ise şamanik yaklaşım, uyumsuz enerjileri hizalamak için çalışmaktan ziyade bunları auradan uzaklaştırmak şeklindedir.

Alex: ABD’de deli, Afrika’da şifacı
Zihinsel hastalıklarla ilgili şamanik görüşün yerli kültürlerde olduğu kadar Batı dünyasında da geçerli olduğuna ilişkin inancını test etmek isteyen Dr. Somé, bir akıl hastasını yanına alıp Afrika’daki köyüne götürdü. “Zihinsel hastalıkların başka bir alemden bir varlıkla aynı çizgiye gelme süreciyle bağlantılı ve bu durumun dünyanın her yanında geçerli olup olmadığını bulmak gibi bir meraka kapılmıştım.”

Alex, 18 yaşında bir Amerikalıydı; 14 yaşındayken bir psikotik dönem geçirmişti. Sanrılar görmüştü, intihara kalkışmıştı ve tehlikeli bir biçimde ciddi depresyon devrelerine girip çıkmıştı. Bir akıl sağlığı merkezine yatırılmış, ağır ilaç tedavisi görmekteydi ama hiç biri işe yaramıyordu. Dr. Somé, “Ana babası her şeyi yapmıştı ama nafile,” diye anlatıyor, “daha başka ne yapabileceklerini bilmez haldeydiler.”

Onların iznini alan Dr. Somé, oğullarını Afrika’ya götürdü. Orada geçirdiği sekiz aydan sonra Alex son derece normalleşti. Şifacılara yardım eder, bütün gün onlara oturup başvuran kişilere yaptıkları şeylere katılmaya bile başlamıştı. “Köyümde dört yıl kadar kaldı. Alex daha fazla şifaya ihtiyaç duyduğundan değil de istediği için kaldı. Kendisini bu köyde, Amerika’dakinden daha çok güvende hissediyordu.”

Enerjisini ve ruhsal alemden uzanan varlığın enerjisini aynı çizgiye getirmek üzere, Alex bu amaçla tasarlanmış bir şamanik törenden geçti ancak bu, Dagara halkının kullandığından biraz daha farklıydı. Dr. Somé “Köyde doğmamış olduğundan başka bir şey uygulandı. Ama tören harfiyen aynı olmamasına rağmen alınan sonuç benzerdi” diyerek açıklıyor. Enerjiyi hizalamanın Alex’in şifalanmasına yardım etmesi, Dr. Somé’ye başka alemlerin varlıkları ve zihinsel hastalıklar arasındaki bağlantının coğrafyaya bağlı olmadığını göstermiş.

Törenden sonra Alex, söz konusu ruhsal varlığın bu alem için getirdiği mesajları paylaşmaya başlamış. Ne yazık ki bunları anlattığı insanlar İngilizce bilmemekteydiler (o sırada, Dr. Somé köyde değilmiş.) Ancak bu deneyimin sonunda Alex psikoloji okumak için üniversiteye dönme kararı almış. Dört yılın ardından ABD’ye dönmüş çünkü “yapması gereken  şeylerin hepsini yapmış olduğunu keşfetti, artık hayatına devam edebilirdi.”

Dr. Somé’un aldığı son habere göre Alex, Harvard Üniversitesinde psikoloji okumaktaydı. Oysa, onun yüksek öğrenim şöyle dursun liseyi bile bitirebileceğini kimse düşünmezdi.

Dr. Somé, Alex’in zihinsel hastalığının neyle ilgili olduğunu şöyle özetliyor: “Yardım arayışındaydı. Bu bir imdat çağırısıydı. Onun işi ve amacı bir şifacı olmaktı. Ancak buna hiç kimsenin dikkat etmediğini söyledi.”

Şamanik yaklaşımın Alex için işe yaradığını gördükten sonra Dr. Somé,  ruhsal varlıkların Afrika’daki kendi toplumu kadar Batı’da da bir mesele olduğu sonucuna vardı. “Ancak bu sorunun yanıtının, yanıtı bulmak için başka bir kıtaya gitmek zorunda kalmamak için burada bulunması gerekiyor. Bu deneyimin tamamının, insanlara yardım edebilecek uygun töreni ortaya çıkarma olasılığına yol açabilmesi  için dikkati biraz da patolojinin ötesine çevirmenin bir yolu olmalı.”

Ruhsal Bağlantıya Özlem
Batı’daki “zihinsel” rahatsızlıklarda Dr. Somé’nin dikkatini çeken ortak yan, “dolaşımı durdurulmuş çok kadim bir atasal enerjinin söz konusu kişilerde nihayet açığa çıkması” idi. Bu durumda o kişinin görevi o ruhun ne olduğunu keşfetmek üzere zamanda geri giderek, bu enerjinin izini sürmektir. Çoğu vakada, “söz konusu ruh doğayla, özellikle dağlar ve büyük nehirlerle bağlantılıdır,” diyor.

Bu fenomeni açıklamak için, vaka dağlarla ilgili diyelim, “dağın ruhu o kişi ile yan yana yürümektedir ve bunun sonucunda bir zaman-mekan bozulması yaratıp buna yakalanan insanı kötü etkilemektedir.” Gereken şey bu iki enerjinin kaynaşması veya hizalanmasıdır ki “böylece o kişi ve dağın ruhu bir hale gelebilsin.” Yine, şamanlar bu hizalanmayı ortaya çıkartacak belirli bir tören yaparlar.

Dr. Somé, bu durumla ABD’de bu kadar sık karşılaşmasının nedeninin “bu ülkenin yapısının büyük kısmının makine enerjisinden oluşması ve bunun sonucunda, geçmişle bağlantı kopması veya kopartılması”na bağlı olduğuna inanıyor. “Geçmişten kaçabilirsiniz ama ondan saklanamazsınız.” Doğa aleminin ata ruhları bizleri ziyaret etmektedir. Ruhun istediği şey, o kişinin istediği şeyden çok farklı değil, diyen Dr. Somé “ruhun bizde gördüğü, muazzam bir şeye, yaşamı anlamlı kılacak bir şeye yapılan bir davettir ve dolayısıyla da ruh, buna yanıt vermektedir” diye açıklıyor.

Yaptığımızdan bile habersiz olduğumuz bu davet “materyalizmi ve eşyalara sahip olma tutkusunun çok ötesinde olan ve somut bir kozmik boyuta yönelen derin bir bağlantıya duyulan güçlü bir özlemi” yansıtmaktadır. Bu özlemin büyük kısmı bilinçsizcedir ama ruhlar açısından bilinçsiz olan ile bilinçli olan şeyler arasında herhangi bir fark yoktur.” Onlar her ikisine de yanıt vermektedir.

Dağ ile insan enerjilerini kaynaştırma töreninin parçası olarak, “dağ enerjisi”ni almakta olanlar kendi seçtikleri bir dağlık alana yollanır ve orada, kendilerine uygun gelen bir taş parçası bulurlar. Törenin geri kalanı için ise bu taşı alıp getirmeleri ve bir dost olarak saklamaları gerekmektedir; bazıları ise taşlarını gerçekten yanlarında taşımaktadır. “Taşın mevcudiyeti, o kişinin algılama becerisini ayarlamak bakımından çok işe yarar” diyor Dr. Somé, “böylece, kullanabilecekleri her türden bilgiyi almaya başlarlar; bu adeta, yaşamlarını nasıl yaşamaları gerektiğine dair başka bir alemden somut rehberlik almaları gibidir.”

Söz konusu “nehir enerjisi” ise, bu varlıklara nehire gitmeleri ve nehir ruhuyla konuşup yine benzer bir tören yapmak için bir su taşı seçip getirmeleri söylenir.

“İnsanlar böyle olağanüstü bir durumda olağanüstü bir şey yapılması gerektiğini düşünürler ama durum genellikle bu değildir. Bazen, bir küçük taş taşımak kadar basittir.

Zihinsel Hastalıklara Kutsal Tören Yaklaşımı
Bir şamanın Batılı dünyaya verebileceği armağanlardan biri de insanların ne yazık ki artık yok olmak üzere olan törensel yaklaşımı tekrar keşfetmelerine yardımcı olmaktır. Dr. Somé Ritual:  Power, Healing, and Community (Tören: Erk, Şifalanma ve Topluluk) adlı kitabında “Törenin terk edilmesi yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Ruhsal görüş açısından, kişi yaşayacaksa eğer tören kaçınılmaz ve gereklidir” diye yazmakta. “Sanayileşmiş dünyada törene ihtiyaç olduğunu söylemek az bile. Kendi halkımda gördüğüm kadarıyla, onsuz olup da aklı başında yaşamak imkansız gibi.”

Dr. Somé, kendi geleneksel köyünden çıkarılıp Batı’ya aktarılabileceğini düşünmediğinden, burada yıllardır yaptığı şamanik çalışmalar sırasında Batılı kültürün çok farklı ihtiyaçlarını karşılayan törenler tasarlamış. Törenler söz konusu birey veya gruba göre değişiklik gösterse de genelde belirli törenler için ortak bir ihtiyaç olduğunu görmüş.

Bu törenlerden biri, insanların yaşadığı rahatsızlığın sebebinin“başka alemden varlıkların, şifa çalışmalarında işbirliği yapmaya onları davet etmesi” olduğunu keşfetmelerine yardımcı olmakla ilgili. Tören, onların bu rahatsızlık halinden çıkıp bu daveti kabul etmelerini sağlıyor. Bir başka tören ihtiyacı ise inisiyasyon ile ilgili. Dünyanın dört bir yanındaki yerli kültürlerde, gençler belirli bir yaşa geldiklerinde yetişkinliğe adım atma töreninden geçirilmektedir. Batılı dünyada böyle inisiyasyonların eksikliği, günümüz gençliğinin yaşadığı bunalımın bir nedenidir, diyor Dr. Somé. Toplumları, “bu türden deneyim yaşamış insanların yaratıcı enerjilerini bir araya getirip bu bunalımda küçük de olsa bir gedik açmak üzere bir tür alternatif tören oluşturma girişimine” acilen çağırıyor.

Yardım almak için ona başvuranların ihtiyaçlarını tekrar tekrar anlatan bir başka tören ise bir şenlik ateşi yakmayı içeriyor; bu ateşe “bireylerin içlerinde taşınan meselelerin sembolleri olan nesneler konulur… Ardında cinayet ve köleleştirme mirası bırakan bir ataya karşı duyulan öfke ve hüsran meseleleri veya atanın torunlarının kendi hayatlarında birlikte yaşamak zorunda kaldıkları şeyler söz konusu olabilir. Bunlara, insan hayalgücünü engelleyen şeyler olarak yaklaşılacak olursak, kişinin yaşam amacı ve hatta kişinin yaşama bakışı iyileştirilebilir bir şeye dönüşür; o zaman, bu engeli daha yaratıcı ve daha doyurucu bir şeye uzanan bir yola nasıl dönüştürüleceği üzerine düşünmek daha anlamlı hale gelir.”

Dr. Somé tarafından tasarlanan ve atalarla ilgili meselelere seslenen törenler Batılı toplumdaki ciddi bir işlev bozukluğuna işaret etmekte ve katılımcılarda “aydınlanmayı tetiklemekte”dir. Bunlar atasal törenlerdir ve hedef aldıkları işlev bozukluğu ise atalara kitlesel olarak sırt dönülmüş olmasıdır. Az önce anlatıldığı gibi, başka bir alemden uzanmaya çalışan bazı ruhlar  “kendileri fiziksel bedende iken yapamadıkları şeyleri şifalandırma girişimi olarak torunlarından biriyle kaynaşmak isteyen atalar” olabilirler.

“Yaşayanlar ve ölüler arasındaki ilişki dengede olmadıkça kaos ortaya çıkar” diyen Dr. Somé, “Dagara halkı böyle bir dengesizlik varsa, atalarını şifalandırma görevinin yaşayanların sorumluluğu olduğuna inanır” diye ekliyor; “Bu atalar şifalandırılmazsa, hasta enerjileri, onlara yardım etmekten sorumlu olanların canlarını ve psişelerini rahatsız edecektir.” Törenler, ister tek bir ataya özgü belirli meseleler ister geçmişimizde kalmış daha büyük çaplı kültürel meseleler olsun, atalarımızla ilişkimizi şifalandırmaya odaklanır ve Dr. Somé bu törenlerde sıra dışı şifalanma vakalarına tanık olmuş.

Bir kişiye patolojik bir vaka olarak bakmaktansa zihinsel hastalıklara kutsal tören yaklaşımı ile bakmak bu hastalıktan mustarip kişiye –ve aslında  genelinde topluma- bu hastalıklara daha geniş bir bakış açısından bakma şansı verir ve bu, Dr. Somé’ye göre “törene katılan herkese çok ama çok faydalı olabilen bir fırsat ve törensel inisiyatif bolluğu sağlamaktadır.”

ŞAMANİK görüşe göre, zihinsel hastalıklar “bir şifacının doğuşunu” işaret etmektedir, diye açıklıyor Malidoma Patrice Somé. Dolayısıyla, zihinsel rahatsızlıklar ruhsal acil durumlardır, ruhsal bunalımlardır; ve doğmakta olan şifacıya yardım etmek için böyle görülmelidir. Batı’da zihinsel hastalık olarak görülen şeye Dagara halkı “öte alemden iyi haberler” olarak bakar. Bu bunalımı geçirmekte olan kişi, ruhlar aleminden aktarılıp topluluğa iletilmesi gereken bir mesaja aracılık etmesi için seçilmiştir. Dr. Somé, “Zihinsel rahatsızlık, her türden davranış bozuklukları; uyumsuz oldukları aşikar iki enerjinin aynı alanda kaynaşmış olduğunun işaretidir” diyor. Bu rahatsızlıklar, söz konusu kişi, ruhlar aleminden gelen enerjinin mevcudiyetiyle başa çıkma konusunda yardım almadığında, ortaya çıkar.

1980’de üniversite öğrencisi olarak ABD’ye ilk kez geldiğinde Dr. Somé’nin ilk karşılaştığı şeylerden biri, bu ülkenin zihinsel hastalıkları ele alış tarzıydı. Öğrenci arkadaşlarından biri “sinirsel buhran” nedeniyle bir zihin sağlığı merkezine yatırıldığında, Dr. Somé onu ziyarete gitti.

“Şoka uğradım. Kendi köyümde görmüş olduğum belirtileri gösteren insanlara burada neler yapıldığı gerçeğiyle ilk kez yüz yüze gelmiştim.” Dr. Somé’un dikkatine çarpan şey, bu türden belirtilere patolojiyi, yani bu durumun durdurulması gereken bir şey olduğu fikrini temel alarak yaklaşılmasıydı. Kendi kültürünün benzeri durumlardaki yaklaşımına tamamen tersti. Bazıları deli gömleği giydirilmiş, ilaçlarla kendilerinden geçmiş veya çığlık atan hastaların tutulduğu çıplak duvarlı hastane salonuna bakarken kendi kendine, “Demek ki bu kültürde, doğmaya çalışan şifacılara böyle davranılıyor. Öte alemden bir güçle nihayet aynı çizgiye gelmiş bir insan böyle harcanıp gitsin, ne büyük kayıp!”

Bunu, Batılı zihne daha çok anlam ifade edecek biçimde anlatacak olursak, Batı dünyasında bizlere psişik fenomenlerle, ruhsal alemle nasıl başa çıkılacağı, hatta bunların varlığının nasıl takdir edileceği öğretilmiyor. Doğrusu, psişik yeteneklere çamur atılır. Ruhsal alemden enerjiler Batılı bir psişede ortaya çıktığında, o birey bunları bütünleştirmek ve hatta neler olduğunu anlamak konusunda tamamen donanımsızdır. Sonuç, dehşet verici olabilir. Başka bir gerçeklikten yapılan hamle ile başa çıkmak için uygun bağlam ve yardım olmadığında, o kişi her anlamda delirmiştir. Antipsikotik ilaçların ağır dozlarda verilmesi sorunu daha da artırır ve bu enerjileri almış olan bireydeki ruhsal gelişime ve büyümeye yol açabilecek olan bütünleşme engellenir.

O akıl sağlığı hastanesinde, Dr. Somé hastaların etrafında dolanan çok sayıda “varlık” gördü: pek çok kişi tarafından görülemeyen ancak şamanların ve psişiklerin görebildiği bu varlıklar, “buradaki insanların bunalımına sebep olmaktaydılar” diye anlatıyor. Bu varlıklar, birleşmeye çalıştıkları insanların bedenlerinden ilaçları ve ilaçların etkilerini söküp çıkartmaya uğraşmakta gibiydiler ve bu nedenle, hastaların çektiği acıları artırıyorlardı. “Bu varlıklar, hastaların enerji alanında bir tür eksavatör gibi iş görmekteydiler. Varlıklar bu konuda çok ciddi çalışmaktaydı. Üstlerinde çalıştıkları hastalar ise o sırada bağırıp çığlık atmaktaydılar,” diye anlatan Dr. Somé bu ortama daha fazla dayanamayıp oradan ayrılmak zorunda kalmıştı.

Dagara geleneğinde, topluluk bu her iki alemin enerjilerini uzlaştırması için bireye yardım eder: “kişinin kaynaştığı ruhun dünyası ile köyün ve topluluğun dünyası.” O zaman, bu kişi bu alemler arasında köprü olarak iş görür; ihtiyaç duydukları bilgi ve şifa ile yaşamalarına yardım eder. Dolayısıyla, söz konusu ruhsal bunalım bir başka şifacının doğumuyla sona erer. Dr. Somé, “Diğer alemin bizimki ile ilişkisi bir destek ilişkisidir,” diye açıklıyor. “Çoğu kez, bu türden kaynaşmalardan doğan bilgi ve beceriler, doğrudan diğer alem tarafından sağlanan bir bilgi veya beceridir.”

Zihin hastalıkları hastanesinde yatan hastaların acısını artıran varlıklar, mesajlarını bu dünyaya duyurmak için bu hastalarla kaynaşım sağlamaya çalışmaktaydılar aslında. Kaynaşım için seçtikleri insanlar, alemler arasında köprü nasıl köprü olacaklarına dair hiçbir yardım almıyorlardı ve bu varlıkların kaynaşım girişimleri köstekleniyordu. Sonuç ise enerjinin başlangıçta oluşturduğu rahatsızlığın sürmesi ve bir şifacının doğumunun sekteye uğramasıdır.

Dr. Somé, “Batı kültürü, şifacının doğuşunu sürekli olarak görmezden gelmekte,” diyor. “Bunun sonucunda, birilerinin dikkatini çekmek için, öte alemden olabildiğince çok sayıda insanla temasa geçmeye çalışma eğilimi olacaktır. Daha çok çaba harcamak zorundalar.” Ruhlar, duyuları uyuşturulmamış insanlara çekilmektedir. “Duyarlılık, içeri girmeleri için bir tür davet olarak yorumlanmakta,” diyor. Güya zihinsel rahatsızlıklar geliştiren kişiler duyarlı kişilerdir ki bu Batı kültüründe aşırı duyarlılık olarak görülmektedir. Yerli kültürler buna bu şekilde bakmazlar ve dolayısıyla da duyarlı insanlar kendilerini aşırı duyarlı görmez. Dr. Somé, Batı’da “içinde bulundukları kültürün aşırı yükü onları ezip yıkmakta” diyor. Çılgıncasına bir tempo, duyuların sürekli bombardımana maruz kalması ve Batı kültürünü tanımlayan şiddet enerjisi duyarlı insanları bunaltmaktadır.

Şizofreni ve Yabancı Enerji
Şizofreni söz konusu olduğunda, Dr. Somé bunu “kontrol edilemeyen bir imge ve bilgi akışına özel bir açık oluş hali” olarak tanımlıyor. “Bu türden bir hızlı akış şahsen seçilmemiş bir zamanda meydana geldiğinde ve özellikle de korkutucu ve çelişkili imgelerle birlikte geliyorsa, o kişi bir taşkınlık haline girer.” Dr. Somé’ye göre bu durumda gereken, ilk olarak, o kişinin enerjisini (“süpürme” denilen) şamanik uygulamalarla dışsal yabancı enerjilerden ayırıp bireyin aurasını bu etkiden temizlemektir. Enerji alanlarının temizlenmesiyle, söz konusu kişi bu bilgi selini artık almaz olur ve artık korkması ve rahatsız olması için bir sebep kalmaz. Ve artık, diğer alemden mesajını iletmeye çalışan ruhun enerjisi ile aynı çizgiye gelmesinde bu kişiye yardım etmek mümkün olur. Bu belirmenin engellenmesi, sorunları yaratan şeydir. Dr. Somé, “Şifacının enerjisi yüksek voltajlı bir enerjidir” diyor; “akmasına izin verilmediğinde o kişiyi yakıp yıkar. Bu, kısa devre gibidir. Sigortalar atar. Ve bu nedenle de çok korkutucu olabilir. Bu kültürün bu insanları bir yere kapamayı tercih etme nedenini anlıyorum; bağırıp çığlık atıyorlar ve orada, deli gömleği giydiriliyor onlara. Üzücü bir manzara.”

Tekrarlayalım; şamanik yaklaşım, engeller olmayana, “sigortalar” atmayana ve söz konusu kişiler olmaları gerektiği gibi şifacılar haline gelene dek enerjileri hizalama üstünde çalışmaktır.

Bu noktada şunu da belirtmek gerekir: bir kişinin enerjetik alanına giren ruh varlıklarının illa ki hepsi şifayı desteklemek amacıyla gelmemiştir. Auradaki istenmeyen mevcudiyetler olan negatif enerjiler de vardır. Böyle vakalarda ise şamanik yaklaşım, uyumsuz enerjileri hizalamak için çalışmaktan ziyade bunları auradan uzaklaştırmak şeklindedir.

Alex: ABD’de deli, Afrika’da şifacı
Zihinsel hastalıklarla ilgili şamanik görüşün yerli kültürlerde olduğu kadar Batı dünyasında da geçerli olduğuna ilişkin inancını test etmek isteyen Dr. Somé, bir akıl hastasını yanına alıp Afrika’daki köyüne götürdü. “Zihinsel hastalıkların başka bir alemden bir varlıkla aynı çizgiye gelme süreciyle bağlantılı ve bu durumun dünyanın her yanında geçerli olup olmadığını bulmak gibi bir meraka kapılmıştım.”

Alex, 18 yaşında bir Amerikalıydı; 14 yaşındayken bir psikotik dönem geçirmişti. Sanrılar görmüştü, intihara kalkışmıştı ve tehlikeli bir biçimde ciddi depresyon devrelerine girip çıkmıştı. Bir akıl sağlığı merkezine yatırılmış, ağır ilaç tedavisi görmekteydi ama hiç biri işe yaramıyordu. Dr. Somé, “Ana babası her şeyi yapmıştı ama nafile,” diye anlatıyor, “daha başka ne yapabileceklerini bilmez haldeydiler.”

Onların iznini alan Dr. Somé, oğullarını Afrika’ya götürdü. Orada geçirdiği sekiz aydan sonra Alex son derece normalleşti. Şifacılara yardım eder, bütün gün onlara oturup başvuran kişilere yaptıkları şeylere katılmaya bile başlamıştı. “Köyümde dört yıl kadar kaldı. Alex daha fazla şifaya ihtiyaç duyduğundan değil de istediği için kaldı. Kendisini bu köyde, Amerika’dakinden daha çok güvende hissediyordu.”

Enerjisini ve ruhsal alemden uzanan varlığın enerjisini aynı çizgiye getirmek üzere, Alex bu amaçla tasarlanmış bir şamanik törenden geçti ancak bu, Dagara halkının kullandığından biraz daha farklıydı. Dr. Somé “Köyde doğmamış olduğundan başka bir şey uygulandı. Ama tören harfiyen aynı olmamasına rağmen alınan sonuç benzerdi” diyerek açıklıyor. Enerjiyi hizalamanın Alex’in şifalanmasına yardım etmesi, Dr. Somé’ye başka alemlerin varlıkları ve zihinsel hastalıklar arasındaki bağlantının coğrafyaya bağlı olmadığını göstermiş.

Törenden sonra Alex, söz konusu ruhsal varlığın bu alem için getirdiği mesajları paylaşmaya başlamış. Ne yazık ki bunları anlattığı insanlar İngilizce bilmemekteydiler (o sırada, Dr. Somé köyde değilmiş.) Ancak bu deneyimin sonunda Alex psikoloji okumak için üniversiteye dönme kararı almış. Dört yılın ardından ABD’ye dönmüş çünkü “yapması gereken  şeylerin hepsini yapmış olduğunu keşfetti, artık hayatına devam edebilirdi.”

Dr. Somé’un aldığı son habere göre Alex, Harvard Üniversitesinde psikoloji okumaktaydı. Oysa, onun yüksek öğrenim şöyle dursun liseyi bile bitirebileceğini kimse düşünmezdi.

Dr. Somé, Alex’in zihinsel hastalığının neyle ilgili olduğunu şöyle özetliyor: “Yardım arayışındaydı. Bu bir imdat çağırısıydı. Onun işi ve amacı bir şifacı olmaktı. Ancak buna hiç kimsenin dikkat etmediğini söyledi.”

Şamanik yaklaşımın Alex için işe yaradığını gördükten sonra Dr. Somé,  ruhsal varlıkların Afrika’daki kendi toplumu kadar Batı’da da bir mesele olduğu sonucuna vardı. “Ancak bu sorunun yanıtının, yanıtı bulmak için başka bir kıtaya gitmek zorunda kalmamak için burada bulunması gerekiyor. Bu deneyimin tamamının, insanlara yardım edebilecek uygun töreni ortaya çıkarma olasılığına yol açabilmesi  için dikkati biraz da patolojinin ötesine çevirmenin bir yolu olmalı.”

Ruhsal Bağlantıya Özlem
Batı’daki “zihinsel” rahatsızlıklarda Dr. Somé’nin dikkatini çeken ortak yan, “dolaşımı durdurulmuş çok kadim bir atasal enerjinin söz konusu kişilerde nihayet açığa çıkması” idi. Bu durumda o kişinin görevi o ruhun ne olduğunu keşfetmek üzere zamanda geri giderek, bu enerjinin izini sürmektir. Çoğu vakada, “söz konusu ruh doğayla, özellikle dağlar ve büyük nehirlerle bağlantılıdır,” diyor.

Bu fenomeni açıklamak için, vaka dağlarla ilgili diyelim, “dağın ruhu o kişi ile yan yana yürümektedir ve bunun sonucunda bir zaman-mekan bozulması yaratıp buna yakalanan insanı kötü etkilemektedir.” Gereken şey bu iki enerjinin kaynaşması veya hizalanmasıdır ki “böylece o kişi ve dağın ruhu bir hale gelebilsin.” Yine, şamanlar bu hizalanmayı ortaya çıkartacak belirli bir tören yaparlar.

Dr. Somé, bu durumla ABD’de bu kadar sık karşılaşmasının nedeninin “bu ülkenin yapısının büyük kısmının makine enerjisinden oluşması ve bunun sonucunda, geçmişle bağlantı kopması veya kopartılması”na bağlı olduğuna inanıyor. “Geçmişten kaçabilirsiniz ama ondan saklanamazsınız.” Doğa aleminin ata ruhları bizleri ziyaret etmektedir. Ruhun istediği şey, o kişinin istediği şeyden çok farklı değil, diyen Dr. Somé “ruhun bizde gördüğü, muazzam bir şeye, yaşamı anlamlı kılacak bir şeye yapılan bir davettir ve dolayısıyla da ruh, buna yanıt vermektedir” diye açıklıyor.

Yaptığımızdan bile habersiz olduğumuz bu davet “materyalizmi ve eşyalara sahip olma tutkusunun çok ötesinde olan ve somut bir kozmik boyuta yönelen derin bir bağlantıya duyulan güçlü bir özlemi” yansıtmaktadır. Bu özlemin büyük kısmı bilinçsizcedir ama ruhlar açısından bilinçsiz olan ile bilinçli olan şeyler arasında herhangi bir fark yoktur.” Onlar her ikisine de yanıt vermektedir.

Dağ ile insan enerjilerini kaynaştırma töreninin parçası olarak, “dağ enerjisi”ni almakta olanlar kendi seçtikleri bir dağlık alana yollanır ve orada, kendilerine uygun gelen bir taş parçası bulurlar. Törenin geri kalanı için ise bu taşı alıp getirmeleri ve bir dost olarak saklamaları gerekmektedir; bazıları ise taşlarını gerçekten yanlarında taşımaktadır. “Taşın mevcudiyeti, o kişinin algılama becerisini ayarlamak bakımından çok işe yarar” diyor Dr. Somé, “böylece, kullanabilecekleri her türden bilgiyi almaya başlarlar; bu adeta, yaşamlarını nasıl yaşamaları gerektiğine dair başka bir alemden somut rehberlik almaları gibidir.”

Söz konusu “nehir enerjisi” ise, bu varlıklara nehire gitmeleri ve nehir ruhuyla konuşup yine benzer bir tören yapmak için bir su taşı seçip getirmeleri söylenir.

“İnsanlar böyle olağanüstü bir durumda olağanüstü bir şey yapılması gerektiğini düşünürler ama durum genellikle bu değildir. Bazen, bir küçük taş taşımak kadar basittir.

Zihinsel Hastalıklara Kutsal Tören Yaklaşımı
Bir şamanın Batılı dünyaya verebileceği armağanlardan biri de insanların ne yazık ki artık yok olmak üzere olan törensel yaklaşımı tekrar keşfetmelerine yardımcı olmaktır. Dr. Somé Ritual:  Power, Healing, and Community (Tören: Erk, Şifalanma ve Topluluk) adlı kitabında “Törenin terk edilmesi yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Ruhsal görüş açısından, kişi yaşayacaksa eğer tören kaçınılmaz ve gereklidir” diye yazmakta. “Sanayileşmiş dünyada törene ihtiyaç olduğunu söylemek az bile. Kendi halkımda gördüğüm kadarıyla, onsuz olup da aklı başında yaşamak imkansız gibi.”

Dr. Somé, kendi geleneksel köyünden çıkarılıp Batı’ya aktarılabileceğini düşünmediğinden, burada yıllardır yaptığı şamanik çalışmalar sırasında Batılı kültürün çok farklı ihtiyaçlarını karşılayan törenler tasarlamış. Törenler söz konusu birey veya gruba göre değişiklik gösterse de genelde belirli törenler için ortak bir ihtiyaç olduğunu görmüş.

Bu törenlerden biri, insanların yaşadığı rahatsızlığın sebebinin“başka alemden varlıkların, şifa çalışmalarında işbirliği yapmaya onları davet etmesi” olduğunu keşfetmelerine yardımcı olmakla ilgili. Tören, onların bu rahatsızlık halinden çıkıp bu daveti kabul etmelerini sağlıyor. Bir başka tören ihtiyacı ise inisiyasyon ile ilgili. Dünyanın dört bir yanındaki yerli kültürlerde, gençler belirli bir yaşa geldiklerinde yetişkinliğe adım atma töreninden geçirilmektedir. Batılı dünyada böyle inisiyasyonların eksikliği, günümüz gençliğinin yaşadığı bunalımın bir nedenidir, diyor Dr. Somé. Toplumları, “bu türden deneyim yaşamış insanların yaratıcı enerjilerini bir araya getirip bu bunalımda küçük de olsa bir gedik açmak üzere bir tür alternatif tören oluşturma girişimine” acilen çağırıyor.

Yardım almak için ona başvuranların ihtiyaçlarını tekrar tekrar anlatan bir başka tören ise bir şenlik ateşi yakmayı içeriyor; bu ateşe “bireylerin içlerinde taşınan meselelerin sembolleri olan nesneler konulur… Ardında cinayet ve köleleştirme mirası bırakan bir ataya karşı duyulan öfke ve hüsran meseleleri veya atanın torunlarının kendi hayatlarında birlikte yaşamak zorunda kaldıkları şeyler söz konusu olabilir. Bunlara, insan hayalgücünü engelleyen şeyler olarak yaklaşılacak olursak, kişinin yaşam amacı ve hatta kişinin yaşama bakışı iyileştirilebilir bir şeye dönüşür; o zaman, bu engeli daha yaratıcı ve daha doyurucu bir şeye uzanan bir yola nasıl dönüştürüleceği üzerine düşünmek daha anlamlı hale gelir.”

Dr. Somé tarafından tasarlanan ve atalarla ilgili meselelere seslenen törenler Batılı toplumdaki ciddi bir işlev bozukluğuna işaret etmekte ve katılımcılarda “aydınlanmayı tetiklemekte”dir. Bunlar atasal törenlerdir ve hedef aldıkları işlev bozukluğu ise atalara kitlesel olarak sırt dönülmüş olmasıdır. Az önce anlatıldığı gibi, başka bir alemden uzanmaya çalışan bazı ruhlar  “kendileri fiziksel bedende iken yapamadıkları şeyleri şifalandırma girişimi olarak torunlarından biriyle kaynaşmak isteyen atalar” olabilirler.

“Yaşayanlar ve ölüler arasındaki ilişki dengede olmadıkça kaos ortaya çıkar” diyen Dr. Somé, “Dagara halkı böyle bir dengesizlik varsa, atalarını şifalandırma görevinin yaşayanların sorumluluğu olduğuna inanır” diye ekliyor; “Bu atalar şifalandırılmazsa, hasta enerjileri, onlara yardım etmekten sorumlu olanların canlarını ve psişelerini rahatsız edecektir.” Törenler, ister tek bir ataya özgü belirli meseleler ister geçmişimizde kalmış daha büyük çaplı kültürel meseleler olsun, atalarımızla ilişkimizi şifalandırmaya odaklanır ve Dr. Somé bu törenlerde sıra dışı şifalanma vakalarına tanık olmuş.

Bir kişiye patolojik bir vaka olarak bakmaktansa zihinsel hastalıklara kutsal tören yaklaşımı ile bakmak bu hastalıktan mustarip kişiye –ve aslında  genelinde topluma- bu hastalıklara daha geniş bir bakış açısından bakma şansı verir ve bu, Dr. Somé’ye göre “törene katılan herkese çok ama çok faydalı olabilen bir fırsat ve törensel inisiyatif bolluğu sağlamaktadır.”

Bu konuyu yazdır

  KABALA'NIN GİZEMİ
Yazar: Spiritüeller - 02-06-2017, Saat: 17:21 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Zohar’da şöyle geçer: “Kanunun (Torah) sadece basit deyişler ve masallar içerdiğini söyleyen insana yazıklar olsun. Eğer bu doğru olsaydı, zamanımızda bile daha saygın bir doktrin kitabı derlerdik. Oysa olay farklı, her kelimenin ilahi bir manası vardır ve semavi bir sırdır. Kanun insanların kabul etmeleri için bir beden olarak kelimelerden oluşmuş bir kılıf giymiştir, ancak bilge olanlar kılıfın, kıyafetin içine bakarlar.”

Kabala, kökeni kadim olan ezoterik bir akımdır, menşei meçhuldür. “Kimi onu Hz. Âdem, İbrahim veya Musa’ya indirilen ve emanet edilen bir öğreti olarak görür. Kimi de menşeini Mısır veya Keldani gizemlerinde arar. Kabala Mısır Hertmetizmi gibi evrensel öğeler taşımaktadır. Her zaman temelde sözlü bir gelenek olan Kabala, İbranicede sözcük anlamı olarak da “gelenek”, “alınan sözlü gelenek” veya “kabul edilmiş” karşılığını taşımaktadır. Kabala öğretisine ve uygulamalarına inisiyasyon mutlaka bir yol göstericinin gözetim ve denetiminde gerçekleştirilmelidir. Gizemci bir öğreti olan Kabala’nın, özünde Tanrı’nın Musa’ya aktardığı “ilâhî vahiy” olan Torah’ın (Tevrat) yazılı olmayan gizli bilgilerini içerdiği ileri sürülmüştür. Kabala’nın insana doğrudan Tanrı’ya ulaşma yollarını sağladığı varsayılmıştır. Kabalistik fikirlerin İskenderiye felsefesi ve Gnostik inançlara ve Pitagorcu, Plâtoncu, Hint Brahmancı ve Budist fikirlerine benzerlik arz ettikleri kaydedilmiştir.”[1]

Kabalanın bir kısmı halka açık, mecaz içermeyen, akılcı iken; diğeri ezoterik, alegorik ve mistiktir. Bilgi ve bilgelik akil olana özü itibarı ile verilirken, akil olmayan çoğunluk şekil ile yetinmektedir. Kabala, alma, kabul etme anlamına gelen mistik bir öğretidir. Ayrıca gelenek, görenek demektir. Sözlük anlamı olarak da “elden ele geçirilerek iletilendir”. Bu öğretiye göre Tanrı bütün kâinatı 10 Sefirot (Sayı) vasıtasıyla yaratmıştır. Sefira ya da Sefirot’un sayısı ondur. Sefirotların sayısı değişmez. 10 Sefirayı birbirine bağlayan 22 yol vardır. Bu 22 yol Eski İbrani Alfabesindeki 22 harfe denk düşer. Harfçilik ve sayıcılıkla karışık tasavvufi evren öğretisidir. Kabalanın temel fikri insanın mevcut fiziksel enkarnasyonuna ve evrimine giderek yoğunlaşan tabakalardan geçerek indiğidir. Ritüeller, alıştırmalar ve meditasyonlarla yaratılışta ve uygulayanın bedeninde potansiyel olarak mevcut olan enerji “uyanabilir”, arınabilir ve yönlendirilebilir. Kabala bir kitap veya kitaplar toplamı değil “Evren’in görünür kargaşasını açıklamayı ve zıtlıklarını kolay anlaşılabilir bir kalıp haline getirmeyi amaçlayan bir doktrin”dir. Kabala’nın genel doktrinini, Evrenin bir bütün olduğu, belli bir düzene göre hareket ettiği, evrende görülen her şeyin Tanrı’nın bir parçası ve yeryüzündeki yansıması olduğu, insanın da evrenin ve dolayısıyla Tanrı’nın bir parçası olma sebebiyle adeta küçük evren sayılması gerektiği şeklinde özetlemek mümkündür. Bir din, bir inanış bir felsefe değildir, bir öğretidir. Öğrendiklerini yaşantıya uygulama pratiğidir, tepkisel olmaktan çıkıp, proaktif olabilmeyi amaçlar.

haberrevizyon-haziran-2013-kabala.png

“Kabala, Rönesans döneminden başlayarak Hristiyan toplumunda da bazı düşünce akımlarının doğmasına yol açmıştır. Kabalanın menşei kadim çağların sislerinde kaybolmuştur. Kökenlerinin M.Ö. 515, İkinci Mabet döneminde bulunan İbrani hahamlara dek indiği konusunda epey kanıt bulunmaktadır. Öğreti erken dönemlerinde tamamen sözlü aktarılmaktaydı, bundan dolayı Kabala veya İbranice imla olarak QBLH kelimesi “QBL” kabul etmek, almak anlamına geliyor.”[2] İsaac Myer şöyle der: “Tanrı dört açıdan görülebilir: Ebedi olan veya Ain Soph; Ben Benim (AHIH), Aheie; önceden, şimdiden ve sonra ezeli var olan IHVH, (Jehovah), (Yahweh) ve Adonai veya Efendi, Doğadaki Tanrı ALHIM, Elohim olarak.” Kabala’ya göre insan bütün eylemlerinde özgürdür ama kendisi açıklanamaz bir sırdır. Birliğin sırrı ise aşktır. Ayn Sof (Sonsuz varlık) gerçek birliktir, tüm hareketleri kapsar ve evreni aşar. Kabaladaki Ein Soph yani Saf bilgi (Sophia) da olabilir. Kabala öğretisinde Tanrı’nın 72 isminin meditatif bir şekilde okunmasının veya zikredilmesinin de özel açılımlar sağladığı, beyindeki bazı merkezleri etkilediği öne sürülmektedir. Kabala mistisizmi monoteistiktir. Evrenin ve insanın, tek bir Yüce Tanrı’nın tedrici zuhurat ve yansımalarından oluşmuş olduğu görüşüne dayanır. Kabbala mistisizminde, evrenden insana kadar her türlü yaradılış ve düzen, Kozmik Ağaç ve Sefirot modeli ile açıklanarak yorumlanmaya çalışılır.

“Kabala geleneğinde önem taşıyan bir kitap III. ve VI. yüz yıllar arasında ortaya çıkmış olan “Sefer Yetzira” (Yaratılış Kitabı) adlı kitaptır. Sefer Yetzira, evrenbilim (kozmoloji) konusunda bilinen en eski İbranice eser olup evrenin, İbrani alfabesinin 22 harfi ile “Sefirot” adı verilen 10 ilâhî rakamdan yaratıldığını anlatmaktadır. Harfler ve rakamlar birlikte Tanrı’nın evreni yaratırken kullandığı “gizli bilgeliğin 32 yolu”nu oluştururlar. Kabalanın başlıca ilkelerinden biri de, ruhsal bilgeliğin On Sayı ve Yirmi İki Harften oluşan Otuz İki Yoldan elde edildiğidir. Fransız yazar Court de Gebelin tarottaki arkana majör kartlarını Kadim Mısırdan kaynaklanan mistik semboller olarak kabul etmiştir.”[3] Hz. İsa’nın öğretisinin temeli de, Kabala öğretisinin temeli olan insandır. İnsan ve onun yolunun ifadesidir. Protagoras şöyle diyor: “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” Kabala gibi Hermetik öğretinin simgesel yöntemi dil ile bütünleştirilmiştir. Yirmi iki harften oluşan Mısır alfabesinin her harfi, bir sırrın simgesi olarak kodlanmıştır. Ayrıca bu öğretide de her harf bir sayıya karşılık gelir. Bu yöntem daha sonra Kabala ve Zohar’da ve İslam tasavvufunda Ebced ve Hurufilik’te kullanılmıştır. Çoğul olan Sefirot sözcüğü İbranicede “sayılar” anlamına gelmektedir. Sözcüğün tekil biçimi “Sefira”dır. Yetzira’ya göre Sefirot, yaratıcı Tanrı’nın kendini gösterdiği on ayrı oluşum ya da güç olarak yorumlanabilir. “En Sof” adı verilen “Bilinemeyen Sonsuz Tanrı”dan yansıyan on ayrı aşama bulunduğu ileri sürülmektedir. Böylece her sefira, Tanrı’nın ayrı bir yaratıcı niteliğini ifade etmektedir. Kabala’ya göre her sefiranın bir başka sefira ile olan bağlantısı yaratılışın ritmini oluşturmaktadır.

“Kabalacılara göre bir Sefira sadece bir planda anlaşılmaz, dört katlı bir doğaya sahiptir; bunu dört âlem olarak ifade ederler. Atzilut (İlahi), Briyah(Yaratım), Yetzirah(Oluşumlar) ve Asiyah(Madde) âlemleri. Kabalacı için dört tezahür planı, üç tezahür etmeyen veya negatif varoluş planı vardır. Bunların ilki AYN, yani negatiflik(Hiçlik); ikincisi AYN SOF, sınırsızlık; üçüncüsü AYN SOF OR, yani sınırsız ışıktır. Keter bu üçüncüsünde yoğunlaşır.” “Kabala on Sephiroth’u üç sütuna gruplaştırır: Merhamet sütunu; Sertlik sütunu ve aralarındaki Ilımlılık sütunu. Bu sütunlar ayrıca üç ana harf, A, M ve Sh ile iliştirilebilir. İki yatay çizgi ile üç grup çıkarabiliriz. Yine üç çizgi ile Sephiroth’u dört plana bölebiliriz. On Sephiroth’un yirmi iki “Yol” ile bağlandıkları düşünülür. Onlar her biri hem harf, hem de sayı olan İbrani alfabenin harfleri ile numaralandırılmaktadır. Tarot destesinin 22 “Arcana Majör” kartları ayrıca bu yollarla ilgilidir. 22 Yola 10 Sephiroth ilave edilerek bilgeliğin insana kademe kademe indiği ve insanın 32 yoldan bilgeliğin kaynağına adım adım geçerek tırmanabileceği belirtilir.”[4]

“Sepher Yetzirah” veya “Oluşum Kitabı” Kabala ile ilgili en eski yazılı eserdir. Bu eser Yaratılış konusunda çok ilginç bir felsefi açıklamalar yapmıştır. Dünya, güneş, gezegenler, elementler, insanın kökeni ve İbrani alfabenin yirmi iki harfi arasında bir paralellikten söz etmektedir. Harfleri bir triad/üçlü, Heptad/yedili ve bir Dodecad/on ikiliye bölmektedir. Üç ana harf A, M ve Sh (Ş) ilksel Hava, Su ve Ateş olarak tanımlamakta; yedi çift harf gezegenlere ve zamanın yedi bölmelere vs; on iki tek harf ise aylara, Zodyak burçları ve beden organlarına eşleştirilmektedir. Sefiralar, “kether” (taç), “hoklhmah” (bilgelik), “binah” (zekâ), “hesed” (sevgi), “gevurah” (kudret), “tifereth” (güzellik), “netsah” (sonsuzluk), “hod” (görkem), “yesod” (temel) ve “malkuth” (krallık) olarak sıralanırlar. On adet sefiranın içindeki ilk dörtlü grup evrensel elementleri (Tanrısal Ruh, Hava, Su ve Ateş), kalan altılı grup ise yönleri (Sağ, Sol, Ön, Arka, Yukarı, Aşağı) simgelemektedir. Sefirot ile birlikte alfabenin harfleri, insan bedeninin çeşitli kısımlarına denk gelmekte ve böylece insanı yaratılışın mikro kozmosu biçimine dönüştürmektedir.

“Kabala’nın önemli bir metni de, XII. yüz yılda ortaya çıkan “Sefer ha-Bahir” (Parlaklık Kitabı) adlı eserdir. Bahir, yalnızca Sefiraları yaratılışın ve evrenin sürekliliğinin araçları olarak yorumlamakla kalmamış, aynı zamanda “Gilgul” (ruh göçü) gibi kavramları da ortaya atarak yoğun bir gizemci simgecilik katkısıyla Kabalanın temellerini güçlendirmiştir. Bahir, aslında Eski Ahit’in geniş kapsamlı bir simgesel yorumudur ve dayandığı temel motif, İbrani alfabesindeki harflerin ses ve biçimlerinin gizemli anlamlarıdır. Bahir, aynı zamanda, Kabalacı kuramlar arasına “Ruh Göçü” kavramı ile Tanrısal yaratma gücünü simgeleyen “Kozmik Ağaç” düşüncesini de eklemiştir.”[5] Ünlü “Sefer ha-Zohar” (Görkemin Kitabı) ilk olarak İspanya’da ortaya çıkmıştır. Genel olarak, yaratılışın gizemini ve Sefiraların işlevlerini anlatan Zohar ruh, kötülük ve yaratılış gibi konularda gizemci kavramlar geliştirmektedir. Çoğunluğu Aramice olan ve XIII. yüz yılda yazılmış olan bu kitap, ezoterik Kabala’nın klâsik metni olarak değerlendirilmektedir. Zohar, yedi ayrı bölümden oluşmaktadır. İbranicede ZHR veya ZUHR olarak yazılan “Zohar” veya” Sohar” olarak bilenen “İhtişam Kitabı” veya “Işık Kitabı”, Tanrı, melekler, ruhlar ve kozmoloji konularını içeren birçok farklı metinin derlenmesinden meydana gelmiştir. Ginsburg şöyle der: “Teorik Kabalanın büyük doktrinleri esas olarak şu sorunları çözmeye tasarlanmıştır: İlahi Varlığın özelliği; evren ve dünyamızın yaratılışı; melek ve insanların yaratılışı; dünyanın ve insanın mukadderatı ve İfşa edilen Kanunun içeriği.”


“Kabala’da Tanrının birliği, mükemmellik ve iyilik, Tanrının iradesiyle dünyanın yaratılışı, evrenin hükümranlığı ve insanın Tanrının suretinde yaratılışı, birlikten doğan çokluğu, maddenin ruhsal zihinden zuhuru ve yaratıcı ve yaratılan arasındaki ilişki konuları irdelenir. Bu öğretide, ruh ve madde tek bir varlığın zıt kutuplarıdır ve hiçlikten hiç bir şey gelmediğine göre, hiç bir şey yok olmaz, her şey yaşar görüşü hâkimdir. “Ex nihilo nihil fit.” “Var olan her şey sadece ruhtan, ilahi özden gelebilir.”; “Hiçbir şey yokken var olamaz, varken de yok olamaz.” Kabala’ya göre varlığın var olmayandan türemesi ve maddenin kendisini yaratması mümkün değildir. Kabalada bir zamanlar kaos devresinin var olduğu düşünülmüştür. Kabala’ya göre: “Bu bir dinlenme dönemiydi ve burada negatif hükmetmekteydi. Hindular buna Pralaya derler. Negatif dinlenme Ain’den Ain Soph, “Sınırsız Işık”, Ain Soph Aur ortaya çıktı ve bir noktaya yoğunlaşarak Kether, Tezahürün Tacı ortaya çıktı.” (“Işık Olsun” denildi ve “Işık Oldu”) Kademe kademe gelişmeyle her biri asli kaynaktan daha uzak güçler ortaya çıkar, bunlar İlahi Işıktan fışkıran kıvılcımlardır.”[6]

“Kabala öğretir ki, maddeyi ruhtan ayrı bir nesne olarak kabul etme düşüncemizi tamamen yok etmemiz gerekir. Kabalaya göre; her şey ruhtur ve bu ruh gerçek Tanrısallıktır veya Sonsuz Varlık, “Ain Soph”, bütün nedenlerin nedeni ve bütün etkilerin nedenidir. Her şey “O”ndan Tecelli eder, “O”nun içindedir. Evren milyonlarca değişik biçimlerde tezahür eden İlahinin ezeli zuhurudur. O insan içinde tezahür eden tanrıdır. Madde sadece bizim kavramımızdır, o Ruhun en düşük tezahüratını temsil eder veya Ruh maddenin en yüksek tezahüratıdır. Ruhu yegâne cevherdir.” Kabalist der ki: “Madde sadece tecellinin tortusudur, ancak varlığı yokluktan sadece biraz daha yüksektir.” Kabala’da Evrene “Tanrının Giysisi” denilir. Bu alt dünya İlahi Dünyanın suretidir, her şeyin yukarıda aslı vardır. Yani Kabala’ya göre de “Yukarısı aşağısı gibidir.” Zohar’da şöyle geçer: “İnsan Yaratılışın son Kelimesiydi, bütün biçimlerin tekrarıydı, dolayısıyla vasıflarından dolayı melekleri aşıyordu. İlk insanın eti, fiziksel kılıfı, bedeni yoktu. Adam ve Havva sadece seyyal bir kılıfla giyinmişlerdi ve iştah veya ihtiraslara tabi değillerdi. Dünyaya inişlerinden önce, erkek ve kadın androjen, tek bir vücuttaydılar, enkarne olduklarında cinsiyetlere ayrıldılar. İlk insan çifti ilk emre karşı itaatsiz davrandı, günah işlediler sonuçta maddeye tam olarak indiler. Tanrı onlara “deriden kıyafetler” yaptı. Onlara fiziksel bedenler verdi ve bunlarla yemek ihtiyaçları ve bir dizi yeni fiziksel bedenleri üretecek ihtiraslar doğdu.” “İnsan Tanrının yeryüzünde suretidir. Şekli IHVH, Jehovah ile bağlantılıdır, Yod kafadır, heh kollardır, Vau gövdedir ve son Heh’de ise bacaklardır.”[7]

Kabala, egoların ruh pınarından geldiklerini, deneyim ve mükemmelliğe ulaşılıncaya dek tekrar ve tekrar reenkarnasyon geçirdiklerini ve nihai olarak İlahi Kaynağa geri döndüklerini öğretir. Kabalistler insanın iki yoldaşı veya rehberi olduğunu aktarır. Biri sağında yer alır ve iyi işleri teşvik eden etzer ha Tob’dur, o daha yüksek Sephiroth’tandır. Diğeri ise solunda yer alıp Samael ve Canavarın ajanı olarak şer cazibeleri, zevk, arzu ve ihtirasları teşvik eden Yetzer ha Ra’dır. “Kabalaya göre; biz halen her şeyi ancak koyu bir filtreden görebiliyoruz ve Tanrı ile yüz yüze gelmeyi ve hakikati olduğu gibi tanımayı ummadan daha çok ilerlememiz gereklidir. Kademe kademe ilerlemek gerekir. Yüksek ergiye her hangi bir kolay veya kestirme yol yoktur. Kabala’da yorulmadan, yılmadan çaba göstermek ve temiz bir yaşam hayati değer taşır.” H.P. Blavatsky, kadim dinlerdeki gerçek kadim kutsal metinlerinin yedi düşünce düzeyinde açıklamaya tabi olduklarını söyler. Kişinin bilinç ve bilgi düzeyi, bulunduğu gelişim basamağı; okuduğundan çıkaracağı sonucu belirler. Kabala’ya göre; bütün ruhlar, cisimler Tanrının tek olan varlığından doğmuştur. Eşyada çokluk olmasına rağmen değişmeyen bir tek varlık vardır ki ona da Sefirot adı verilmektedir. Tanrı birdir. Bütün varlıklar ondan doğmuştur. Onun varlığında anlayış, hikmet meydana gelmiştir. Hikmet baba, anlayış ise anadır. Bunlardan oğul olarak ilim doğmuştur. Akıldan azamet ile kudret meydana gelmiştir. Tanrı bunların birincisiyle hayatı doğurur, ikincisiyle onu yok eder.

“Kadim Mısır’da şuurun bedenden ayrıldığı anda bir kafa karışıklığı yaşandığına inanırlardı. Mısırlılara göre; şuur iki farklı hal veya varlığa ayrılmıştı. Şuur ayrışımın ilk bölmesine “BA” adı verdiler. Bu ölümsüz var olma halidir. Bu şuurun yeniden doğan tarafıdır. “Ruh” kelimesi BA’ya tekabül eder, ruh ölümsüzdür, tekrar doğar ve tam aydınlanmaya doğru kutsal yolculuğuna devam eder. Kadim Mısır’ın hiyeroglifleri veya sembolik dilinde, BA bazen kanatlı bir insan başı ve bazen insan başlı bir kuş olarak gösterilir. Ölüm anındaki büyük ayrışımın ikinci unsuruna “KA” denilirdi. KA, insan şuurunun dünyada kalan tarafıdır ve hiyerogliflerde bir ufuk önünde iki uzanmış kol olarak temsil edilmektedir. O, Mısır sistemine göre fiziksel bedenimizin işgal ettiği yerle, sahip olduğu eşyalarla ve tanıdığı insanlarla bağlantısı olan tarafımızdır. O halde, canlandırıcı güç olarak BA’nın bedeni terk ettiğinde KA, şuurun arda kalan unsurudur. O, gölge veya ruhsal şuurun izidir. Kadim Mısır iki şey üzerinde odaklanmıştı. Biri BA’nın reenkarnasyon sürecine son vermektir. Diğeri de KA’nın rüyamsı halini kaldırmaktır. Mısırlılar, var oluşun sonsuz olduğuna ve gelişmenin bedenin ölümden sonra devam ettiğine inandıkları için bu dünyada olacak şeylerin ölüm ötesine yansıyacağına inanırlardı. Ayrıca Mısırlılar insanoğlunun yıldızların “tohumları” olduğuna ve insanların yürüyen, konuşan, düşünen ve şuurlu “yıldız nesnesi” olduklarına inanırlardı. Onlara göre; bedenlerimiz kadim sönmüş yıldızlardan, kozmik artıklardan ve partiküllerden gelen uzay tozlarından oluşmuştur.”[8] Kabala için; ‘Doğada her şey değişim ve uyuma tabiidir, Kabala da bu değişen ve gelişen şeylerden biridir.’ denir. Kabala çok eski bir bilginin Yahudiler tarafından yorumlanmış biçimidir. Kabala, teokratik ve pratik felsefedir ve çok derin bir sembolizma içeren karmaşık bir sistemdir. Kabala antik bir mistik öğreti olmasına rağmen modern dünyaya da uygundur, bireysel kişiliğin büyüyüp, gelişerek grupsal ve gezegensel bilinç düzeyine ulaşması tekniklerini ifade eder. Her kapalı şey gibi, Kabala da hem merak vesilesi olmuş; hem de, her inançta olduğu gibi, kitle tarafından tepki görmüştür. Böylece Kabala, az sayıda seçkin insanın benimsemiş olduğu, insanın ve evrenin; mikro ve makro kozmosun sırlarını keşfetmeye ve böylece kâmil insanı yaratmaya yönelik teorik ve pratik yöntemler dizisi olarak bir öğreti ekolü şeklinde yaşamaya devam etmiştir.


“Tanrı kendi derinliklerinde bize gizlidir ancak Tanrı yaratılış ve onun devamlılığı sayesinde bize ifşa olur. Tanrı’nın bu iki yönü kabalacılar için birbirine zıt değil aslında tamamlayıcıdır. Tanrı’nın adını anmayı yasaklamış olmanın nedeni, Tanrı’ya duyulan hayranlık ve saygıdır. Kabalacı mistiklere göre Tanrı için söylenebilecek tek şey Tanrı’nın var olduğudur.” Bilgiler sadece kapının aralanmasını sağlar, o kapıdan içeri girebilecek olan bizzat kişinin kendisidir. Her ezoterik bilgi birikimi bizi kaynağa, daha önceye gitmeye teşvik eder. Tüm kadim öğretiler aynı özü farklı cümlelerle anlatırlar. Bize düşen hepsinden kendi penceremizin büyüklüğünce alabileceğimizi almaktır. Kabala ezoterik kökenden geldiği için “bildirmeyi değil, buldurmayı” hedefleyen düşünce yapısına sahiptir. Öğretide semboller birer düşünce tohumları olarak kullanılmıştır. Hikmet, idrak, bilgi ile bilinçlilik ve farkındalık hedeflenir. Bu bir ruhsal dönüşümdür ve dönüşüm gelişim daha basitten daha karmaşığa yolculuk hayatın amacıdır. Bütün kadim sistemlerde ortak payda bireyin tanrısal olanla buluşmasıdır. Her inanç sisteminin iki yüzü vardır, dış yüzü sözcükler ve ritüelleri kapsar, iç yüzü ise ezoteriktir. Dinlerin zahirî yaklaşımına karşılık, ezoteristler cevizin kabuğunun ardındakini aklın, bilimin ve sezginin aracılığı ile çözmeye çalışırlar. Kabala öğretisinde “aydınlanmış insan” kavramı hedeftir, aydınlanan birey, insanlığı da aydınlatacaktır… Kabala şöyle diyor: “Asla ve bu asla demektir, suçu ve sorumluluğu diğer insanlara ve harici olaylara atma!”

Bu konuyu yazdır

  PSİŞİK AMELİYATLAR
Yazar: Spiritüeller - 02-06-2017, Saat: 17:16 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER - Yorum Yok

Öncelikle şunu kabul edelim: İnsan beyni olağanüstüdür. Rastgele 4-5 tane çizgi çizin, bunları eninde sonunda bir şeye benzetirsiniz. Bulutlara bakın, biriniz koyun görürken, biriniz oradaki çiçeği fark eder. İnsanoğlunun beyni daha evvelden bilmediği veya görmediği bir nesneyi, çok iyi bildiği bir nesneye benzetmeye çalışır. Bunu yaparak, anlamadığı bir olaya, kendisinin anlayabileceği bir anlam yükler. Psişik ameliyatlarda ve iyileştirmelerde yapılan şarlatanlıklar tamamen bunun üzerine kurulmuştur.

“Hastalıklar tamamen beyinde başlar ve beyinde biter.“ demiş eskiler. Kesinlikle doğrudur.

Buna en güzel örnek olarak 2. Dünya Savaşı sonrası Doktor Jellinek’in yürüttüğü deneyler gösterilebilir: Dr. Jellinek, baş ağrısından dolayı kendisine gelen 199 hastayı incelemeye almıştır. O zamanlar en fazla kullanılan ağrı kesiciyi incelemiş ve içinde aktif olarak kullanılan 3 tane kimyasal olduğunu bulmuştur. (Bunlara a,b,c diyelim.) Kendisi 4 tane ağrı kesici ilaç hazırlamıştır. İlkinde a+b+c bulunurken, ikincisinde a+b, üçüncüsünde ise a+c bulunmakta, dördüncü ise laktik asittir – ki laktik asidin ağrı kesici özelliği bulunmamaktadır. ( Bu tarz ilaçlara tıp dilinde placebo denir.) Kendisi rastgele olarak ayırdığı gruplara sırasıyla bu dört ağrı kesiciyi vermiştir. Yaptığı düzenli kontrollerde placebo’ya verilen olumlu tepkinin %54 gibi yüksek bir rakamda olduğu ortaya çıkmıştır. Deneklerin bazılarının aslında psikolojik baş ağrısı çekmekte olduğu ve iyileşeceğine inandığı için iyileştiği ilk o yıllarda kanıtlanmış olur.

Bir sürü doktorun söylediği bir laf vardır: “Nezle ilaçlı 7 günde geçer, ilaçsız bir haftada.” İlaç aslında, nezlenin verdiği rahatsızlığı ortadan kaldırmak için kullanılmaktadır.

Dikkatlice inceleyin, fark edeceksiniz, Amerika’da ve Avrupa’da “alternatif” tıp yöntemleri artık çok daha fazla ilgi görmektedir. İnsanlar artık vücutlarını kimyasallarla pompalamak yerine, doğal ilaçlarla ve beyin gücüyle tedavi etmeye çalışmaktadırlar. Bu konu ile ilgili bir sürü kitap vardır ve bir sürü örneğe de rastlanabilir.

Psişik şarlatanların en fazla gezinmeyi sevdikleri alanlardan birine hoşgeldiniz. Oğlu ya da kızı tedavisi olmayan bir hastalığa tutulan bir anneyi, ya da babayı kandırmak hiç de zor değildir. Eğer modern tıp çare bulamıyorsa, çaresiz veli, mecburen bulabildiği veya duyabildiği her yolu deneyecektir. Ne kadar inandırıcı olup olmadığı çok önemli değildir. Ama bu şarlatanlar derslerini o kadar iyi çalışmışlardır ki, aklı çaresizlikten bunalmış bir kimseyi değil, gözleri çok iyi gören ve aklı çok iyi çalışan birini, düpedüz gündüz gözünde bile kandırabilirler. Şimdi size bunlarla ilgili bazı örnekler vereceğim.

Öncelikle bu “şifacıları” ikiye ayıralım.

1-İnanç Şifacıları (Faith Healing)
2-Psişik şifacılar ve aletsiz ameliyat edenler (Psychic Surgery )

Surgery2-1024-x-577.jpg


1-İnanç Şifacıları ( Faith Healing)

Bu hem ülkemizde hem de yurtdışında sıkça uygulanan bir şifa yöntemidir. Bazen belli bir temeli olan (rahip okulundan yetişmiş ya da zamanında imamlık yapmış) insanların; ama çoğunlukla “ilahi bir güçten vahiy aldıkları “ için içlerine güç doğmuş, halktan kişilerin yaptıkları bir uygulamadır.

Yurt dışında, çoğunlukla İncil’den alıntılar yapan ve karavanlarla gezen bu şifacılar, genelde bir karnaval havasında düzenlenen gösterilerde, saf insanların dini duygularını kullanırlar. Bu şifacılar büyük çadırlarda, insanlarla konuşurlar, kısa vaazlar verirler, sonra da mucizelerini göstermeye başlarlar. Hasta insanlar onlara yaklaşırlar, şifacılar da ellerini genelde hastaların alınlarına koyarak, İsa’dan ya da Tanrı’dan aldıkları gücü onlara aktarırlar. Hastaların iyileşip iyileşmemesi ise çok fazla araştırılmaz.

Bu inanç, İncil’den gelmektedir. İncil’e göre İsa, uzun bir süre şifa gücüyle insanları iyileştirmiş, o öldükten sonra yerini Aziz Peter ve Aziz Paul almıştır. Günümüzdeki şifacılar da, genelde o soydan geldiklerini iddia ederler ve bu şekilde inanç şifacılığı inancını da sürdürürler. Peki, bu adamların hangisinin sahte, hangisinin gerçek olduğunu nasıl anlayacağız? Çok basit, eğer adam bunu büyük bir şova dönüştürüyorsa, büyük ihtimalle sahte bir şifacıdır.

En meşhur sahte papazlardan biri Peter Popoff’tur. Peter Popoff, gezici bir sahte rahipti. Gösteriden önce, adamları ve karısı, seyirciler içine dalar ve onlardan bazı bilgileri alırlar, sonra bunları bir yere not ederlerdi. Popoff içeri girdiğinde kulağında bir dinleme cihazı olurdu ve karısı kapalı devre televizyon yayından kocasını yönlendirirdi. “Önünde sağda duran adamın ismi John, kulaklık takıyor ve sağ ayağında büyük bir ağrı var,” bilgisini alan Popoff, önündeki kitleyi yara yara gelir ve elindeki mikrofona bağırırdı: “Yüce Tanrı bana yardıma ihtiyacı olan kişinin ismini söylüyor… John… Aranızda John var mı? John, kulağındaki aygıtı at, Tanrıyla aramıza hiçbir mekanik cihaz girmesin. Sağ ayağındaki ağrıya aldırma John, burada hepimiz tanrı ve İsa önünde eşitiz.”

John’u görmeden bunları söyleyen Popoff, dehşet bir prim yapar, elini John’un alnına koyduktan sonra “İsa adına” diye bağırıp adamcağızı tüm gücüyle yere yıkardı. Adam ayağa kalktığında psikolojik olarak, yürüyemese bile “Ağrım azaldı” diye bağırırdı ve o zaman da sürü psikolojisi işler, kitlesel halüsinasyonlar yaşanır, ağrım azaldı diyen adam, onların gözünde yürümüş hatta koşmuş olurdu. Tabii ki, papazın foyasının ortaya çıkması uzun sürmedi, Popoff yakalandı ve suçunu itiraf etti. Hapisten çıktıktan sonra ise, bu işi yapmaya devam etti ve bu olay ulusal televizyonda duyulmasına rağmen, yine de etrafına inançlı bir kesim insanı toplamayı başardı.

Şimdi, “aptal Amerikalılar” diye hemen küçümsemeyin, bu tarz olaylar ülkemizde de olmaktadır. İslam inancına göre, maddi ve ruhani dünya dengede yürümelidir. Bu yüzden Müslümanlığın söylediklerine uymayan insanların hasta olma olasılığı çok daha yüksektir. Saf halkı Kuran’ı Kerim’den birkaç ayet okuyarak aldatan şarlatanlar da bu bilgiyi çok iyi kullanırlar. Bir ara Konya’da bir şeyh türemişti. İddia’ya göre, kendisiyle aynı evde bir gün geçiren ve hocanın yaptığı çorbayı içen kişi, alkol, kumar, gibi haramlardan uzaklaşmış oluyordu. Alkolik bir arkadaşım bu hocaya ziyarete gitmiş, hoca evde uyurken, yan odada kendisi gibi alkolden kurtulmak için gelen 20 kişiyle beraber kalmıştı. Sabah sabah karşılarına gelen, içinde ne olduğu belli olmayan çorbaya, 20 kişiyle beraber hücum etmiş, artık içinde kıl, saç ne varsa içmişlerdi. Çorbadan sonra, hocayla beraber sabah namazı kılmış ve hoca efendinin vaazını dinlemişti. İşte o anda Arapça bilen arkadaşım bu adamın hoca olmadığını bir sahtekâr olduğunu anlamıştı, çünkü “hoca” kesinlikle Arapça bilmiyor ve saçma sapan cümleler kuruyordu. Arkadaşımın alkol sorununun hala sürdüğünü sanırsam anlatmama gerek yok. Peki bu hocanın, ya da az önce bahsettiğim Papaz Popoff’un hiç mi iyileştirdiği adam yoktu? Vardı tabii ki. Kimbilir belki gerçekten de ikisi de ilahi güçlere sahip kişilerdi ve ortama ayak uydurmak için dini kimliklere bürünmek zorunda kalmışlardı.

Yazımın başında verdiğim “placebo” örneğini hatırlatmak isterim. Bir insan, eğer iyileşeceğine inandırılırsa, bazı hastalıkları beyin gücüyle yenebilir. Bazen bu inanç, bu “sahte” rahiplere olan güvenden gelir. Bir sürü insanı iyileştirdiği bilinen bir papazın, kendisini de iyileştireceğine inanan bir kişi için, sırf o papazı ya da hocayı görmek bile tetikleyici bir harekettir.


2-Psişik şifacılar ve aletsiz ameliyat edenler (Psychic Surgery)

Aletsiz ameliyat ülkemizde çok bilinmeyen bir hadisedir. Lobsang Rampa ilk olarak kitabında kendisine yapılan bir aletsiz ameliyattan bahsedilir. Daha sonra ortaya çıkan Rampa kitapları fırtınasında Tibetli rahiplerin aletsiz ameliyatlarından sıklıkla bahsedilir. Tabii Lobsang Rampa’nın bir şarlatan olduğu düşünülürse, çıkan kitapların doğruluğundan da şüphe etmek gereklidir.

Bilinenin aksine aletsiz ameliyatlar 1900lü yıllarda özellikle Filipinler ve Brezilyada popüler olmuştur. Bu ülkelerde özellikle Voodoo ve Santeria uygulaması yapan papazların bu ameliyatları gerçekleştirdiği bilinir. Filipinlerde yapılan aletsiz ameliyatta, hasta düz bir masa üzerine yatırılır, doktor ellerini hastanın karnı üstünde gezdirir, ondan sonra işaret parmağıyla, sanki hastanın karnını kesiyormuş gibi yapar, ellerini o yarıktan içeri daldırır, etrafa kanlar fışkırır ve bir süre sonra doktor elinde o zararlı vücut parçasını bedenden çıkartıp izleyenlere gösterir. Sonra o parçayı bir kenara koyar, hastanın karnına elini bastırarak yarayı iyileştirir. Hasta ayağa kalktığında vücudunda hiçbir yara izi yoktur.

Brezilya’da uygulanan biraz daha farklı bir türevidir. Brezilya’daki papazlar, mutfak bıçağı gibi aletler de kullanabilirler. Son yıllarda bu tarz ameliyatlar karışık yapılmaya başlamıştır. Bir doktor gelip hastanın karnını açar, daha sonra papaz gelir ve o parçayı çıkartır, iş bitince de doktor o yarayı diker. Özellikle kanser gibi tedavisi zor ya da mümkün olmayan hastalıklarda, bu aletsiz ameliyatlara çok başvurulur. Artık hiçbir umudu kalmayan hastaların, ne olursa olsun deyip uğradıkları yerden biridir. Jim Carrey’in başrol oynadığı ve Andy Kauffman’ı canlandırdığı “Aydaki Adam” filminde de bu ameliyatı görürüz. Filmin sonlarına doğru iyice hasta olan ve doğaüstü şeylere inanan Andy Kauffman, bu ameliyatı olur. Fakat daha ameliyat esnasında, bunun bir aldatmaca olduğunun farkına varır.

Çoğunlukla bu ameliyatlar birer illüzyondur. Şu ana kadar gerçek bir ameliyat, resmen görüntülenmemiş olmasına rağmen, bu ameliyatı olup da sağlığına kavuşanların sayısı da az değildir. O yüzden hala şüpheyle yaklaşılan bir yöntemdir. Ama genelde yapılan şarlatanlık şudur. Ameliyat öncesi, doktor bir tavuk alır ve tavuğu keser. Tavuğun kanını dondurucuya koyar. Tavuktan “c” ve “j” şeklinde minik parçalar keserek bunları kırmızı ve mor boyalar kullanarak renklendirir. Daha sonra plastikten küçük torbacıklar hazırlar. Torbacıklara bu tavuk parçalarını koyar ve de kanla doldurur. Bu torbacıkları cam bir sürahinin arkasına koyar ve sürahinin ön tarafına da bunları gizlemek için küçük pamuk toplarıyla doldurur. Genelde ameliyat yapılan yer loş olduğu için (ama güpegündüz aydınlıkta olsa bile, usta bir illüzyonistin kolaylıkla yapabileceği bir numaradır bu. ) bunları gizlemek kolaydır. Hasta yatağa uzandığında, doktor sürahiye elini daldırıp bir pamuk top alır, arkasına da o torbacığı sıkıştırır. Hastanın karnını pamukla temizlerken, küçük torbacığı eline alır ve hastanın karnına parmağıyla kesme işlemini uygularken torbacığı patlatır. Ortaya çıkan kan herkes tarafından görülür ve işin inandırıcılığı bu şekilde sağlanır.

Kısacası net bir şekilde yapılan şarlatanlıklar ortaya çıkartılmış olsa da, hala bu tarz insanlara giden ve iyileştiğini iddia eden kişiler var.

Şüpheci karaktere sahip birisi olduğum için, bahsettiğim iki psişik iyileştirme yöntemine de kafamda soru işaretiyle yaklaşıyorum.


Takdir size kalmış.

Bu konuyu yazdır

  Gerçeklik Maya’nın Örtüsü Altında mı?
Yazar: Spiritüeller - 02-06-2017, Saat: 17:11 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Tam olarak ne zaman ve nasıl içine düştüğümü kat’iyen çözemediğim bir saplantıya duçar yaşamaktayım, epey uzun yıllardır..

Bilinçli yaşadığımı zannettiğim dönemden beri yakama yapışan “varoluşun arka bahçesine ulaşma” tutkusu, yıllar içinde, hayatın gönüllü çekilen bir çilesi haline geldi.

Kimi zaman yüreğimin, kimi zaman aklımın; mevcut bilimsel/dinsel paradigmalarla tam bir doygunluğa ulaşamayan tarlaları mecburi nadasta ekime hasret bekledi durdu..

Çoğu zaman anlamlı tesadüfler ve ilginç eşzamanlılıklarla karşıma çıkıp kendini aldıran kitaplar ve de konferanslar aracılığıyla ulaştığım felsefi, dinsel, mitolojik, edebi metinlerin satır ya da satır aralarında yakaladığım **Maya’ya ait ipuçlarını sezgilerimle harmanladığımda, yeryüzünde asırlardır sahnelenen varoluş oyununun üzerinde hakikati sisleyen bir örtü olduğunu sezmeye başlayarak yeni tohumlarla döllendim. (**Maya’nın ve arkasında çok önemli gerçekleri barındırdığına inandığım diğer sembolik anlatımların içrek mesajlarına duyduğum merak; yaşam-ölüm, madde-ruh gibi kavramlara ait ezberlerimi bozarak hayatı algılama biçimimde köklü bir dönüşüme sebep oldu.)

Benzer okumaları yapanlar elbet bilir; yeni başlayanlara bilgi olsun diye açıklayayım..

Hint mitolojisinde **Maya yanılsamayı temsil eden eski bir doğu tanrıçasıdır.. İnsanlar gizli yasalarını kolaylıkla keşfedemesin diye, doğanın, her şeyi örtmek üzere kullandığı bir örtüdür.

Yaşam oyunu sürdürebilmemiz için bize yardım eder, cazip atraksiyonlarla baştan çıkarır, illüzyonlarla aldatır “Maya”.

Onun güzelliği ve çekiciliği sayesinde, yeryüzünün tüm sıkıntılarına rağmen, bu gezegende payımıza düşen yaşam yıllarını geçiririz; yarı bilinçli olmamızdan ötürü her şeyin görünenden ibaret olduğunu sanarak oyuna kendimizi kaptırıp gideriz..

İspanyol yazar, filozof Delia Steinberg Guzman’ın “Maya’nın Oyunları” adlı kitabından yaptığım alıntıya bir tutam yorum katarak tanıştırmak istedim sizinle “Maya”yı..

651be53d72f920c6b8ea8a746cdabe55.jpg

Hiç böyle hissettiğiniz oldu mu bilmem; bu “kozmik oyunun” üzerinde hakikatleri gizleyen bir sis perdesi olup olmadığını sorguladı mı derinlikleriniz?

“Bütün bu olup bitenin içinde rol almak iyi de; neye hizmet ettiğimi bir bilebilsem!” diye dar geldi mi bilinciniz?

İllüzyon teorisyenliğinden yaşadığımız “gerçekliğe” dönecek olursak, varoluşla ilgili bu güne değin bize sunulan resmi reçetelerde salt iki ilaç sunulmuş önümüze; bilimin keşfettiği “evrim”, dinin buyurduğu “yaratılış” teorileri.

Bir tarafta, insanı yüzyılların esaret zincirlerinden kurtararak düşünceye, akılcılığa tahrip edilemez bir üst nitelik kazandırmış, fizik alemdeki keşifleriyle dünyanın çehresini değiştirmiş, aklı ve insanı hak ettiği yere yücelterek şaha kalkmış bilim gururlanıyor..

Diğer tarafta, ezeli büyüsünü gönlün ihtiyaçlarına cevap vermekten alan; ne yazık ki özü boşaltılarak şekilciliğe mahkum edilmiş, varlığın şuursal sıçramasının çok altında söylemlere takılı kalarak tekamülü yavaşlatmış; ve böylece asli görevinin çok uzağına düşmüş din diş biliyor..

Bu iki disiplinin arasında sıkışıp kalmış, çok önemli haklarından vazgeçerek kendini aşkın bir şüpheciliğin kollarına bırakmış felsefe ise diğer köşede sadece söyleniyor..

Bütün bunların orta yerinde ise insan duruyor…

Doğuşuyla sırtlandığı taş gibi ağır varoluş sorunsalını gerçekten, ama gerçekten, niye taşıdığından bi haber debelenen insan..

Kim olursak olalım, hangi felsefi ve sosyal ekole mensup bulunursak bulunalım, birbirleriyle bir türlü uzlaşamayan, ama her ikisi de insanın vazgeçilemeyecek temel ihtiyaçlarına cevap veren bu iki düşman (!) alemi içimizde barındırarak varlığa, yokluğa anlam kazandırmak peşindeyiz hepimiz..

İnsan varlığının EN önemli meselelerinden olan varoluş-yokoluş döngüsünün, hem aklı hem ruhu tatmin edecek “doyurucu” bir cevaptan yoksun olması, insanoğlunun tüm eylemlerini içten içe etkileyen uğultulu bir fon müziği yaratıyor sanki yeryüzünde..

Bu hissediş- düşünüşlerle büyüyen farklı ipuçlarına ulaşma açlığını sadece bilim ya da din kaynaklı metinlerden doyuramayacağımı anladığım için uzandım; ezoterik, spritüel bilgi kaynaklarına.

Bu farklı alemlerde karşılaştığım bilgi ve semboller, doğarken koltuk altımıza sıkıştırılmış “varoluş bilmecesi”ni anlamlı bir resme dönüştürmek için ihtiyaç duyduğumuz çok önemli bir parçadan yoksun olduğumuzu anlatmaya çalışıyor gibiydiler.

“Maddeyi fethettiniz ama RUH parçası hala kayıp bilmecenizin!” diye kafalarını uzatıp duruyorlardı, her fırsatta..

Bedenimi salt fiziksel ve kimyasal süreçlerin işlediği bir makina, şuurumu/ruhumu bu süreçlerin bir yan ürünü olmaktan ibaret görmemem gerektiği gözüme gözüme sokuluyor; 

ancak her ipucu beraberinde bir başka soruyu getiriyordu..

İnsanlık tarihi boyunca zihinleri en çok meşgul etmiş “en büyük soruya” verilmiş cevaplar karşısında ki çocukca tepinmelerim, şüphe krizlerimle çok dalga geçtim!

Kendime çapımı, boyumu, posumu hatırlatarak ikilemlere düştüm..

Sonra bir gün, bir hikayedeki karınca kardeş kurtardı beni bu ikilemden..

Hacca gitme hikayesinde karıncanın yolda kendisini vazgeçirmeye çalışanlara verdiği cevabı belki bilirsiniz; “canım, sen ufacık bir karınca, nasıl ulaşacaksın oralara?!” diye gülenlere, “gidemesem de yolunda ölürüm!” demiş ya karınca..

Tam da böyle bir niyete ayarlı görünce içsel pusulamı; hedefi büyük, kendimi küçük bulmaktan vazgeçerek “kayıp parçayı” aramaya devam ettim.

Bu uğurda iz sürerken samimi bir hakikat meraklısıysanız, evren yasaları size bir şekilde yardım ediyor; “bilgi” arayanını bir yerlerde mutlaka bekliyor..

Sadece üzerinde yaşadığımız coğrafyada değil, tüm dünya coğrafyasında, hakikat uğruna her türlü eziyeti, acıyı, hatta ölümü bile gözünü kırpmadan kabul eden nice büyük yol göstericilerin, çeşitli yazın türleriyle insanlara ışık tutan ilhamlı vazifelilerin, uslubu farklı ama içeriği özdeş söylemlerine ulaşıyorsunuz.

Anadolu toprakları “yol göstericiler” açısından zenginliğiyle size şaşırtıyor..

Mevlana’nın, Yunus’un, Hacı Bektaş-i Veli ve daha nicelerinin 1200’lü yıllar civarında bıkmadan usanmadan anlattığı “Bir”lik (tevhid) ilkesiyle, günümüz kuantum fizikçilerinin tespit ettiği “Evrensel Teklik” ilkesinin arasında nasıl bir benzerlik olabileceğini kavramaya çalışıyorsunuz..

“Sayıların Babası” da denilen filozof, astronomi bilgini, matematikçi Fisagor’un, daha MÖ. 500 yıllarında, yeryüzünü evrenin merkezi olmaktan çıkaran aklının aynı zamanda “ruh göçü”nü anlatıyor olmasına şaşırıyorsunuz..

Ezoterik ekolde en büyük inisiyelerden birisi kabul edilen Fisagor’un Mısır ve Babil’de 20 yıl kalarak aldığı inisiyatik eğitim sonrasında, “Tüm felsefe ve dinlerde hakikatin dağınık ışıkları yer almakta; bu ışınların merkezini ezoterik doktrinde bulabilirsiniz” deyişinin ardına düşüyorsunuz..

“Hakikate ulaşmada gözlem ve muhakeme yeterli olamaz, sezgi de gereklidir” demesinden cesaretlenip, geçirdiği inisiyasyonun ne menem bir şey olduğunu, nereden, nasıl alındığını idrak etmeye can atıyorsunuz..

Bir başka kavşakta Platon çıkıveriyor karşınıza; ayağımızdan birbirimize zincirli halde oturduğumuz yeryüzü mağaramızın duvarındaki gölgeleri gerçek sanarak geçen yaşamlarımızı göstermeye çabalıyor bize; ”gelen ışığı takip edin, gölgelerden hakikate uzanın” diyor, ünlü “mağara mit”inde..

Ezoterik bir örgüt üyesi olan ve Tapınak Şövalyesi ünvanını almış olan ünlü italyan yazar Dante 

elinde “İlahi Komedya”yla sizi bekliyor başka bir dönemeçte..

Baştan aşağı ezoterik bilgilerin sembolizm içinde verildiği bir başyapıt olan eserinin “cehennem” adlı bölümünde şöyle diyor Dante; “Sağlıklı bir akla sahipseniz, şu tuhaf gibi gözüken dizelerimin arasındaki saklı öğretiyi kavrayınız!”

Hz. Muhammed’in atı Burak’la fizik ötesi boyutlarda yaptığı yolculukları anlatan muazzam bir alogorik yapıt olan “Miraçname”de tasvir edilen yerlerle, Dante’nin ölüm sonrası yapılan seyahatleri anlattığı “İlahi Komedya”nın cennet, cehennem, araf bölümlerinde tasvir edilen arzın derinliklerindeki yerlerin ve mesajların benzerlikleri karşısında dumura uğruyorsunuz..

Hermes (Kuran’da İdris peygamber olarak geçer), “Ey gözü bağlı kör ruh! Sırlar meşalesiyle donat kendini, dünyanın karanlıklarındaki pırıl pırıl mahiyeti ancak böyle bulup ortaya çıkarabilirsin; zira senin geçmişteki ve gelecekteki hayatlarının anahtarı ondadır” diyerek işaret ettiği sırların içine dalmak istiyorsunuz..

MÖ. 500-1000 yılları arasına tarihlenen bir dönemde tek tanrılı öğretiyi savunmuş, bu yönüyle günümüz batılı araştırmacıların ilgisini çekmeye hala devam eden efsanevi kişilik Zerdüşt’ün eseri Avesta’da anlattığı tanrı Ahura Mazda ile yaptığı görüşmelerde geçen; “Ruhun kökeni semavidir, bedeni ise kozmik bir öz tarafından döllenmiş olan dünyasal öğelerin ürünüdür” betimlemesinde insana acaip gelen bir kehanetin nefes alıp verdiğini hissediyorsunuz..

Ezoterizm’de, Antik Yunana bilgeliği Fisagor ve Platon’dan önce getirdiği söylenen en büyük inisiyelerden olan Orfe’nin (MÖ. 8. YY) kurduğu inisiyatik organizasyonun merkezi olan Atina’daki Delf tapınağının kapısında “Kendini Bil” (böylece evreni ve tanrıları da bilirsin!) yazıyor..

Orfe’nin efsanesinde sürekli olarak “tekrar doğuş“ ilkesi işleniyor; “Alemin yüce ruhundan fışkırmakta olan sayısı belirsiz ruhların şu muazzam evrende nasıl coşku içinde çırpındıklarını, nasıl fır fır dönüp durduklarını ve hakikati nasıl aradıklarını bir bilseniz!..

Bunlar gezegenden gezegene düşmekte, varoldukları dipsiz derinliklerde, unutulmuş vatanlarının hasretiyle yanıp tutuşmaktadırlar!” diyen Orfe’ye, “unutulmuş vatan neresi?” demek için yanıp tutuşuyorsunuz…

Mısırlı bir inisiye olan Musa’nın ilminde de, yerküresel bölgenin çok uzaklarında yer alan ve ihtişamları gitgide artan ruh alemlerini katedişler anlatılıyor..

Bu kadim ilimde ayrıca, alemlerin “kademeli tekamül” şeklinde hiç bitmeyen gelişimlerine işaret eden zengin betimlemeler yer alıyor.

Mistik Musa’nın “kademeli tekamül” sembollerinden haberdar olmuşsanız, algılayamadığımız ve göremediğimiz bir yerlerde başka evrenler olabileceğini “paralel evrenler” kuramıyla işaret eden Einstein ve diğer ilhamlı bilim adamlarının hipotezlerinin Tevrat’la ne alakası olabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz..

Diğer bir büyük inisiye olan İsa, sosyal düzeni kozmik düzenin küçük bir sureti haline getirmeyi düşlemiş, iktidar derdine düşmüş skolastik din adamlarına karşı çıkarak, insanı uyandırmak adına ölümü göze almıştı..

İsa, dünyaya özgü her türlü ağırlıkların altında ezilmekte olan ruh varlığına şöyle seslenmekteydi; “Kalk düştüğün yerden, zira senin vatanın göklerdedir, ama oraya ulaşmak istiyorsan, daha dünyadayken aklınla ve aşkınla ispat et bunu, ara!

“Ben var olanları yıkmaya değil tamamlamaya geldim” diyen İsa’nın dediklerini ne kadar anladık, ne kadar tamamlandık acaba?

Görkemli göksel kültürün son temsilcisi olarak gözüken Hz. Muhammed, “yeter ki karnım doysun, küpüme birkaç kuruş konsun!” felsefesiyle yaşayan arap aleminin iyice boşalmış manevi çanağını doldurmaya talip olarak uzanmış aşağılara..

Her dakikası akla gelmedik zorluklarla geçmiş olan 61 yıllık bir hayatta, anlatılarını idrak etmekten çok uzak insanları hakikat yoluna sevk edebilmek için nice meseller kullanmış; inanmak istemeyenlere sayısız “mucizevi” duru görü, duru işiti medyomluğu örnekleri vermiş, “Akıl sahiplerine, düşünenlere (inananlara dememiş?!) bir çok ibretler vardır!” demiş, Hz. Muhammed..

Tıpkı, 40 sene sabrederek kavmini sürekli uyanışa davet eden, asasıyla Kızıldenizi ortadan yarıp tekrar kapatmak gibi bir çok açık-büyük mucizeler gösteren; ama yine de cehalete, uykuya yenik düşmüş kavminin ihanetine uğrayan Musa gibi, çarmıha gerilmeyi göze alan İsa gibi, insanlığı bir diş yukarı çekmek için büyük mücadeleler vermiş..

“Hakikat hükümlerini bilmeden ibadet edip duran kişi değirmen döndüren eşeğe benzer!” dediği halde ibadet hala vazifeten yapılıyorsa,

“Din hususunda ileri gitmekten sakının; çünkü sizden öncekiler aşırı gitmekten helak oldular!” dediği halde kul ile tanrı arasına girilerek din ticaretinden keseler dolduruluyorsa,

“Bir bilgini padişahla fazlaca düşer kalkar gördün mü, bil ki o hırsızın biridir” dediği halde, işi insanı yükseltmek olan büyük başlar siyasetçilerle içli dışlı olmaktaysa,

“Yanı başındaki komşu açken yemeğini yiyip karnını doyuran insan değildir” dediği halde, 

milyarlara mal olan görkemli ziyafetler tertip ediliyorsa; o toplumda Muhammed’in içrek anlamlarla bezeli hakikat öğretisini çözmeye kimse çabalamaz elbet..

Yukarıda ismini geçirdiğim; ve geçiremediğim nice inisiyeler, peygamberler, ilhamlı bilim adamları, fizik ve ruhsal alemler arasındaki ilişkileri yöneten yasaları gün ışığına çıkararak görünmeyen alemleri epey bir aralamışlar aslında..

Tarih öncesini-sonrasını kapsayan çok uzun bir süreçte, şuur yolculuklarını ileri noktalara taşıyarak evrensel gerçeklere ulaşmış büyük ustaların birikimlerinden oluşmuş önemli bir külliyat var kitapçı raflarında; merak duymamız halinde bizi sonsuz denizlere açacak..

Biz merak edelim, etmeyelim; görelim ya da görmeyelim; kainatın bağrında tam cepheden bakarak görülmeyi ve birleştirilmeyi bekleyen muhteşem bir bilgi var..

Üzerindeki “maya örtüsü” her geçen gün biraz daha aralananan muhteşem şaşırtıcı bilgiler..

İnsanlık ailesinin bireyleri olarak, varlık ve varoluşla ilgili cehaletimizin taa derinlere 

saldığı burukluğu şuursuzca hafifletmeye çalışırken tutunduğumuz “şey”ler artık bize yetmiyorsa, herbirimiz, mevcut hipotezleri sorgulama ve yeni realiteler açabilecek sentezleri hayal etme hakkına sahibiz.

Einstein bile imajinasyonu bilginin önüne koymuşsa, düşüncelerimizi esnetmenin, algı bandımızı genişletmeye çabalamanın ne sakıncası olabilir?

Yeryüzünde yaşarken Maya’nın örtüsünü kabul edip oyunlarına katılmaktan başka çare yoktur..

Ancak, varoluşu açıklamak için kendimize sunduğumuz çıkış kapılarının ne kadar sahici olduğunu sorgulayarak örtüyü ucundan azıcık kaldırmaya talip olabiliriz belki..

Bu konuyu yazdır

  KURAN'DA REENKARNASYON
Yazar: Emka - 02-06-2017, Saat: 16:10 - Forum: Reenkarnasyon - Yorum Yok

Reenkarnasyon, bir insanın öldükten sonra tekrar dünyaya gelmesi, yani ritmik bir döngü içinde ölmesi ve öldükten bir süre sonra fiziksel dünyada başka (yeni) bir bedende tekrar dirilmesi olayı şeklinde açıklanabilir.

Reenkarnasyon diye bir olgunun var olup olmadığı, buna inananlar ve inanmayanlar tarafından halen tartışılmaktadır. Kur-an’ı Kerim’de reenkarnasyona dair bir bilginin var olup olmadığı da bu tartışmanın bir parçasıdır. Kur-anda reenkarnasyon olup olmadığı tartışmasını tarafsız bir biçimde ele alabilmek ve sağlıklı bir sonuca varabilmek için Kur-an’daki ayetleri referans alarak konuyu incelemeliyiz. Bunu yaparken de düşünce, akıl ve mantık gücümüzü kullanmalıyız. Çünkü Kur-an’daki bir çok ayet insanın düşünmesi ve aklını kullanması gerekliliğine özellikle işaret etmektedir.

Bazılarımız Kur-an’da reenkarnasyona değinilmediğini, bu olguyu açıklayan belirgin bir bilgiye rastlanmadığını öne sürmekte ve ayetleri de bu doğrultuda yorumlamaktadırlar. Ancak Kur-an’ı Kerim’i derinlemesine incelediğimizde, pek çok sure ve ayette reenkarnasyona işaret edildiğini ve de oldukça belirgin bilgiler verildiğini görebiliriz. Bunlar özellikle bir gizem oluşturmak için zor anlaşılacak şekilde sunulmuş bilgiler değildir. İnsanın yeniden dirilişi ve nedenleri, benzetmeler, örnekler ve çeşitli açılardan yapılan açıklamalarla doğal olarak o zamanların insanının anlayabileceği bir ifade kullanılarak anlatılmak istenmiştir. Zamanımız insanı da sabırlı ve dikkatli bir incelemeyle Kur-andaki reenkarnasyonun farkına varabilir.

Ayetlerde, “Yeniden bedenlenme vardır” veya “insanlar reenkarne olur” gibi çok direkt sözler kullanılarak reenkarnasyona doğrudan değinilememesinin bazı nedenleri vardır.

Reenkarnasyon ve benzeri önemli bilgilerin Tanrısal Alem tarafından insanlığa dünya evriminin her döneminde en açık bir biçimde verilmesi söz konusu değildi. Çünkü insanlığın o zamanlardaki algılama kapasitesi henüz her tür tinsel kaynaklı bilgiyi kavrayıp özümseyebilecek seviyede değildi. Evrimin akış süreci içinde İnsanlığın tinsel bilgileri anlama yeteneği daima belli bir yere kadardı, yanı kısıtlıydı. Örneğin Tevrat’ta reenkarnasyona değinildiğine dair bir bilgi göremeyiz. Çünkü Tevrat döneminin insanları o sıralarda bizlerden farklı bir evrilme sürecinden geçmekteydiler ve ruhsal olarak çok farklı bir konumdaydılar. Bu süreç boyunca bazı eski yeteneklerini kaybetmek ve bazı yeni yetenekleri de geliştirmek zorundaydılar. Bu bakımdan söz konusu aşamalarda, o zamanların insanlarının reenkarnasyonun varlığından haberdar olmaları henüz gerekli değildi. Bu bakımdan, 7. yüzyılda Kur-an’daki bilgilerle karşılaştıklarında bir geçiş dönemi yaşamaya başlayan Arapların o sıralardaki ruhsal hallerini ve bilinç durumunu göz önünde bulundurmakta fayda vardır.

belief_reincarnation.jpg

7. yüzyıla gelinceye kadar Araplar (ve sonradan Kur-an’ın mesajından etkilenen çevrelerindeki halklar) kendi kullandıkları bir deyimle ‘cahiliye dönemi’ (karanlık dönem) yaşamaktaydılar. Özetlenecek olursa cahiliye döneminde Araplar, yaratan tek bir Allah’ın Varlığından henüz haberdar değillerdi, bu yüzden çeşitli putlara tapıyorlardı. Bu putlar aslında yaratan Allah’ı değil, sonradan Kur-an’da açıklanacak olan ‘Allah karşıtı’, ‘Kutsal karşıtı’ bazı tinsel varlıkları temsil ediyordu. Bunun yanı sıra o zamanki Arap toplumunun hiçbir konuda toplum yaşamının düzenini yönlendirecek ahlaki anlayışları ya da uyguladıkları hukuki kuralları yoktu. Bu bakımdan o zamanlara geri dönüp baktıklarında dürüstçe, kendilerinin Kur-an gelene kadar bir cahiliye dönemi yaşamış olduklarını belirlemeleri çok doğruydu.

Kur-an gelmeden önce Allah’ın Varlığının bilincinde olmayan ve ahlaktan, iyilikten, merhametten, hukuk kurallarından yoksun bir durumda olan bu insanların Kur-an gelir gelmez hemen anlayıp sindirmeleri gereken ilk önemli kavram elbette ki insanın reenkarne olması değil, tek bir Allah’ın Varlığı ve bu yeni bilginin çerçevesi içinde verilmiş olan bilgilerdi. Zamanımızda kültür seviyesi ne olursa olsun insanlar (ateist görüşü benimsememiş olanlar), yaratan bir Allah’ın Varlığına artık yabancı değildirler. Zamanımızda da inanmayanlar olmasına rağmen herhangi bir sert tartışmaya neden olmayan Allah’ın Varlığı konusu, 7. yüzyılın başlarında tartışmadan da öte, buna inanan ve inanmayan Araplar arasında geçen ciddi ve uzun savaşlara neden olmuştu.

Kur-an ayetlerini incelediğimizde görebileceğimiz gibi, cahiliye döneminin yaşanmakta olduğu o zamanlarda yeniden bedenlenme fenomeni gibi radikal bir bilginin kavranması gerçekten çok zordu. Zaten Allah’ın Varlığından bile yeni haberdar olmuş olan insanlar, reenkarnasyon gibi oldukça karmaşık bir kavrama karşı doğal olarak baştan önyargılıydılar. O zamanlarda karşılaşılan bu durumla ilgili olarak Kur-an’da şöyle ayetlere rastlayabiliriz :

İsra. 98 -……çünkü ayetlerimizi inkar ettiler ve söyle dediler : “Biz bir kemik yığını olduktan, un ufak hale geldikten sonra mı, sahi bundan sonra mı yeni bir yaratılışla dirileceğiz”?.

Ra’d. 5 – Eğer şaşıyorsan, esas şaşılacak olan onların (inançsızların) şu sözüdür : “Biz toprak olunca mı ve gerçekten mi yeni bir yaratılış içinde bulunacağız“? Bunlar Rablerini inkar edenlerdir.

Müminun. 37 – “Hayat, şu dünya hayatımızdan başkası değildir. Ölürüz yaşarız ama biz tekrar diriltilecek değiliz.”

Nahl. 38 – Yeminlerinin tüm gücüyle, “Allah ölen kimseyi diriltmez” diye Allah’a yemin ettiler. Hayır öyle değil. Öleni diriltmek O’nun üzerinde hak bir vaattir, fakat insanların pek çoğu bilmezler.

Nahl. 39 – Diriltecek ki, onlara ihtilafa düştükleri şeyi açık seçik göstersin ve inkara sapanlar kendilerinin yalancılar olduklarını bilsinler.

Kur-an’da, yukarıdaki ayetlere benzer anlamları yansıtan başka ayetler de vardır. Bu örneklerde de açıkça görüldüğü gibi, o sıralarda henüz putlara tapmak gibi bir gaflet uykusu içindeyken bunun yerine Allah’ın Varlığı gerçeğini benimsemek durumuyla karşılaşan pek çok insan henüz yeniden diriliş kavramını anlayamamakta ve bu gerçeği sindirmekte zorlanarak itirazlar öne sürmekteydiler.

Bu bağlamda, gerekli tinsel bilgilerin Tanrı’sal Alem tarafından insanlığa doğru zamanlamayla, doğru dönemlerde ve belli toplumlar vasıtası ile verilmesinin söz konusu olduğunu anlamamız gerekir.

Tinsel dünyadan (Tanrısal Alem) belli zamanlarda insanlığa bir itki (dürtü) olacak biçimde gönderilen bu bilgilerin doğru değerlendirmesini yapabilmek için mümkün olduğu kadar önyargılarımızdan sıyrılmaya çalışmalıyız. Yoksa kendi yarattığımız blokajlar, ihtiyacımız olan bu çok değerli bilgileri özümsememizi engelleyebilir.

Aslında zamanımızda herkesin elinin altında, istese hemen ulaşabileceği olağanüstü derinlikte gizem bilgiler mevcuttur. Ancak, bir insan bu tür bilgileri henüz talep etmiyor ve bunlar bireye şimdiki enkarnasyonunda bir anlam ifade etmiyorsa, doğal olarak o kişi için hala gizem bilgiler olarak kalacaktır.

Başlangıç olarak reenkarnasyon gibi tinsel bilgilerin kişiye bir anlam ifade etmesi, yani anlamının kişinin ruhunda bir etki yaratması gerekir. Bunun yanı sıra kişi, bu bilgilerin kendi evrimi için gerekli olduğunu anlamalı ve bunları ruhunun algılama alanı içine almayı kendi iradesiyle istemelidir. Fiziksel dünyada yaşadığı süreçte, tinsel kaynaklı bir bilginin kendi evrimi için neden ve ne kadar gerekli olduğunu anlayıp kavrayabilmesi her birey için önemli bir aşamadır. Yoksa insan sadece kendi dünya görüşlerine uygun olacak şekilde benimsediği bazı fikir ve kanaatler doğrultusunda, reenkarnasyon gibi yaşamsal değeri olan bir bilginin varlığına “yoktur, olamaz, ben inanmıyorum, ben Kur-an’da göremiyorum” şeklinde yüzeysel bir argüman öne sürdüğü zaman kendi önünü tıkadığı gibi, farkında olmadan çevresindeki pek çok insanı da yanlış yönde etkileyebilir.

İnsanların her konuda olduğu gibi tinsel konularda da düşünmeleri ve kendilerine ait bazı düşünceler oluşturmaları elbette doğaldır ve faydalıdır. Ancak, özellikle tinsel konularda oluşturduğumuz düşünceleri yönlendiren negatif etkenlerin varlığının farkındalığına sahip olmadığımızdan dolayı, inandığımız her düşünceyi kesin bir yargı olarak benimsemeden önce biraz kuşku payı ve esneklik bırakmak daha faydalı olur. Tinsel konulara dair benimsediğimiz düşünce ve inançların gerçekten kendi arınmış düşüncelerimizle mi yoksa aslında farkında olmadan etkisi altında kaldığımız ‘duyu ötesinden kaynaklanan’ negatif etkenlerle mi oluştuğundan emin olmalıyız.

Reenkarnasyonun varlığı gibi bir konu, “ben buna inanmıyorum” gibi önyargılı ve yüzeysel bir yaklaşımla edindiğimiz fikirlere saplanıp kalmasa daha iyi olur. Çünkü Reenkarnasyonun ‘var olması’ ya da ‘yok olması’ bir insan için çok önemlidir ve ruhunun evrilmesiyle ilgili çok şey fark ettirir. Bu bakımdan reenkarnasyonun var olup olmadığına dair çok kesin bir yargıya varmadan önce bu konunun objektif bir biçimde derinlemesine incelenmesi gerekir.

Reenkarnasyonun varlığıyla ilgili olarak sadece bireysel sempati ve antipati yüklü şahsi kanaatlerimizle bir yargıya varırsak bu konunun hakkı olan ciddiyet ve önemi verememiş oluruz.

Kur-an vasıtasıyla insanlığa sunulmuş olduğu dönemde pek az insanın kavrayabildiği reenkarnasyon gerçeği’ zamanımızda, insanın şimdiye kadar geliştirdiği ve yeni geliştirmekte olduğu yetenekleri ile rahatça kavranabilir. (İnsanın geliştirmiş olduğu yetenekleri düşünce, akıl ve mantık, yeni geliştirmekte olduğu yetenek ise bilinçtir.) Yeter ki biz reenkarnasyon olgusuna baştan ”yoktur veya olamaz” gibi geçerli bir dayanağı olmayan önyargılı düşüncelerle yaklaşmayalım ve reenkarnasyonla ilgili daha öte ve derin kavramlara sahip olabilmenin önünü kesmeyelim. (Aslında reenkarnasyonun olmadığına dair benimsenen düşünce ve inançlar zamanımızda materyalizmin de güçlü etkisi altında kalmıştır. Bu etki üzerinde de düşünülmesi ve varlığının hesaba katılması gerekir)

Söz konusu tartışmanın içinde yer alan her insan önyargısız bir şekilde şunu söyleyebilmeli : “reenkarnasyonun var veya yok olma olasılığının hiç olmazsa eşit olduğunu kabul ediyorum ve böyle bir şeyin nasıl ve neden olduğunu anlamak istiyorum“. Her iki görüşün doğru olma şansının yarı yarıya olduğunu varsaydıktan sonra konuyu inceleyelim.

Kur-an ayetlerini reenkarnasyon açısından değerlendirmeye girmeden evvel, yine Kur-an’da verilen çok önemli bir bilgiyi anlamalı ve reenkarnasyona değinen bütün ayetlerin temeline oturtmalıyız. O zaman bu ayetlerden ‘yansıyan anlamlar’ daha da açıklık kazanır.

Bu bilgi de söyle :

Bakara suresi, 255. ayette Allah’ın en belirgin özelliklerinden biri belirtilmektedir :

‘Allah’tan başka ilah yok, HAYY’ dır O, Sürekli diridir.’……..

Yani Allah’ın ölümsüz, ebedi, hiç ölmez ve hep canlı olduğu açıklanıyor. ‘Hayy’ kelimesi aynı zamanda Esma-ül Hüsna’da da Allah’a ait özelliklerden biri olarak geçiyor ve anlamı : ”Sürekli diri Kendisi için ölüm söz konusu edilemeyen” olarak açıklanıyor.

Ölümsüzlüğün ve sürekli diri olmanın Allah’a ait özellikler olduğunu kuşkusuz bilmekteyiz. Ancak bunun Kur-an’da özellikle vurgulandığını anımsatmak ve bu konuyla bağlantısının ne olduğunu açıklamak gerekir.

Allah’ın ölümsüz olduğu gerçeğini aklımızda bulundurarak Kur-an’da, insanın Allah tarafından yaratılışı ile ilgili bazı ayetleri inceleyelim.

Secde. 9 – “Sonra ona bir biçim verdi, ve ona Kendi Ruhundan üfledi”………….

Sad. 72 – “Onu kıvama erdirip içine Ruhumdan üflediğimde” önünde secde ederek eğilin………

Hicr. 29 – “Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp Öz Ruhumdan içine üflediğim zaman”…………

Bu ayetlerde sözü geçen Ruh ve Öz Ruh’tan kastedilen şey ruh değil Tin‘dir. Ruh ile tin aynı şey değildir.(Batı dillerinde, örneğin İngilizce de ruh ve tinin karşılığında farklı kelimeler vardır. Ruhun karşılığı soul, tinin karşılığı ise spirit’tir. duyular ötesi dünya – fiziksel dünya ötesindeki aleme dair anlamında sıklıkla kullandığımız spiritüel kelimesinin kökeni spirit‘tir. İngilizcede de spiritüel kelimesi aynı anlama gelir. Türkçe’de de, çok farklı şeyler olan ruh ve tini ayırt edecek şekilde, spirit’in karşılığı olarak ‘tin’, spiritüelin karşılığı olarak da tinsel kelimesini kullanmalıyız). Tin, pek çok bakımdan belirgin bir biçimde ruhtan daha farklı ve Tanrı’sal özellikler içeren bir unsurdur. İnsan açısından en önemli farklılıklardan biri de ölümde insan ruhunun bazı bölümlerinin yok olması ama insanda var olan tinin yok olmamasıdır. Bu bakımdan Allah’ın tamamen tinsel bir varlık olduğunu belirlemeliyiz. O, insan gibi astralden kaynaklanan özellikleri yansıtan ruhsal bir varlık değildir.

İnsana özel ruhun yok olabilir– yitirilebilir bir unsur olması insanla Allah arasındaki en belirgin farklılıklardan birini oluşturduğu gibi, insana yaratılışta ‘özel olarak verilmiş’ olan tinin yok olmaması ve ölümsüz olması özelliği de, insan doğasının Allah’ın doğasıyla en benzeştiği noktadır. Allah Kendi özelliğinden bir unsuru (ruhu-özruhu-tini) yaratılış sırasında insana bağışlamış olmasaydı, Sad suresi 72. ayette olduğu gibi tinsel dünyadaki diğer varlıklardan, yarattığı insanın önünde eğilmelerini istemezdi. Burada diğer tinsel varlıkların önünde eğileceği ‘şey’ insanın fiziksel görüntüsünü oluşturan mineral yapı değil, içinde bir gizil güç’ olarak var olan Allah’tan gelme tindir.

İnsandaki tinin varlığının bilincine varamazsak  Kur-an’daki “Ben size şah damarınızdan da daha yakınım” ayetinin gerçek anlamını hiçbir zaman anlamamız mümkün olmayacaktır. Şah damarı atan kalbi, yaşamı yani verilmiş olan canı temsil eder. Ölümde fiziksel bedenden can çıkar, insandan ayrılır ama tin insandan ayrılmaz, fiziksel bedenin ölümünden sonra bir sonraki enkarnasyon yolculuğunda onun ayrılmaz bir parçası olarak insana eşlik eder.

Henüz tin’in varlığına ve doğasına dair bilgilerden haberdar olmadığımızdan dolayı, ya da tini bir kelime olarak duyup dikkatimizi çekmediği için, farklı şeyler olmalarına rağmen tin ile ruh kavramlarını kaçınılmaz olarak birbiriyle karıştırmakta ve tin kelimesi yerine ruh kelimesini kullanmaktayız. (Bundan dolayı Kur-an ayetlerinde de, aslında tin kelimesi kullanılması gereken yerlerde hep ruh kelimesi kullanılmıştır. Buna karşılık  Kur-an’ın İngilizce çevirisinde (mealinde) ruh için soul, tinin karşılığı olarak da spirit kelimeleri doğru olarak kullanılmıştır. İncil’in de Türkçe çevirisinde aynı sorun söz konusudur. İncil’de de tin kelimesinin kullanılması gereken yerlerde tinin karşılığı olarak sadece ruh sözü kullanılmıştır. İncilin İngilizcesinde bu kavramların birbirinden farklı ve doğru kullanımları yer almaktadır.) Çok farklı ve önemli bir kavramı ifade eden tin kelimesinin, tinsel konuların açıklamalarında başlı başına bir kelime olarak kullanılmaması çok ciddi bir eksikliktir. Bu eksiklik yanlış anlamların ortaya çıkmasına neden olur. Bundan dolayı pek çok önemli konu bilinemez bir muamma olarak kalmaya mahkumdur.

Tin insanda potansiyel bir tohum (bir gizil güç) olarak bulunsa da, bizler henüz ruhsal – astral varlıklarız. Ancak evrimimizin daha ileriki zamanlarında, tinin varlığını daha güçlü bir biçimde yansıtacak olan Tinbenlik (yüksek benlik) gibi tinsel unsurlarımızın gelişmesiyle tinin varlığı daha belirgin biçimde ortaya çıkacaktır.

Tin kelimesi yerine  Kur-an’da var olan şekliyle ruh kelimesi kullanılarak değinilmiş olsa da, yaratılışla ilgili bu üç ayette belirtilen en önemli nokta şudur :

Allah, Kendi Özüne ait bir unsuru (Kendi Tinsel Doğasının bir özelliğini) yani Kendi Öz Varlığından kıymetli bir şeyi yarattığı insana vermiş ve bu verdiği şeyin insan varlığını oluşturan unsurların ayrılmaz bir parçası olmasını sağlamıştır.

Allah, Hayy, yani ölümsüz bir varlık olduğu için, ‘O’nun Özünden gelen’ ve insana bağışladığı ‘Kendinden bir parça’ (yani ayette geçtiği şekliyle Öz Ruhundan bir Parça) da ölümsüzdür.

Ölümsüz ve sürekli diri olan Allah’ın Öz’ünden gelen ve yaratılış sırasında insana da bağışlanan bu özellik, insanda ölümsüz olan ve insanı ölümden sonra enkarnasyondan enkarnasyona taşıyan unsurdur. Allah insana  ölümde yok olan diğer unsurlarına ilaveten bir öz olarak ölümün ötesine taşıyabileceği ölümü olmayan bir unsur bağışlamıştır. Allah’ın Kendi Öz Varlığından yaratılış sırasında insana üflediği şey budur. Yoksa insan öldüğünde bitkiler ve hayvanlar gibi her şeyiyle tamamen yok olur ve daha sonra yeniden bedenlenip dirilmesi kesinlikle söz konusu olamazdı.

Her hayvanın dünyadaki ölümü o hayvanın sonudur. Fiziksel dünyada hayvanı oluşturan unsurlar arasında tin olmadığı için, bir sonraki yaşama aktarılacak bir öz de yoktur. (Allah hayvanları yaratırken, insanda yaptığı gibi onlara Kendi Öz Ruhundan üflememiştir. Zaten Kur-an’da da böyle ayet mevcut değildir.) Bu yüzden hayvanlar reenkarne olmazlar ve olmaları da gerekli değildir.

Bitkide ve hayvanda da benlik yoktur. Fakat insanın kendine ait bir benliği olduğu için ve tinsel dünya prensiplerine göre ancak benliği olan bir varlık tinsel anlamda evrilebileceği için, insanın fiziksel dünya yaşamı deneyimlerinin tek bir yaşam sonunda tamamen son bulmaması ve evrim yolculuğuna devam etmesi gerekir. Her birey ölünce, benliğinin yaşam süresince dünyada yaptıklarıyla ortaya koyduğu meyveleri (iyi veya kötü) mutlaka Tinsel Dünyanın (Allah’ın) tartı ve yargısından geçirdikten sonra bir sonraki dünya yaşamına aktaracak, yani reenkarne olacaktır. Kur-an’da, insan benliğinin dünyadayken yaptıklarıyla değerlendirileceğini ve bunlardan sorumlu tutulacağını anlatan ayetler vardır.

Haşr. 18 – Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Ve her benlik yarın için ‘önden’ ne gönderdiğine bir baksın. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.

(Buradaki ‘önden’ kelimesiyle insanın ölümden evvel fiziksel dünyada yaptıkları kastedilmektedir.)

Yunus. 108 – De ki : “Ey insanlar! Şu bir gerçek ki hak size Rabbinizden gelmiştir. Artık doğruya yönelen kendi benliği için yönelir ; sapan da kendi benliği aleyhine sapar. Ben sizin üzerinizde vekil değilim.

Zumer. 5 – Benlik şöyle diyecektir o zaman : Allah’a karşı aşırı gitmem yüzünden başıma gelenlere bak. Alay edip duranlardan biriydim doğrusu..”

İsra.7 – Eğer güzel davranırsanız kendi benlikleriniz için güzellik sergilemiş olursunuz. Ve eğer kötülük yaparsanız o da benlikleriniz aleyhine olur………..

İbrahim. 51 – Çünkü Allah, her benliği kendi kazandığıyla karşı karşıya getirecektir. Allah hesabı çok çabuk görür.

Bu ayetlerde insanın durumunu incelediğimizde, Allah’ın, iyilikler ve kötülükler, doğrular ve yanlışlarla yoğrulmuş olan insan benliğini muhatap aldığını ve benliğin bu edintilere göre yargılamasının söz konusu olduğunu görmekteyiz.

İnsan benliğinin dünyadaki yaşamından sonra reenkarne olacağı bir sonraki yaşamına aktarılan iyi veya kötü deneyimleriyle ilgili bu tür ayetlerden başka Kur-an’da, her benliğin dünya yaşamlarının toplamının sonuçlarının ortaya dökülüp değerlendirileceği kıyamet günü hesaplaşmasıyla ilgili olan ayetlerde ayrıca vardır:

Bakara. 48 – Ve korkun o günden ki, hiç bir benlik bir başka benliğin herhangi bir şeyi için karşılık ödemez; hiçbir benlikten, şefaat kabul edilmez, hiçbir benlikten fidye alınmaz. Ve onlara yardım edilmez.

Bakara. 281– Korkun o günden ki, o günde Allah’a döndürüleceksiniz. Sonra her benliğe kazanmış olduğu tam bir biçimde verilecektir…….

Kur-an’da sıkça kullanılan biçimiyle insanın ölümden dirilişe geçmesine, yani fiziksel dünyada dirilmesi-enkarne olmasına değinen daha pek çok ayet vardır. İnsanın dirilişe geçmesi demek, doğmak ya da Türkçe’de kullandığımız doğru şekliyle dünyaya gelmek demektir.

Bakara süresi – 28‘inci ayet, insanın fiziksel dünyaya tinsel dünyadan geldiğini, ancak bir önceki dünya yaşamının sonunda ölmüş olduğunu belirtmek için ölme-dirilme sıralamasını özellikle ölümden başlatmıştır; “Allah’a nasıl nankörlük ediyorsunuz?! Siz ölülerdiniz, O sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra diriltecektir. Nihayet O’na döndürüleceksiniz.”

28 ‘inci ayette insanın özellikle birbiri arkasından ritmik bir doğum ve ölüm çemberinden geçtiği belirgindir.

Eğer bu ayette sadece bir kerelik bir yaratılış veya ilk başlangıç yaratılışı anlatılmak istenseydi , ”Allah sizi yoktan var etti ölecek ve ona döndürüleceksiniz” gibi bir açıklama yeterli olurdu.

Ölümden başlayıp, birbiri ardından “sizi diriltti-öldürecek-diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz” şeklinde bir ifadeyle, insanın dünyaya bir çok kere gelip-gitme’ durumuna dikkat çekilmek istenmiştir.

Bakara.28’inci ayetten başka ayetlerde de bu konu anlatılmak istenirken, açıklamaya daima önce insanın ölü halinden başlanması daha sonra diriltmeye geçilmesi tesadüfi değildir.

Yunus. 31-………Kim çıkartıyor ölüden diriyi ve kim çıkartıyor diriden ölüyü? Kim çekip çeviriyor iş ve oluşu?

Ali İmran. 27 – “geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü de gecenin içine sokarsın. Diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü diriden çıkarırsın. Dilediğini hesapsızca rızıklandırırsın.

Abese. 21– Sonra öldürdü onu, kabre koydurdu.

22 – Sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı onu.

Yunus.31, Ali İmran.27 ve Abese. 21. 22. ayetlerinde görüldüğü gibi burada ilk defa yaratılan bir insan söz konusu değildir (insan, dünyadaki varoluşuna çoktan başlamıştır ve artık birbiri ardından ölümler ve dirilmeler deneyimlemektedir) ve ölümünden hemen sonra bir atlama yapıp doğrudan kıyamet günündeki buluşmaya değinilmemiştir. Bu ayetlerde özellikle zaten ölü olan bir insanın diriltilmesinden başlanmıştır.

Mantıken bir insanın ölü halinde olabilmesi için önceden de diri olması, yani dünyada evvelce yaşamış biri olması gerekir. Bu ayetlerde ve diğer pek çok ayette açıklamaya hep ölü olan bir insanın diriltilmesinden başlanmış olması tesadüfi değildir.

Abese 21. ve 22. ayetlere daha dikkatli baktığımızda da yaşamakta olan bir insanın zamanı gelince canının alındığını, gömüldüğünü ve sonra o insanın reenkarne olması için uygun bir zaman gelince(“sonra dilediği zaman diriltip”) tekrar bir dünya yaşamına gönderildiğini (“diriltip ortaya çıkardı onu”) görmekteyiz.

Bu ayeti, Vakıa süresi. 61. ayet (“Yerinize diğer benzerlerinizi getireceğiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden oluşturacağız”.) ve En-am süresi 133.(….”.Dilerse sizi ortadan kaldırır ve sizi bir başka topluluğun soyunda vücuda getirdiği gibi ardından da dilediğini sizin yerinize getirir”.) ayetleriyle beraber incelediğimizde de, insanın ölüyken diriltilmesi, tekrar canının alınması ve sonra ileriki bir zamanda başka bir soy ve değişik bir toplumda Allah’ın şaşmaz irfanı doğrultusunda yeniden bedenlendirileceği anlaşılmaktadır.

İnsanın deneyimlediği bu ritmik gel-git işleminin dünyanın sonunda yaşanacak olan kıyamet gününden daha farklı bir durum olduğu açıkça görülmektedir.

Bu düşünceler aynı zamanda,  Kur-an’da reenkarnasyon yoktur fikrine yakınlık duyanların bu doğrultuda özellikle öne sürdüğü ; “Kur-an’da sözü geçen diriliş ve diriltme sözlerinden kastedilen şey, Allah’ın her insani sadece ahiret gününde yani uzak bir gelecekteki kıyamet gününde diriltmesidir, yoksa diriltme sözü bir insanın reenkarne olması yani kıyamete kadar (şimdiki zamanla ile kıyamet arasındaki sürede) yeniden beden alması değildir” gibi bir inanca açıklık kazandırmış olur.

Ayetlerde geçen her diriliş ve diriltme sözüyle yalnızca kıyamet günündeki nihai buluşma kastedilseydi, Bakara 28 (ve diğer ayetler) de insanın dirilmesi ve ölmesinin defalarca vurgulanmasına gerek görülmezdi. Bu tekrarların söz gelişi lüzumsuz bir tekrar veya bir çeviri hatası olmadığı kesindir.

Ayrıca dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta da, 28.ayette insanın diriltilmesi ve ölmesi bir kaç defa vurgulandıktan sonra, ayetin sonunda özellikle “ve nihayet O’na döndürüleceksiniz” denmiştir. “ve nihayetin” anlamı, bir çok defa dirildikten ve öldükten sonra, yani dünyaya gelme-gitme ritmik döngüsü artık sona erdiğinde O’na döndürüleceksinizdir.

Burada özellikle kullanılan nihayet kelimesiyle, insanın bir çok dünya yaşamı deneyimleri sonunda, tüm reenkarnasyonlarının defterinin açılıp hesaplarının görüleceği bir kıyamet gününe ayrıca dikkat çekilmek istenmiştir.

Eğer bir insan tek bir dünya yaşamı sonunda öldüğünde sadece bu tek yaşamın hesabını verecek olsaydı ve hesaplar ölümden sonra hemencecik görülseydi, çok uzak bir gelecekte gerçekleşeceği belirtilen bir kıyamet gününe hiç gerek kalmayacaktı. Başka bir deyişle, eğer insanlar tek bir yaşam bitince ölüyor ve hesapları görüldükten sonra cennete veya cehenneme gitmeleri kararı hemen veriliyorsa, uzak bir gelecekte hesapların görülmesi için ayrıca bir ahiret günü olmasının bir anlamı yoktur. Çünkü her insan ahiret gününü beklemesine gerek kalmadan zaten tek bir yaşam sonunda ölünce hemen gitmesi gereken yere gönderilmektedir.

Demek ki ayetlerde geçen her dirilme sözü, insanların defterinin açılıp hesaplarının görüleceği Allah’la son buluşma olan kıyamet gününde dirilme anlamına gelmemektedir.

“Siz ölülerdiniz, O sizi diriltti” sözleriyle bir evvelki enkarnasyona değinilmekte (yani insanın evvelce de dünyada yaşayıp öldüğüne ama sonra diriltildiğine), “Sizi yine öldürecek ve sonra yine diriltecektir” sözleri de, insanın şimdiki yaşamının sonunda deneyimleyeceği bir ölümü ve sonra da uzak bir gelecekteki kıyamet gününe kadar olan zaman aralığında yeniden diriltileceğini yani reenkarne olacağını anlatmaktadır.

Kur-an’da ayrıca özellikle ahiret günündeki dirilmeye açıkça işaret eden bazı ayetler elbette vardır. Ama bir ayetin özellikle ahiret gününe değindiğinden kesinlikle emin olmak için, söz konusu ayeti, o ayetten önceki ve sonraki bir kaç ayetin anlamlarıyla birlikte incelemeliyiz. Bir hesaplaşmaya değinen ve de özellikle kıyamet günü sözünün kullanıldığı ayetlerde ahiret gününün vurgulandığı kuşkuya yer verilmeyecek bir şekilde belirgindir.

Casiye. 26 – De ki : “Sizi Allah diriltiyor ; sonra sizi öldürecek, sonra da o hakkında hiç kuşku bulunmayan kıyamet gününde bir araya getirecek. Ama insanların çokları bilmiyorlar.”

Rum. 11– Allah yaratışa başlar, sonra onu (insani) varlık alanından çekip(öldürüp) tekrar yaratır. En sonunda O’na döndürülürsünüz.

Rum. 12 – Kıyametin kopacağı gün, günahkarlar sus-pus olacaklardır

Ahiret-kıyamet gününe özellikle değinen bazı ayetleri inceledikten sonra  ölümden sonra diriltilmenin sadece kıyamet günü için geçerli olmadığına ve tamamen farklı bir nedenden dolayı insanın diriltildiğini bildiren bir başka ayeti inceleyelim.

Bakara. 56 – Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki, şükredebilesiniz.

Bu ayette Allah’ın, insanı henüz kıyamet günü hesaplaşması için değil, kıyamet gününden önceki zaman sürecinde Kendisine şükredebilmesi için dirilttiği gayet açıktır.

Bir insan kendisini dirilttiği için, yani kendisine yeniden fiziksel dünyada doğma/ bedenlenme imkanı verdiği için Allah’a neden şükretmelidir?

İnsan, kendisini evrende bilinçli bir varlık olarak yarattığı için  Allah’a daima şükretmelidir. Ancak,insanın yaratılması ile ilgili olarak şükretmesi bu ayette sözü gecen şükürden farklıdır. Bu ayetin özellikle işaret etti şey insanın ölümünün ardından diriltildiği için Allah’a şükretmesidir.

Çünkü bir evvelki enkarnasyonunda yaptığı hataları yeni enkarnasyonunda düzeltebilme şansı ve olanağı kendisine verildiği için. Allah’ın sağladığı bu olanak, bir evvelki dünya yaşamında pek çok hata yapmış olan bir insanın tekrar dünyada diriltilmesidir. İnsan, evrilme sürecinde, ancak yanlışlarını bilinçli bir şekilde düzeltebildiği zaman giderek daha mükemmel olabilir . Bu da, Allah’ın yaratılışta kendisine hediye etmiş olduğu fakat şu sırada doğasında halen bir tohum halinde olan ‘tinsel unsurlarını’ geliştirebilmesiyle mümkün olabilir.

Kur-an’da bu doğrultuda insanların Allah’tan, yeniden dünyaya geri gönderilme şansı, yanı dünyada reenkarne olmayı dilediklerini anlatan bazı ayetler de var :

Secde. 12 – Günahkarları, Rablerinin huzurunda başlarını eğmiş olarak şöyle derken

bir görsen ; “Rabbimiz ; gördük, duyduk, geri gönder bizi ki barışa yönelik iyi işler yapalım. Artık kesin olarak inanıyoruz”.

Araf. 53 – ……”Acaba bizim için sefahatçiler var mı ki bize sefahat etsinler ; yahut

daha önce yaptıklarımızdan başkasını yapalım diye geri gönderilebilir miyiz“?

Müminun. 99 – Sonunda onlardan birine ölüm geldiğinde söyle der : “Rabbim beni geri döndürün ;

100- Döndürün ki, o arkada bıraktığım yerde iyi bir iş yapayım”…………

Bu bilgileri hemen anlayıp kabullenmekte zorlananlar ve reenkarnasyonun varlığına itiraz edenler o zamanlarda da mevcuttu,

Nahl. 38 – Yeminlerinin tüm gücüyle, “Allah ölen kimseyi diriltmez” diye Allah’a yemin ettiler. Hayır öyle değil. Ölenleri diriltmek O’nun üzerinde hak bir vaattir, fakat insanların çokları bilmezler.

39 – Diriltecek ki, onlara, ihtilafa düştükleri şeyi açık seçik göstersin ve küfre sapanlar (inkar edenler) kendilerinin yalancılar olduklarını bilsinler.

Allah’ın ölüleri diriltmesinin “hak bir vaat” olduğunu, Allah’ın Esma-ül Hüsna’da belirtilen bir başka özelliği açıklar;

“Allah Muhyi’dir” : Yaratan, hayat veren ölüleri dirilten.

Kur-an’ın çeşitli surelerinde Allah’ın ölüleri diriltmesi ve yeniden dirilişe değinilen ayetlerden bazı örnekler :

Yasin. 12 – Biz, yalnız Biz ölüleri diriltiriz ……….

Duhan. 8 – Tanrı yoktur O’ndan başka, Diriltir ve öldürür, sizin de rabbinizdir O ….

Hadid. 1– Göklerin ve yerin mülkü ve yönetimi O’nundur ; diriltir, öldürür. Her şey üzerinde kudret sahibidir O.

Tarık. 8 – O, o insanı tekrar hayata döndürmeye elbette kadirdir.

Hac. 66 – Size hayat veren O’ dur. Sonra sizi öldürüyor ; sonra diriltecektir sizi. Gerçek olan şu ki insan tam bir nankördür.

Kur-an’da bu şekilde daha pek çok ayet mevcut.

Neden Kur-an’da insanlara ısrarla yeniden diriliş – yeniden bedenlenme olduğu anlatılıyor ve vurgulanmaya çalışılıyor.?

Çünkü yaşamı sadece bir kerelik yaşanan bir deneyim olarak algılayan bir insan, varoluşunun derinliklerine inemeyebilir ve ruhunun evrimi için gerekli özeni ve gayreti gösteremeyebilir.

Bu gayreti gösterebilmek ekstra bir güç ve irade gerektirir. Bu da ancak insanın, bu yaşamdaki davranışlarının iyi veya kötü sonuçlarının bir sonraki yaşama yansıyacağını ve sonraki yaşamını belirgin bir biçimde etkileyeceğini kavrayabilmesi ile mümkün olur. Bu durumu kavramak, insanı şimdiki yaşamdaki davranışlarına itina etmeye yöneltir ve içinde bir sorumluk hissi oluşmasına yardımcı olur.

Reenkarnasyon bilinci ona, yaşamın zorluklarıyla başa çıkabilmek için güç, varoluşuna bir anlam ve geleceği için bir ideal ve hedef verir. Aksine, yaşam sadece bir defaya mahsus olmak üzere yaşanıyorsa, yaşanıp bitince tamamen kaybolacak olan bu ‘bir defalık’ deneyim sürecinde insan hep dünyevi şeylere eğilimli olur. Dünyadan mümkün olduğunca zevk ve keyif almaya, eğlenmeye ve gününü gün etmeye bakar. Yani sadece dünyevi değerleri benimseyerek daha dünyevi bir insan olur. Halbuki, reenkarnasyon gerçeğini benimsemesi onun Yüksek Tinsel Dünya gerçekleri ve kendi bireysel evrimi hakkında daha bilinçli olmasını sağlar.

Kur-an’da insanın başka birisi olarak başka yerde ve başka toplumlarda reenkarne olmasına dair bazı ayetler de var;

İsra. 98 -……… Çünkü ayetlerimizi inkar ettiler ve şöyle dediler : “Biz, bir kemik yığını olduktan, un ufak hale geldikten sonra mi, sahi bundan sonra mı, yeniden bir yaradılışla diriltileceğiz?”

İsra. 99 – Görmediler mi ki, o gökleri ve yeri yaratan Allah, kendilerinin benzerlerini de yaratmaya kadirdir…………

Vakıa. 61– Yerinize diğer benzerlerinizi getirmekten ve bilemeyeceğiniz bir şekilde sizi tekrar yaratmaktan aciz değiliz.

En-am. 133 – Senin o gani Rabbin rahmet sahibidir. Dilerse sizi ortadan kaldırır ve sizi bir başka topluluğun soyunda vücuda getirdiği gibi, ardınızdan da dilediğini sizin yerinize getirir.

Bu ayetlerde, insanın yeni enkarnasyonunda, bir evvelki yaşamında olduğu kişinin tıpatıp benzeri olmayacağı, (bilemeyeceği bir şekilde yeniden oluşturulup) bir başka insan olarak (kendilerinin benzerleri) bir başka toplumda vücuda getirileceği açıklanmaktadır. İnsanın, aynı ruh ve benlik özünü muhafaza ederek bir başka şahıs biçiminde, bir başka toplumda, yanı evvelce yaşamış olduğundan daha farklı bir ortamda reenkarne olması, ona geçmişteki hatalarını düzeltmek için farklı bir ortam ve taze bir başlangıç sağlayacaktır.

Görüldüğü gibi, “ben tinselliği sadece Kur-an’la bağdaştırmak istiyorum veinançlarımın  Kur-an’dan kaynaklanmasını istiyorum” diyenler de Kur-an’da reenkarnasyonla ilgili çok doğru bilgilere ulaşabilirler. Yeter ki önyargılı olarak yaklaşılmasın. Yüzeysel bir okuma sonucunda edindiğimiz kişisel kanaatlere dayanarak “Kur-an’da kesinlikle reenkarnasyon yok” sonucuna varmak yanıltıcı olabilir.

“Ben reenkarnasyona inanmıyorum” diyen her insan açık kalplilikle kendini ”ben bu önyargılı  düşünceye neden yakınlık duyuyorum ve neden inanıp benimsiyorum” diye sorgulamalıdır. Bu sorgulamanın sonucunda belki hayatın o insanı zorladığı, bu yüzden aradığı mutluluğu bulamadığı ve yaşamı, taşımaya mecbur olduğu bir yük olarak gördüğü ortaya çıkabilir. Bundan dolayı onu zaten zorlamış olan fiziksel dünya yaşamını bütün güçlükleriyle bir başka enkarnasyonda tekrar yaşamak durumunda olduğu düşüncesi doğal olarak ona fazla gelebilir.

Bilindiği gibi her insan gün içinde yaptığı her yanlış ve kötü hareketten (araya gece uykusu girdikten sonra) ertesi gün de sorumlu tutulacak ve yaptığı yanlışların bedelini ödemesi gerekecektir. Yani araya gece ve uyku girdiği için yaptıkları ortadan kaybolmayacak ve hiç olmamış varsayılmayacaktır. Aynı şekilde, insanın bugün yaptığı iyilikler de unutulmayıp ertesi gün hatırlanacaktır.

Bunun gibi, bir insanın pek çok günün toplamı olan tüm yaşamı boyunca yaptığı iyi-kötü şeyler de bedelsiz kalmayacak, fakat hesapların tamamı o insan fiziksel dünya yaşamının sonunda öldüğünde görülebilecektir.

Ancak yaşamın sonunda tüm hesaplar görüldükten sonra insanın yaşam boyu dünyada izini bıraktığı her davranış ve yaklaşımın Tinsel Dünyadaki bedeli oluşabilir. Tinsel Dünya prensiplerine göre bunlar karşılıksız kalmaz.

Dünya adaleti söz konusu olduğunda insana sorumlu tutulduğu şeyin bedeli  yaşamdayken örneğin hapse koyularak ödettirilebilir. Ama Tinsel –Tanrı’sal adalet söz konusu olduğunda, yaşam boyu kaydedilen tüm davranışlarının hesabı ancak ölümden sonra görülebilir ve de ortaya çıkan sonuçlara göre belirlenen sorumluluk ve bunun bedelinin ödenmesi bir sonraki dünya yaşamına yansır.

Evvelki ve bir sonraki günün arasında uyku olduğu gibi, insanın şimdiki dünya yaşamı ve bir sonraki dünya yaşamı arasında da ölüm vardır. Ölümün daha uzun bir uyku olduğu söylenebilir.

En-am süresi 60. ayet Uykunun da bir nevi ölüm olduğunu anlatır: “O’dur ki geceleyin sizi öldürür, gün boyu neler kazandığınızı bilir.”

İnsan, yanlışlarının ve kötülüklerinin bedelini ödeyebileceği daha farklı bir ortama (istikbaldeki bir dünyaya) tekrar gelme şansına sahip olmasaydı, bu fırsat ona tanınmasaydı ve dünya yaşamı sadece bir defaya mahsus bir deneyim olsaydı, insan daima mükemmel olmayan bir varlık olarak kalmaya mahkum olacak ve daha yüksek Tinsel-Tanrı’sal basamaklara hiç bir zaman erişemeyecekti.

Mineraller, bitkiler ve hayvanlar alemleriyle karşılaştırıldığında, ancak içinde Tanrı’nın bağışladığı tini taşıyan insan fiziksel dünyada deneyimlediği zorluklar ve çektiği acılarla daha mükemmel olmayı öğrenebilir.

Reenkarnasyon, tinsel bir evrim süreci içinde olan ve henüz mükemmel olmayan insanın tinsel bir mükemmelliğe kavuşabilmesine olanak sağlar.

Bu düşüncelerin ışığında aşağıdaki ayete tekrar bakalım ;

Bakara -56 – “Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki, şükredebilesiniz.”

İnsanın Allah’a şükretmesi için pek çok neden vardır. Kendisine, kusurlarını düzelterek

daha yüksek bir varlığa dönüşebilmesi, fiziksel dünyadan kurtulabilmesi ve Allah’a yaklaşabilmesine olanak veren yeniden diriltilme bu nedenlerin en önemlilerinden biridir.

İncelemekte olduğumuz Kur-an’da reenkarnasyonun varlığı konusuyla ilgili düşüncelere katılıp katılmamakta herkes özgürdür. Burada belirtilen açıklamaların amacı da kimseyi ikna etmek veya inandırmak olmadığı için bu görüşler her insanın tartışılmaz bir inanç özgürlüğüne sahip olduğu göz önünde bulundurularak ortaya kondu. Bu doğrultuda, reenkarnasyon fenomeninin bir insan için ne anlam ifade ettiğini anlayarak benimsemek ve evrilme sürecinde bu anlayışın bizlere kazandıracaklarını alıp almama özgürlüğümüz de elbette tartışılamaz.

Bu konuyu yazdır