Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 1201 kullanıcı aktif » 0 Kayıtlı » 1201 Ziyaretçi
|
Son Aktiviteler |
Nereden Başlamalıyım?
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: desdinova
07-04-2025, Saat: 11:03
» Yorumlar: 0
» Okunma: 286
|
Ayahuasca çayi hakkinda b...
Forum: ŞAMANİZM
Son Yorum: Gümüşkurt
29-12-2024, Saat: 23:19
» Yorumlar: 0
» Okunma: 374
|
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 800
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 722
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,601
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,975
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 26,219
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,352
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,603
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,881
|
|
|
REPTİLİAN MUSALLATI |
Yazar: Emka - 04-06-2017, Saat: 18:53 - Forum: REPTİLİANLAR
- Yorum Yok
|
 |
Reptilian varlık tarafından obsede olmuş insanlar, zamanla kendi benliklerinden ve ruhsal yapılarından uzaklaşıyorlar. Dışarıdan bakıldığında normal bir insan gibi ama içi Sürüngen. Kendilerini en çok gözlerinden belli ederler. Çok soğuk ve rahatsız edici bir bakışları vardır. Medyum ve hassas yapıda kişilerin yanında rahatsızlık duyarlar ve hemen uzaklaşırlar.
UFO, paranormal, ruhsal ve gizem konularına ilgileri vardır. Ben Amerika'da verdiğim UFO konferanslarında Reptilian obsedesi olan çok kişi ile karşılaştım. UFO kongrelerinde sıkça bulunurlar. Davranışları iddialı, hatta kendini herkesten üstün gören bir tavırdadır.
Reptilian obsesyonuna uğrayan kişi ruhsal, fiziksel, zihinsel açıdan hızla çöküntüye geçer. Karakter ve davranış değişiklikleri ortaya çıkar.
Radyastezi uzmanı Ali Seydi Gültekin bey ile verdiğimiz ortak konferansların amacı Reptilian saldırısına maruz kalmış kişilere yardımcı olmak ve tedavi etmek. Ben kendi araştırmalarım doğrultusunda geçmişten bugüne Reptilian ırkın dünyada nasıl etkili olduğunu, UFO'lar ve kaçırılmalara ile olan bağını, ezoterik, tarihsel geçmişini ve Reptilian'ların insanları nasıl ele geçirdiğini anlatıyorum.
Ali Seydi Gültekin bey de Türkiye'de sadece kendisinin uyguladığı sarkaç ile tedavi yöntemi sayesinde kişinin Reptilian saldırısı altında olup olmadığını saptıyor, ve yine sarkaç yöntemiyle fiziksel ve ruhsal tedavisini gerçekleştiriyor.
Sanırım Ali bey ile birlikte dünyada bir ilki gerçekleştiriyoruz. Bu çalışmada amacımız bilginin sadece teoride kalması değil, aynı zamanda şifa uygulamalarıyla Reptilian obsesyonu yüzünden acı çeken insanların iyileştirilmesi.
|
|
|
IZAPA:ZAMANIN BAŞLADIĞI YER |
Yazar: Spiritüeller - 04-06-2017, Saat: 16:14 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
 |
Üç bin yıl önce güney meksikanın Pasifik kıyısı ovalarında orta amerikanın en büyük yanardağı gölgesi altında Güneş Tanrısından bir rahibe , mezoamerikadaki insan tarihini değiştirecek bir açıklama geldi.
Rahip 13 Ağustos dediğimiz günde (Büyük olasılık M.Ö 1358) hiçbir ağacın, direğin yada sutunun , diğer bir değişle dikey olan hiçbir şeyin gölge bırakmadığını gördü.Böyle mucizevi bir olay acaba bir daha gerçekleşebilecekmiydi?
Rahip günleri saymaya başladı.İki yüz altmış gün sonra ikinci bir defa daha oldu.Ve bundan 105 gün sonra , diğer bir 13 Ağustos’da da hiçbir şey gölge bırakmadı.Rahip , bu kendini tekrarlayan olayı keşfederken herhalde Güneş Tanrısı’nın kişiliğiyle iletişimde bulunduğunu hissetmekteydi.
Bu ilginç olaylar, Meksika-Guatemala sınırında , Izapa adındaki büyük bir tören yerinde gerçekleşiyordu.Daha sonradan gelen ve tahminen daha gelişmiş bir uygarlık tarafından yapılmış benzer yerlerin aksine, buradaki tapınağın piramid ve tepeciklerinin yüzeyleri , kusursuzca kesilmiş ve yerleştirilmiş taşlar yerine , kaba çakıl taşları doldurulmuştur.Buna rağmen yeni bulgular göstermektedir ki, Izapanın benzersiz konumu nedeniyle yukarıdaki gibi bir senaryo ,tahminen yeni dünyadaki ilk zaman ölçümü olan 260 günlük kutsal takvimin başlangıcını belirlemiştir.
Tzolkin yada tonalamatl diye bilinen bu garip takvim, hem doğanın mevsimsel döngülerini kavramak için yapılan bir ilk girişimdir, hemde tüm yaşamın saatini başlatır.13 sayıyı 20 gün adıyla bütünleştiren bu kutsal takvim kullanılmaya başladıktan sonra aralarında ,Olmekler, Mayalar ve Aztekler de bulunan sonraki büyük Mezoamerika uygarlıkları için din, sanat ve bilim alanlarında temel oluşturmuştur.
Yüzyıllardır kullanılan 365 günlük normal takvimde bu olaydan hemen birkaç yıl sonra keşfedilmiştir, bir yılın gerçek uzunluğu hakkındaki ipuçları yine Izapa’nın benzersiz konumu nedeniyle elde edilmiş olabilir.Izapada bulunan ana piramitin üstünden Orta Amerikanın en yüksek dağı ve sönmüş yanardağı olan Tajumulco kolaylıkla görülür.Binlerce yıl önce bu merdivenlerinden çıkmış bir rahip ilginç ve etkileyici bir görüntüyle karşılaşacaktır ; berrak gökyüzünde neredeyse kör edecek güneş , muhteşem yanardağın tam ana kraterinin içinden yükseliyor izlenimi vermektedir.Arkeologlar her zaman kutsal takvimin , 365 günlük normal takvimden daha eski olduğunu iddia etmişlerdir, çünkü eğer 260 günlük takvim Mezoamerikalıların yılın 365 gün olduğunu anlamalarından evvel düşünülmüş olmasaydı, büyük bir olasılıkla hiçbir zaman kullanılmayacakdı.Gerçektende , mevsimler ve dolayısıyla tarımsal dönemlerle uyuşmayan bu ayinlere dayalı takvimin pratik bir değeri yoktur.
Fakat Mezoamerikalılar 260 günlük takvimi kutsal olarak takdis ettikleri için, güneş, yılının keşfinden sonra onu terk etmediler; bunun yerine iki takvimi bir sistem içine bütünleştirdiler.
Er ya da geç , tüm ileri uygarlıklar, bir yılın 365 gün olduğu anladılar.Fakat 260 günlük takvim, Mezaamerikadan başka hiçbir yerde ortaya çıkmamıştır.Halende Guetamaladaki bazı kabilelerde kullanılmaya devam edilmektedir.Kullanıma başladığı 3000 yıl öncesinden bugünedek bu eski takvim bir gün kadar bile aksamamıştır.
Hiç kuşku yok ki, Izapalılar kutsal takvimi liderlerine ve soylularına isim vermek için kullanılıyorlardı.Her gün , yerel mitoloji için önemli olan 20 hayvanın isimlerinden biri ile gösterilmektedir; timsah,şahim, kartal,jaguar, yılan,geyik ve kaplan gibi.
Tzolkin ‘in tarihi değeri kadar gökbilimsel değeride vardır.Rahipler 260 günlük takvimi güneş tutulmalarını önceden bilmek için kullanıyorlardı.Ve inanıyorlardıki, her 52 yılda, kutsal hayvanların güneşe göre yerlerine dönmeleriyle birlikte tarih kendini tekrarlayacaktır.Sonraları , Aztekler, bir 52 yıllık dönemin yada bir “Aztek Yüzyılı” nın son gününde tekrar yakmak üzere tüm ateşlerini törenlerle söndürüyorlardı.Eski Arkeoloji bilimi, Mayaların ayinsel takvimi bulmalarına neden olarak , bu sürenin insanın gebelik müddetinin(266 gün) bir yaklaşığı olduğu , yada kendilerine göre sihirli anlamı olan 13 ve 20 sayılarının çarpımı olmasını göstermektedir.Gökbilime dayalı bir çözüm, Mayalar konusundaki uzmanların başkanı Sir J.Eris Thompson’un kendisi tarafından saf dışı edilmiştir.Ona göre takvimin gökbilimsel bir dayanağı olabilmesi için bütün bölgede biliniyor olması gereklidir.Bu demektiki , takvimi hangi uygarlık bulmuşsa cevresindeki tüm uygarlıklarıda buna inandırmak zorundaydı.Halbuki dağlar,vadiler ve sık ormanlarla dolu bu tip bölgede, böyle merkezi bir sistemi sürdürmek için gerekli haberleşmenin doğurduğu pratik sorunlar, üstesinden gelinmez görünüyordu.
Fakat Ocak 1973′de bir sabah, Yucatan yarım adasındaki büyük Maya tören merkezi Chichen Itza’nın tarihi gözlemevi El Caracol’da Sir Eric tarafından ” Yeni Dünyadaki en çirkin bina” olarak adlandırılan yerde El Castillonun duvarlarında karmaşık ışık şekilleri tespit edilir.Üç bin yıl önce güney meksikanın Pasifik kıyısı ovalarında orta amerikanın en büyük yanardağı gölgesi altında Güneş Tanrısından bir rahibe , mezoamerikadaki insan tarihini değiştirecek bir açıklama geldi.
Rahip 13 Ağustos dediğimiz günde (Büyük olasılık M.Ö 1358) hiçbir ağacın, direğin yada sutunun , diğer bir değişle dikey olan hiçbir şeyin gölge bırakmadığını gördü.
Böyle mucizevi bir olay acaba bir daha gerçekleşebilecekmiydi. ?
Rahip günleri saymaya başladı.İki yüz altmış gün sonra ikinci bir defa daha oldu.Ve bundan 105 gün sonra , diğer bir 13 Ağustos’da da hiçbir şey gölge bırakmadı.Rahip , bu kendini tekrarlayan olayı keşfederken herhalde Güneş Tanrısı’nın kişiliğiyle iletişimde bulunduğunu hissetmekteydi.
Bu ilginç olaylar, Meksika-Guatemala sınırında , Izapa adındaki büyük bir tören yerinde gerçekleşiyordu.Daha sonradan gelen ve tahminen daha gelişmiş bir uygarlık tarafından yapılmış benzer yerlerin aksine, buradaki tapınağın piramid ve tepeciklerinin yüzeyleri , kusursuzca kesilmiş ve yerleştirilmiş taşlar yerine , kaba çakıl taşları doldurulmuştur.Buna rağmen yeni bulgular göstermektedir ki, Izapanın benzersiz konumu nedeniyle yukarıdaki gibi bir senaryo ,tahminen yeni dünyadaki ilk zaman ölçümü olan 260 günlük kutsal takvimin başlangıcını belirlemiştir.
Tzolkin yada tonalamatl diye bilinen bu garip takvim, hem doğanın mevsimsel döngülerini kavramak için yapılan bir ilk girişimdir, hemde tüm yaşamın saatini başlatır.13 sayıyı 20 gün adıyla bütünleştiren bu kutsal takvim kullanılmaya başladıktan sonra aralarında ,Olmekler, Mayalar ve Aztekler de bulunan sonraki büyük Mezoamerika uygarlıkları için din, sanat ve bilim alanlarında temel oluşturmuştur.
Yüzyıllardır kullanılan 365 günlük normal takvimde bu olaydan hemen birkaç yıl sonra keşfedilmiştir, bir yılın gerçek uzunluğu hakkındaki ipuçları yine Izapa’nın benzersiz konumu nedeniyle elde edilmiş olabilir.Izapada bulunan ana piramitin üstünden Orta Amerikanın en yüksek dağı ve sönmüş yanardağı olan Tajumulco kolaylıkla görülür.Binlerce yıl önce bu merdivenlerinden çıkmış bir rahip ilginç ve etkileyici bir görüntüyle karşılaşacaktır ; berrak gökyüzünde neredeyse kör edecek güneş , muhteşem yanardağın tam ana kraterinin içinden yükseliyor izlenimi vermektedir.Arkeologlar her zaman kutsal takvimin , 365 günlük normal takvimden daha eski olduğunu iddia etmişlerdir, çünkü eğer 260 günlük takvim Mezoamerikalıların yılın 365 gün olduğunu anlamalarından evvel düşünülmüş olmasaydı, büyük bir olasılıkla hiçbir zaman kullanılmayacakdı.Gerçektende , mevsimler ve dolayısıyla tarımsal dönemlerle uyuşmayan bu ayinlere dayalı takvimin pratik bir değeri yoktur.
Fakat Mezoamerikalılar 260 günlük takvimi kutsal olarak takdis ettikleri için, güneş, yılının keşfinden sonra onu terk etmediler; bunun yerine iki takvimi bir sistem içine bütünleştirdiler.
Er ya da geç , tüm ileri uygarlıklar, bir yılın 365 gün olduğu anladılar.Fakat 260 günlük takvim, Mezaamerikadan başka hiçbir yerde ortaya çıkmamıştır.Halende Guetamaladaki bazı kabilelerde kullanılmaya devam edilmektedir.Kullanıma başladığı 3000 yıl öncesinden bugünedek bu eski takvim bir gün kadar bile aksamamıştır.
Hiç kuşku yok ki, Izapalılar kutsal takvimi liderlerine ve soylularına isim vermek için kullanılıyorlardı.Her gün , yerel mitoloji için önemli olan 20 hayvanın isimlerinden biri ile gösterilmektedir; timsah,şahim, kartal,jaguar, yılan,geyik ve kaplan gibi.
Tzolkin ‘in tarihi değeri kadar gökbilimsel değeride vardır.Rahipler 260 günlük takvimi güneş tutulmalarını önceden bilmek için kullanıyorlardı.Ve inanıyorlardıki, her 52 yılda, kutsal hayvanların güneşe göre yerlerine dönmeleriyle birlikte tarih kendini tekrarlayacaktır.Sonraları , Aztekler, bir 52 yıllık dönemin yada bir “Aztek Yüzyılı” nın son gününde tekrar yakmak üzere tüm ateşlerini törenlerle söndürüyorlardı.Eski Arkeoloji bilimi, Mayaların ayinsel takvimi bulmalarına neden olarak , bu sürenin insanın gebelik müddetinin(266 gün) bir yaklaşığı olduğu , yada kendilerine göre sihirli anlamı olan 13 ve 20 sayılarının çarpımı olmasını göstermektedir.Gökbilime dayalı bir çözüm, Mayalar konusundaki uzmanların başkanı Sir J.Eris Thompson’un kendisi tarafından saf dışı edilmiştir.Ona göre takvimin gökbilimsel bir dayanağı olabilmesi için bütün bölgede biliniyor olması gereklidir.Bu demektiki , takvimi hangi uygarlık bulmuşsa cevresindeki tüm uygarlıklarıda buna inandırmak zorundaydı.Halbuki dağlar,vadiler ve sık ormanlarla dolu bu tip bölgede, böyle merkezi bir sistemi sürdürmek için gerekli haberleşmenin doğurduğu pratik sorunlar, üstesinden gelinmez görünüyordu.
Fakat Ocak 1973′de bir sabah, Yucatan yarım adasındaki büyük Maya tören merkezi Chichen Itza’nın tarihi gözlemevi El Caracol’da Sir Eric tarafından ” Yeni Dünyadaki en çirkin bina” olarak adlandırılan yerde El Castillonun duvarlarında karmaşık ışık şekilleri tespit edilir.
YILANIMSI TANRILAR….
Hem ilkbahar hemde sonbahardaki gün-tün eşitliklerinde (ekinoks) güneşin zayıf ışığı parmaklıklardan içeri girince Mayalar tarafından tanrı olarak yapılan canavar biçimli yılan yontuları dalgalanarak, göklerden yere inmiş izlenimi verir.260 günlük esrarengiz takvim süresininde buna bağlı oluşturulduğu düşünülür.Güneş ephemeris gösteriyordu ki, güneş 260 gün arayla tam tepeden sadece 15. eklemin (ekvatarun 15 derece kuzzzeyi) biraz güneyindeki bir çizgi doğrultusunda geçiyordu.Ephemeris’e göre bu 260 günlük süreler her yıl 13 agustos başlamaktaydı.Bu en anlamlı tarihtir.Aralarında Sir Eric’inde bulunduğu bir çok Maya kültürü uzmanına göre, Mayalar M.Ö 3114 yılının 13 Ağustosunu zamanın başlangıcı olarak kutlamışlardı ve takvimlerini de o günde başlatmışlardı.
Onbeş**** enlem Meksikanın Pasifik kıyısı ovalarının küçük bir bölümünden geçtikten sonra Guatemala ve Honduras’ın dağlık bölgelerini keser ve doğudaki ovalardan geçip karayibler denizine ulaşır.Bu çizgi üzerinde özellikle Copan ; Honduras’ın dağlık bölgelerinin batı bölümünde yer alan Copan ; arkeolojik belgelere göre mayaların en önemli gökbilim merkezidir.Mezoamerika’nın kutsal takviminin doğum yeri için en iyi aday olarak görülür.
Fakat bu varsayım, bir çok ciddi kusura sahiptir.İlk önce tarihi takvimin bir çok günü tropik ovalarda yaşayan timsah , maymun ve iguana gibi hayvanların adını taşıyordu, fakat Copan bu türlerin hiç birinin yaşamadığı meşe ormanları arasında , yaklaşık 600 m yükseklikte bulunmaktadır.Ayrıca maya uygarlığının merkezi Pete’den 300 km uzaktadır.
Dahası , ölçülü tahminler bile Mezoamerika’nın kutsal takviminin doğum tarihini milattan önce dört yada beş yüzyıl önce olarak gösterirken , Copan’daki en eski yazıtlar M.S 465 yılından başlar.
YANLIŞ ZAMAN BOYUTU…..
Buna göre Copan sadece ekolojik olarak değil aynı zamanda yanlış zaman boyutunda bulunmaktadır.Bütün Mezoamerika içerisinde bu özellikleri verebilecek tek yer vardır: IZAPA
İlkel ızapalılar deniz kıyısında yaşar , avcılık ve tarımla uğraşmaktadırlar.Uygarlıkları milattan birkaç yüzyıl öncesinden milattan yüzyıl kadar sonrası arasında yeralmıştır.
Eğer aranılan Izapa vadisiyse kutsal takvimi Mayalar bulmamış, bu Izapalıların bir keşfi olmuştur.Onlar kendilerinden sonra gelen Olmek ve Mayalara miras bırakmışlardır.O halde yeni dünyada uygarlığın gerçek beşiği Izapadır.
Fakat ilk zaman ölçümünün yapılabileceği en mantıksal yerin Izapa olmasına karşın ,260 günlük takvimin Mezoamerikanın diğer bölgelere nasıl ulaştığı hala esrarını korumaktadır. Bu konudaki en önemli ip ucu belli başlı tören merkezlerinde ana yapılar ve hatta bazı durumlarda tüm şehir , güneşe doğru yönlendirilmiş şekilde yapılmasıdır.
Mezoamerikadaki bir zamanlar büyük bölümünü yönetmiş Teotihuacan ‘da ana caddenin 15 derece 30 dk kuzey doğudan 15 derece 30 dk güneybatıya yönlendirilmiş olması şehre egemen olan yapı Güneş Piramitinin ise caddeye dik açı yapmaktadır.Yani azimutu 285 derece 30 dk dır. Bu dev yapı güneşi anmak için yapıldığına ve genelde batıya doğru dönük olduğuna göre özel bir günbatı konumuna göre yönlendirilmiş olmalıdır.Yılın hangi günü güneş 285 derece 30 luk bir azimutla batar. ? Bu özel gün Mezoamerikada zamanın günağırımı’nın yıldönümü olan 13 Agustosdur.Mayaların başkenti adı verilen Tikal’deki görkemli beş piramit gökbilim görevi görür.Tapınak 1 den 4 ‘e uzanan çizgi 13 Ağustosdaki gün batımının azimutunu verirken , 1 ve 3 ‘üncü tapınaklar arasındaki çizgi gün-tün eşitliklerini , 4 ve 3 tapınaklar arasındaki bir başka çizgi ise kış inkılabındaki (22 Aralık) gün ağırımını tanımlamaktadır.
Olmekler , yağmur ormanları ve bataklıklar içinde , (biri M.Ö 1200 de San Lorenzo’da diğeri 200 yıl kadar sonra La Venta’da olmak üzere bölgenin en eski merkezlerinden ikisini inşa etmişlerdir. İki konumda arkeolojik mantığa her zaman ters düşmüşlerdir, fakat bunları inkılaplara göre yönlendirme prensibi açısından ele alınırsa San Lorenzo’daki kış inkılabında güneş cevredeki en yüksek dağ olan Zempoaltepec’in içine batar; La Ventadaki yaz inkılabında ise San Martin yanar dağının içine ” batar”.
Mezoamerikadaki eski tören merkezleri güneş inkılabı yerine göre şekillendirilmiş olduğunu ve her merkezdeki bir yada daha fazla yapının 285 30 luk bşr azimutla yönlendirilmiş olmasına karşın bu merkezler onbeşinci enlem üzerinde bulunmadıklarına ve dolayısıyla güneşin 260 günlük devirlerini ölçmek için kullanılamayacağına göre yöresel rahipler güneşin 13 Ağustosdaki önemini nerden anlamışlardır. ?
Eğer zamanın günağırımını ‘nın hangi günde anılacağını sadece izapalı rahiplerin bildiğini varsayarsak , belki Izapa’dan Yucatan’a yada Meksika yaylasına giden gezginler bu bilgileri beraberlerinde götürmüşlerdir.Çünkü sorun , bu bilgileri bir şekilde iletmek değil doğru iletmekle ilgilidir.Güneşin tam tepeden geçeceği bir sonraki günü, yaz inkılabından sonra 52 gün sayarak bulabilirlerdi.
Sonraları , 260 günlük takvimi geliştiren Izapalıların , bir yılın gerçek uzunluğunu bulan ilk Mezoamerikalılar ‘da olabileceği düşünülebilir.Çünkü Izapa coğrafi kilit noktası olan Tajumulco yanardağının tören merkezine yakın olduğu bir yerdir.Dahası Mezoamerikadaki gelişmiş uygarlıkların en eskisi olan Olmecler eğer gerçekten güneş inkılabları arasındaki aralıkların bilincinde idiyseler buna göre 365 günlük takvim İsa’nın doğumundan 1000 yıl önce var olmuş olmalıydı.Öyleyse , daha pratik olan bu takvimden tahminen daha önce varolan ayinsel takvim ise kimsenin hayal edemeyeceği kadar eskiye dayanmalıdır.
” 0 POP ” VE ” 1 IMIX “
Tarihin bir döneminde , iki takvimin de bir arada kullanıldığı , Maya takvimindeki isimlerin her iki sisteme de referans vermesinden anlaşılmaktadır.Yapılan incelemede bu dönemin M.Ö 235 olduğu tespit edilir.Buna göre normal takvimin ilk günü (Mayaların 0 POP) bir yaz inkılabıyla çakıştığı M.Ö 1320-1323 arasında olan bu gün , ayinsel takvimin düşünüldüğünden de eskiye ait olduğu fikrini destekler.Kutsal takvim başlangıcına, Maylar’ın ” 1 IMIX” aıdını verdikleri tarih ise M.Ö 1358 olarak karşımıza çıkar.Buna göre ayinsel ve normal takvimlerin birbirlerinden 35 yıl arayla oluşturulmuş olmaları olasıdır ve hatta iki sistemde aynı kişi tarafından düşünülmüş olabilir.
Bir zaman ölçüleri olan Izapalıların neden ikinci bir sistem geliştirdiği sorusunun cevabı, tarımsal nedenlerle olduğudur.Izapanın birkaç km batısında kazılar yapan Yeni Dünya Arkeoloji vakfı M.Ö 1400 yıllarından öncelere ait katmanlarda , ok yada mızrak başı olamayacak kadar küçük ,sert ve siyah taştan yontulmuş yüzlerce yonga bulmuşlardır.Onlara göre bu besin kaynağı olan manyek bitkisinin rendesi için kullanılmaktadır.M.Ö 1400 yılından sonra bu yongalar yerini mısır öğütmek için kullanılan aletlere bırakmışlardır.
Olmeklerden daha eski , Mayalardan da gelişmiş Izapa , Mezoamerikanın gerçek kültür merkezi olmuş olmalıydılar.Bu fikir onların uygarlıklarının kökleri hakkında kavramlarımızı tümden değişirmektedir.
Mezoamerikadaki takvimlerin ilk doğuş yeri olması Izapayı Yeni Dünya uygarlığının ilk başladığı yer olarak görmekle beraber, aynı zamanda Izapalılar Mıknatıslanmanın özelliğinide biliyorlardı ve Mezoamerikadaki ilk piramiti yapanlarda onlardı.
Izapalıların denize açılan bir halk olduğu ve uzun bir zaman boyunca Ekvator gibi ülkelerle ilişkide oldukları eldeki kanıtlardan anlaşılmaktadır.Izapada bir çok yapının yönü Tacana yanardağına dönüktür.En yüksek dağ olan Tajumulco görüş alanı içerisindeyken niye ikinci en yüksek dağa yöneliş olduğu , Pasifik kıyılarından bakıldığında Tacana , Tajumulco’dan daha yüksek görünmektedir.Denizden 180 km açıktan bile görünür.Eski Izapalılar için bu dağ bir nevi deniz feneri görevi üstlenmiş olabilir.Izapaya ilk gelenler büyük bir ihtimalle Pasifik kıyılarından çıkmışlardır.
Tajumulco
Arkeolog ve bilim adamlarının bir çoğu 11.000 km genişliğindeki pasifik’i geçmenin olanaksız olduğunu söyleselerde Izapalılar ile Polinezyalılar arasındaki şaşırtıcı benzerlikler için bir açıklama yapılamamaktadır.Ayrıca Çin ve bazı Orta Amerika uygarlıkları arasında kışkırtıcı benzerlikler vardır.Örneğin çinde bir soylu ölünce dilinin altına küçük bir yeşim taşı yerleştirilirken aynı uygulama Maya rahipleri içinde geçerlidir.Bu bir raslantımıdır yoksa Amerika kıtasındaki yabancı bir uygarlığın köprübaşımı.
|
|
|
Medeniyetin Asıl Yaratıcısı Türkleri mi? Türk Piramitleri |
Yazar: Spiritüeller - 04-06-2017, Saat: 15:39 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
 |
Dünyanın ilk piramitleri Çinde saklanan TÜRK PİRAMİTLERİ (Beyaz Piramitler)
İlk insan mumyalama tekniğini mükemmel bir şekilde uygulayanlar Altay Türkleridir.(Mısır medeniyetinden yüzyıllarca önce) Uygur bölgesinde bulunan,Mısır piramitlerinden yüzyıllarca önce yapılan ve Mısır piramitlerinden daha yüksek-büyük olan piramitleri yapan Türklerdir.Çin hükümeti buraya girişi tamamı ile yasaklamıştır.Çünkü bu piramitlerin içinde proto(ön)-Türk yazılar mevcut.Arkeologların dahi girişine kati surette izin verilmiyor.Çünkü dünya tarihinin tekrar yazılması gerekebilir.
Bugün çin sınırları içerisinde yer alan, Xian şehrine 100 km uzaklıkta Qin Ling Shan dağlarında Ön-Türk uygarlıklarından birisi tarafından inşa edilmiş, etrafında irili ufaklı 100 adet piramitle beraber, 300 metre yüksekliğinde bir piramit bulunmaktadır.
BEYAZ PİRAMİT
Beyaz Pramitin ikinci dünya savaşı sırasında Çine yardım malzemesi götüren bir C-54 uçağından çekilen fotoğrafı 1957 yılında ilk kez Life Dergisinde yayınlanmıştır.
Bu piramitleri araştırmak üzere 1994 yılında Şensi bölgesinde bir araştırma gezisi yapan alman bilim adamı Hartwig Hausdof kendi koleksiyonundan birkaç resmin halka açılmasına izin vermiştir. Hausdorfa göre piramitlerin yapım tarihi en az M.Ö. 2500ler civarındadır.
Bölge çin tarafından yasak bölge ilan edilmiş olduğundan dolayı piramitler içerisinde bulunan mısır medeniyetinden çok ileri bir teknikle mumyalanmış olan cesetler ve Ön-Türkçe yazıtlar üzerinde araştırma yapılamamaktadır.
Piramitlerin ebat,orijinal şekil ve büyüklükleri ,dikkat çekmemesi açısından çin hükümeti tarafından maksatlı olarak tahrip ve kamufle edilmiştir.Piramitlerin üst tarafları kesilmiş ve üstleri toprakla doldurulup, kamuflaj amacıyla ağaçlandırılmıştır ve halen etrafında tarım yapılarak, piramitlerin tahribine devam edilmektedir.
Çindeki Türk Mumyaları
Ceviz Kabuğu Progamına katılan (İzleyici telefonu) Halil Şıvgın (Eski "Sağlık Bakanı" demiş ki: "1984 yılında ben Çini ziyaret ettim, Çini ziyaretim sırasında Turfana götürdüler. İlk defa Turfana giden Türk heyetinin mensubu olmakla da gerçekten gurur duyuyorum. Orada bizi gezdirirken mumya bulduklarını söylediler ve biz mumyaları gördük. O gördüğümüz mumyaların Mısırdaki mumyalardan çok farklı olduğunu ifade ettiler, yani teknoloji olarak, yapımı olarak Mısırdaki mumyaların önünde olduğunu.
Daha sonra aradan yıllar geçti, bir televizyon kanalında bu konun tartışılmakta olduğunu gördüm. Gerçekten bilimsel olarak, gidilmiş, Mısır mumyalarıyla Turfandaki mumyalar arasında bir kıyaslama yapılıyor. Bu kıyaslamada, Turfan mumyalarının. .Ben orada kadın mumyaları gördüm, çocuk mumyaları gördüm, erkek mumyaları gördükm, farklı şeylerden. Ve o sırada, hatta bir tanesinde yeterince koruma yapılmamış, bozulmaya başlamılştı müzede gördük onları.
Bu mumyalardaki üstünlüğü bilim adamları ortaya koymaya başladılar. Bilim adamlarının ortaya koydukları bir gerçek var ki, ilk defa mumya kültürünün Türklerden geliştiği ortaya çıkıyor. Bundan dolayı da ben şimdi iştirak ediyorum. Yani ben bilim adamı değilim, ama bizim bilim adamlarımınızın bu olayın üzerine ciddiyetle eğilmeleri gerekiyor. Eğer Mısırdaki mumya kültürü olduysa, var idiyse geçmişte, onun etrafında da bir kültürün olması lazım. Mısırın etrafında mumya kültürüyle ilgili herhangi bir şey yok. Afrika öbür taraf, bu tarafta da yine böyle bir kültür yok. Dolayısıyla, Orta Asyadan o bölgeye giden Türklerin varlığı söz konusu olabilir."
Bakın, buradaki Urumçide teşhir edilen mumyalardan ilki 44 yaşında ve milattan önce 10 bin yılına ait .En büyük özelliği iç organlarının çıkartılmamış olması. Başka ?.. Şu andaki mumyaların durumu Mısır mumyalarına nazaran çok daha iyi olması. İleri teknolojide bir mumyalama sistemi öyledir, uygulanmıştır. Dahası, bir mumyanın üzerinde ameliyat izi var, at kılıyla dikilmiş. Amerika doktorların tespiti, dünyada ilk ameliyat veya operasyonlardan bir tanesi olarak kabul ediliyor. Dahası var; burada kumaş ekose ve boyalı ve 4000 sene öncesini konuşuyoruz.
Türk Bilim adamı Kazım MİRŞAN yaptığı araştırmalarda Ön-Türk uygarlıkları tarafından OT-OĞ olarak isimlendirilen Ön-Mısıra M.Ö 3000 Yıllarında Doğu Anadoludan Isub-Ög yazısının gittiğini tespit etmiştir. Kazım MİRŞANın bugüne kadar anlamı çözülemeyen 184 adet mısır hiyeroglifini Ön-Türkçe olarak okumuş olduğu ve mumyalama tekniklerinin yine M.Ö. 3000 li yıllarda Altaylarda geliştirildiği düşünülürse piramit inşa teknolojisinin Eski Mısıra Ön-Türk Uygarlıkları tarafından öğretildiği sonucuna ulaşılmaktadır.
Türklerin Dünya Medeniyetine bir hediyesi Turfan Yeraltı Suları
Uygur-Turfan Karız Su Kanalları Orta Asya’da Turfan bölgesinde yapılmış yeraltı su şebekesi sistemidir. Dünya uygarlık tarihinin en önemli buluntularından biridir. Orta Asya’daki büyük uygarlık birikimini gözler önüne seren Karız Kanalları Tanrı Dağlarından topladığı suyu 60 km çölün altından geçirerek Turfan’ daki yerleşim birimlerine götürüyor. Aralıklarla açılan kuyular yardımıyla tarım alanları sulanıyor. Tanrı Dağları ile Turfan arasındaki bölge çöl olduğundan suyun aşırı sıcaktan buharlamaması için Karız su kanalları yeraltında inşa ediliyor.. Bu kanalları yaklaşık 100 metre yerin altında konumlandırmanın amacı, güzergahın geçtiği çölde +40 derece sıcaklık düşünülerek buharlaşmayı engelleyerek su kaybını önlemektir.
Kanalın derinliği 110 metre den başlıyor. Kanallar çölün altından ağ gibi örülmüş. Yeraltı su kanallarının toplam boyu 5000 km. Bu kanal ağında belli aralıklarla kuyular açılmış. Kuyular 90, 80, 70, 60 en son Turfan ’da 10 metrenin altıda. Sistem tamamıyla yer çekimi kuvveti ile çalışıyor.
Çinliler bu kanalları ülkelerindeki üç harikadan biri olarak gösteriyorlar. Bu kanallar bundan 2500 yıl önce M.Ö 500’ ler de Uygur Türkleri tarafından yapılmış. Eğim, açı, suyun akışının sağlanması doğru yolda gidilip gidilmemesi bunların yapılabilmesi için bilim gerekli. Bunu başarabilmeniz için matematiğin , fiziğin, mühendisliğin ileri bir düzeyde olması gerekiyor. Anlaşıldığı gibi burada yerleşik bir medeniyet var. Karız’ı inşa eden onaran bir irade var. Çok iyi organize olmuş başarıya ulaşmış ileri derecede teknoloji’ye sahip büyük bir uygarlık.
Göçebe, barbar, uygarlıktan nasibini almamış diye tanıtılan, anlatılan Türk Milletinin aslında medeniyeti yaratan insanlar olduğu ortaya çıkıyor. Matematiğin, fiziğin mühendisliğin ileri düzeyde olduğu, yerleşik tarımla uğraşan bir toplum. Zaten araştırma ve bulgularla ilk tarım toplumlarının dolayısıyla köylerin, kentlerin ve şehirlerin Orta Asya’da kurulduğu bilim çevrelerince ispatlanmıştır.
Tanrı Dağı’nın eriyen karları ile yeraltındaki su kaynaklarını birleştirerek yerleşim alanlarına taşımak amacıyla inşa edilen Karız Kanalları, 5 bin kilometre uzunluğuyla 6 bin kilometre olduğu tahmin edilen Çin Seddi’ne adeta meydan okuyor. Sincan’ın üzümleriyle ünlü Turfan’daki Karız Kanalları, Çin Seddi ve doğudaki Büyük Kanal ile birlikte Çin’in 3. harikası olarak adlandırılıyor.
2 bin 500 yıl önce sadece yerçekimi kullanılarak çalışması sağlanan Karız Kanalları, 60 kilometre uzaktaki kurak Turfan bölgesini bereketli vaha haline getirmiş. Kanalları ziyarete gelen turistler rehberlere, o dönemde bu kadar muhteşem bir sistemin nasıl inşa edildiğini soruyor. Hâlâ sorunsuz bir şekilde çalışan Karız kanalları, Turfan vahasına her yıl yaklaşık 200 milyon metreküp su taşıyor. Bundan dolayı kanallar, Turfan için hayat kaynağı olmaya devam ediyor.
Karız kanallarının her birinde dik kuyular, yeraltı kanalı, yer üstü kanalı ve barajlar bulunuyor. Yeraltı kanalları, bazen birkaç kilometre, bazen de onlarca kilometre uzunluğunda olabiliyor. Yeraltı kanalları inşa edilirken işçiler, havalandırma sağlamak ve kazılan çamurları boşaltmak için 20-30 metre aralıkla dik kuyular açmış. Barajlar ise su miktarını ayarlayan su deposu işlevini yerine getiriyor. Turistler bu muhteşem mimari eseri görmek için şimdilerde Turfan’a akın ediyor. Yerli ve yabancı turistler hem Karız’ları geziyor hem de bal tatlısı üzümüyle ünlü Turfan’ın temiz havasını soluyor. Turistler için Turfan’da Karız Kanalları’nı tanıtan özel bir müze de kurulmuş. Turfan bölgesinde toplam uzunluğu 5 bin kilometreyi geçen binden fazla Karız Kanalı bulunduğu tespit edilmiş.
Kanallar, sıcaklığın 40 dereceye vardığı Turfan’a kadar kar suyunu buharlaşmadan taşıyabilecek yapıda inşa edilmiş. Tanrı Dağı’nın eteğinden 110 metre derinliğinde başlayan kanallar Turfan’a geldiğinde derinliği 10 metreye kadar düşüyor. O zamanda bu ölçümlün nasıl yapıldığı henüz aydınlatılamadı.
Tüm İnsanlık tarihini değiştirerek; MEDENİYETİN ASIL YARATICISININ TÜRKLER OLDUĞU SONUCUNU DOĞURAN bu olağanüstü keşif batılı bilim adamları tarafından ısrarla görmezlikten gelinmekte ve insanlığın bilgisinden daha uzun süre saklanması mümkün olmayan bu piramitleri başka bir uygarlığa mal etmeyi amaçlayan maksatlı çalışmalar yapılmaktadır
|
|
|
Ruhların Geçidi Olduğuna İnanılan Maya Su Tünelleri |
Yazar: Spiritüeller - 04-06-2017, Saat: 15:20 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
 |
Arkeologlar eski bir Maya kenti olan Palenque’nin altında su tünelleri olduğunu keşfetti.
Meksika’da eski bir Maya kenti ve sit alanı olan Palenque’deki Yazıtlar Piramidi’nin altında bir kaynağın üzerine inşa edildiği düşünülen su tüneli bulundu. Pakal ismindeki Maya hükümdarının mezarı olarak inşa edilen piramidin altındaki su tünelinin, Pakal’ın ruhunu öteki dünyaya geçiren bir geçit işlevi görmesi sebebiyle yapıldığı düşünülüyor.
Uzmanlar, mezarın ve piramidin MS 681 ile 702 yılları arasında bilerek bu kaynağın üzerine inşa edildiğini öne sürdü. Tünel, suyu mezar odasının altından tapınağın önündeki geniş meydana götürdüğü için, Pakal’ın ruhunu “ölüler diyarına” götüren bir yol olarak görülmüş olabilir.
Bugüne kadar araştırmalar üzerindeki süslü tasvirler sebebiyle Pakal’ın gömülü olduğu lahit üzerine yoğunlaşmıştı. Hatta bazı araştırmacılar lahitteki tasvirleri Pakal’ın bir uzay aracında oturmasına benzetmiş; bu görüş kamuoyunda oldukça ilgi çekmişti.
Su tünellerinin bulunmasıyla birlikte araştırmalar lahit tasvirlerinin dışına da yayılmış oldu. Arkeolog Arnoldo Gonzalez, mezarda bulunan taştan yapılmış bir kulaklığa yontulmuş yazıda “Chaac isimli tanrının ölüye rehberlik edeceğini ve onu ölüler diyarına su yoluyla (suya daldırıp) götüreceğini” yazdığını bulduklarını söyledi. Yani lahit üzerinde tasvir edilen Pakal uzaya uçmuyordu, yeraltına gidiyordu.
60 santimetre genişliğinde ve uzunluğunda olan ve taştan yapılmış tünellerin öteki dünyaya sembolik bir geçiş olması amacıyla piramidin altına inşa edilmiş olabileceği teorisi Pakal’ın uzay aracı kullandığı teorisinden daha mantıklı duruyor.
PALENQUE VE YAZITLAR PİRAMİDİ (TEMPLE OF INSCRIPTIONS)
Palenque, ya da antik adıyla Lakamha, Meksika’nın güneyinde bulunan eski bir Maya kentidir. Kazılarda ortaya çıkarılan kalıntıların tarihi MÖ 226’dan MS 799’a kadar yayılır. Şimdilerde meşhur bir arkeolojik sit alanı olan Palenque, 7.yüzyılda altın çağını yaşamıştı. Çok büyük bir şehir olmamasına rağmen, Mayaların inşa ettiği oldukça iyi durumda olan piramitler, saraylar, tapınaklar ve heykellere ev sahipliği yapar. Palenque arkeolojik alanının bugüne kadar yalnızca yüzde 10’unun keşfedildiği düşünülmektedir. Buna rağmen, Maya tarihiyle ilgili geniş bilgiler sağlar.
Palenque’deki en meşhur yapılardan biri de Yazıtlar Piramidi’dir. 7. yüzyılda yapılmış olan bu tapınak, Hanab-Pakal’ın mezarına ev sahipliği yapar. Piramit şeklinde inşa edilen tapınak, dünyanın en uzun glifik yazısına da ev sahipliği yapmaktadır. Yazıtlarda şehrin 4.yüzyıldan 12.yüzyıla kadar olan tarihi anlatılır
|
|
|
MELEKLERDEN İSTEMEK VE İLETİŞİME GEÇMEK |
Yazar: Spiritüeller - 04-06-2017, Saat: 13:26 - Forum: Melek Enerjileri
- Yorum Yok
|
 |
1.Teknik : Uyurken Meleklerle Bağlantınızı Kuvvetlendirin
Sevgili Melekler. Hayatımdan ve Yaşamımdan,Zevk almamı engelleyen tüm engelleri (temizlemek için) Bu gece uykumda Benimle Çalışmanızı İstiyorum.Lütfen Ya Bu Engelleri dikkatime getirin yada bu gece uykum esnasında zihnimden duygularımdan ve bedenimden tamamen uzaklaştırın.
2'inci bir uygulamayı da şu şekilde yapabilirsiniz. Bir kağıt ve kalem alarak İnanarak üstte yazılanları kendinize uyarlayacak şekilde yazın ve yastığınızın altına koyun. Bunun Başarılı olabilmesi tamamen sizin inancınıza bağlıdır. İnancınız ne kadar sağlam olursa yaptığımız uygulama o kadar başarı elde edersiniz.
2.Teknik : Dilek Yazma
Her sabah uyandığınızda ve her akşam yatmadan önce meleklerden istediğiniz şeyleri,dileklerinizi boş bir deftere yazın.Defter daha önce kullanılmamış olsun.Sadece siz kullanın.
Dileklerinizi yazdıktan sonra defteri özel bir yere saklayın.Dileklerinizi kağıda yazarken büyük inançla yazmanız lazım .
3.Teknik : Günlük Meditasyon
En az 15 dakika günlük meditasyon yapmalısınız. Meditasyon sırasında sadece kendi nefesinize odalanın. Siz odaklandıkça zihninizin serbest bir gezintiye çıktığını fark edeceksiniz. Not: Meditasyon yaparken dileğinize de odaklanabilirsiniz, etkili bir yöntem olabilir.
Meditasyonu bir süre yaptıktan sonra negatifliklerinizin yok olduğunu fark edeceksiniz.Ve bu sayede Meleklerle olan bağınız daha da kuvvetlenir ve dilekleriniz gerçekleşmesi daha da çabuk olur.
4.Teknik : 3 Dakika Güç Molası
Bu teknik John Harricharanın ünlü tekniğidir.
Bu tekniği uygulamadan önce kendinizle bir anlaşma yapmanız lazım.O an problemleriniz ne ise onları bırakmalısınız.Ve teknikte 3 dakika ne düşünmek istiyor iseniz onu düşüneceksiniz.Teknik 3 kademelidir.
1. kademe: Problemlerinizle bağlantınızı kesin.
2. kademe : Eğer dileğiniz şu an gerçekleşmiş olsa ne hissedersiniz zihninizde gerçekten olmuş gibi deneyimleyin.
3.kademe : Teşekkür edin ve minnettarlık duyun hepsi 3 dakika içinde yapıldı.
Teknikleri ayrı ayrı teknikler olmasına rağmen bence hepsini yapın.Tekniklerini uygulamaya başladıktan bir süre sonra farkı hissedeceksiniz.
|
|
|
İLAHİ OLANA AÇILAN KAPI |
Yazar: Archilles - 04-06-2017, Saat: 10:28 - Forum: OSHO
- Yorum Yok
|
 |
Tanıdığınız, sevdiğiniz, birlikte yaşadığınız, varlığınızın bir parçası haline gelmiş biri öldüğü zaman, sizin de içinizde bir şeyler ölür. Tabii ki onu özleyecek, içinizde o boşluğu hissedeceksiniz, bu çok doğal. Ama aynı boşluğu bir kapıya dönüştürmek de mümkündür. Ölüm Tanrı’ ya açılan bir kapıdır. Ölüm insanlar tarafından bozulamamış tek olgudur. İnsanoğlu onun dışında her şeyi bozmuş, kirletmiştir. Kirletilememiş, el değmemiş, bakir kalan tek şeydir ölüm. İnsanlar onu da bozmak ister ama onu ellerinde tutmaları, sahip olmaları mümkün değildir. Ele geçirilmez olduğu için hala bilinmezliğini korur. İnsanoğlu ölüm karşısında ne yapacağını bilemediği için onun karşısında kaybetmiştir. Onu kavrayamaz, bir bilim dalı haline getiremez, bu yüzden de ölüm hala bozulmamıştır. Dünyada bozulmadan kalabilmiş tek şeydir ölüm.
Bu anları değerlendirin. Ölüm aniden bilincinize girdiğinde, tüm yaşamınız anlamsız gelmeye başlar. Gerçekten de anlamsızdır. Ölümün ortaya çıkardığı gerçek budur. Ölüm aniden karşınıza çıktığında, dünya ayaklarınızın altından çekilivermiş gibi olur. Birdenbire bu ölümün aynı zamanda sizin ölümünüzü de içerdiğini görürsünüz. Her ölüm, herkesin ölümüdür.
O ölümü kabullendi. Bu en güç şeylerden biridir. Yalnızca derin bir meditasyon halinde bu mümkündür çünkü insan zihni bütünüyle ölüme karşı eğitilmiştir. Yüzyıllar boyunca bize ölümün yaşama karşı olduğu, yaşamın düşmanı, sonu olduğu öğretildi. Bu durumda tabii ki, korkuyor, kendimizi rahatça salıveremiyoruz.
Ölüm karşısında kendinizi satamadığınız taktirde ise, yaşamınız boyunca da gergin olmanız kaçınılmazdır çünkü ölüm yaşamdan ayrı bir şey değildir. Ölüm yaşamın sonu değil, aksine en yükseğe ulaştığı doruk noktasıdır. Bu noktadan korktuğunuz sürece, ölüm yaşamın her alanında gizli kalmak zorunda olacağı için, doğal olarak yaşamın içinde de kendinizi salmanız mümkün olmayacaktır. Bu durumda her zaman korku içinde olursunuz.
Ölümden korkan insanlar uyurken bile kendilerini rahat bırakamazlar çünkü uyku da her gün yaşadığımız küçük bir ölümdür. Ölümden korkanlar sevmekten de korkar çünkü sevgi de bir ölüm biçimidir. Ölümden korkan insanlar her türlü orgazmik deneyimden korkarlar çünkü yaşanan her orgazmda ego ölür. Ölümden korkan kimse, her şeyden korkacak ve her şeyi kaçıracaktır.
O kendini salabildi. Ölmesini istediğim gibi öldü; derin bir salıvermişlik halinde. Ölümü kabullendi. Hiçbir ikilem ya da mücadele içinde değildi. İçinizde ölümün ötesinde engin bir güzellik bulup bulamadığınıza dair kıstas budur. İnsan ancak ölümsüz bir şeyin duyumuna vardığı anda ölümün içinde kendini rahat bırakabilir.
Ölümü kabullenmedikçe, yarım, eksik, eğreti kalırsınız. Ölümü kabullendiğinizde ise, aynı zamanda dengeye de kavuşursunuz. O zaman her şeyi kabullenirsiniz: gündüz ve geceyi, yaz ve kışı, aydınlık ve karanlığı. Yaşamın tüm kutuplarını kabullendiğinizde dengeye kavuşur, sakin ve bütün olursunuz.
Bütünlüğü düşünürken, ölümün hakkını vermeniz gerekir. Yaşam güzeldir ama ölüm de yaşam kadar güzeldir. Ölüm de yaşam gibi kendi içinde kutsanmıştır. Ölüm de tıpkı yaşam gibi içinde çiçekler barındırır.
Tanrı’nın size verdiği her şeyi, ölümü bile, derin bir şükranla kabul etmeniz gerekir. Ancak o zaman dindar biri olabilirsiniz: her şeyi şükrederek ve koşulsuzca kabullendiğiniz zaman. Ölüm insanoğlu tarafından bozulamamış, hala bakir kalmış, tüm kutsallıkların içinde en kutsal olan şeylerden biridir.
Osho
|
|
|
“Deja Vu”nun Sebebi Bu Olabilir mi? |
Yazar: Spiritüeller - 03-06-2017, Saat: 14:24 - Forum: DEJAVU
- Yorum Yok
|
 |
Bana sık sık “deja vu” yani “ben bu anı daha önce yaşadım” durumu ile ilgili ne düşündüğüm sorulur. Şimdi size kendi içsel teorimi sunuyorum bu konuyla ilgili. Belki biraz fantastik gelecek ama ben bir kere geliyoruz şu dünyaya sözünün doğru bir önerme olduğunu düşünmemeye başladım. Bu reenkarnasyon ile alakalı değil; bu benim Hasan Çeliktaş olarak ilk hayatım değil bundan bahsediyorum…
Kitapevlerinde ölüm ve ötesiyle ilgili bugüne kadar gördüğüm en yüksek bilgileri içeren kitap “Tanrı ile Sohbet: 4. Cilt”tir ve orada şunu yazar özetle: “Siz ölümü yaşadığınızda tüm evren durur ve sizin şu soruya yanıtınızı bekler: Tamam mı, devam mı, yoksa bir bölümden yeniden başlamak mı?” Bunu bilgisayar oyunlarından anlatırsam: Restart level, next level, reload. Yani mesela siz “Angry Birds” oynuyorsunuz. O bölümü tek yıldızla geçebildiniz, ama ilerleyebilmek için daha çok yıldıza ihtiyacınız var, ne yaparsınız? O bölümü yeniden oynarsınız değil mi? İşte ben “Hasan Çeliktaş” olarak istediğim skoru tutturamadıysam, senaryoyu yeniden oynayabilirim anlamına geliyor bu veya arkadaş ben artık tamamladım bu karakteri sonraki karaktere ilerleyeyim artık diyebilirim, veya “18 yaşından itibaren yeniden başlamak istiyorum” da diyebilirim…

Çok mu fantastik geldi. Hani kitaplar vardır ya, mesela gelirsiniz sayfa 38’e der ki: Bir kapının önündesin, içeri gireceksen 68. sayfaya atla, girmeyeceksen sayfa 79’dan devam et. Her seferinde de farklı bir macera yaşamış olursunuz bu kitaplarda. Eee finale ulaştınız, peki ya o kapıdan girseydim ne olurdu diye merak ettiniz, sayfa 38’e geri dönüp yeniden başlayabilirsiniz. Yaşayabileceğiniz her şey kitabın içinde mevcuttur bu arada, siz sadece okur olarak seçimi yapar deneyimi yaşarsınız. Bu kitaplar en fazla 200 sayfalıktır. Ama evrensel senaryoda büyüklük sonsuzlukla ifade bulur. Bir ruhun yolculuğu, sonsuz büyüklükte bir kitaba benzer. Her bir yaşam da bu kitabın bir bölümüdür. Her bölümde de sayısız seçenekler vardır. Yani Hasan Çeliktaş, sonsuz ruh kitabının sadece bir bölümü… Pandülüme göre ben daha önce Hasan Çeliktaş’ı 3 kere daha yaşamışım, 2 kere de senaryonun ortasından girip devam etmişim. Yani Hasan Çeliktaş olarak 5 kez varolmuşum. Ruh kitabının bu bölümünde 5 kez hareket etmişim. Bu, bu seviyeyi 6. okuyuşum. Yepyeni seçimlerle… Ama bazen daha önce okuduğum bir bölüme denk gelebiliyorum ve evet ya, ben bunu hatırlıyorum diyorum. Buna “Deja Vu” deniyor.
|
|
|
İNSANIN EN BÜYÜK GÜCÜ |
Yazar: Spiritüeller - 03-06-2017, Saat: 14:20 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorumlar (1)
|
 |
1- Karanlık, kaos aldı başını gidiyor. Ortalık yine toz duman, tıpkı planlandığı gibi.
2- Bilinçler kolaylıkla istenildiği gibi eğilip bükülüyor. Duygular coşturularak, kitleler bir o yana bir bu yana sürükleniyor.
3- Adetullahtandır, hepimiz korkuya ve karanlığa kolaylıkla kapılabiliyoruz, zihinlerimiz buna eğitimli.
4- Güzel insanlar, karanlığın büyük görünen küçük planları ardında ne muazzam evrensel bir plan var bir görebilseniz.
5- Siz Türk diyorsunuz, ben İnsan diyorum; siz Kürt diyorsunuz, ben İnsan diyorum; siz Suriyeli, İranlı, Amerikalı vb. diyorsunuz, ben İnsan diyorum; siz asker diyorsunuz, polis diyorsunuz, ben İnsan diyorum; siz terörist diyorsunuz, ben İnsan diyorum… İnsan, İnsan, İnsan… Tüm varlığımız tek bir gerçeğe bağlı: İnsan..
6- Ama insan var, İnsan var, bir de İNSAN var… Bu sınıfsal bir ayrım değil, farkındalıksal ve sevgisel gelişim farkıdır.
7- Karanlığın yolu, silahı çoktur, aydınlık ise sadece sevgi ve şefkattir.
8- Sevgi ve şefkat, evrendeki en büyük kuvvettir, en güçlü “silah”tır, en eritici güçtür… Kaynağı unutanı, içinde eriterek yeninden kaynağıyla buluşturur.
9- Harika denizciler, dingin sularda değil, fırtınalı denizlerde yetişirler. Kendi gölünüzde balık tutabilirsiniz minik sandalınızla, ama amacınız geçmekse okyanusları, o zaman size dayanıklı bir gemi, cesur bir yürek, koca bir ruh, derin bilgi ve eşsiz tecrübeler gerek.
10- Güzel insanlar, beden gemisinde, cesur yürekli, koca ruhlarsınız, her türlü bilgiye de sahip. Atlattınız da hani irili ufaklı fırtınalar… Şimdiki fırtına güçlü olabilir ama değil misiniz güçlü denizciler siz de? Bu el ayak kesilmesi, bu panik, bu bırakış niye?
11- Canım evren bize vermiş sonsuz varlığı, esirgememiş desteğini, rüzgarını, suyunu, balığını, güneşini, yıldızını, ayını… Kalmışsa geriye geçmek bize okyanusu tüm bu destekle ve bekliyorsa bizi ötelerde yepyeni kıtalar… Bu keder, bu elem, bu umutsuzluk niye?
12- O kadar güçlüyüz ki baktığımızı, söylediğimizi ederiz gerçek. Duyduk dinledik bunu bilgelerden, üstadlardan, şimdi bilim adamlarından defalarca; onayladık alkışladık hunharca, eee o zaman gözden, sözden, yazıdan dökülen bu öfke, kin, nefret, karanlık niye?
13- Koca koca dalgalarla karşı karşıyaysak bu yolculukta, hiç küfreder mi iyi bir kaptan o koca okyanusa? Der mi sen niye böylesin diye, önceki gün keyfini çıkarmışken güneşin, balığın tadını doya doya? Ürperse de onun gücünden, yüreği dolu değil midir okyanus aşkıyla? Peki o zaman bu sizdeki hayata sövüp saydırma niye?
14- Okyanus doludur yunuslarla da köpekbalıklarıyla da, deniz aslanlarıyla da katil balinalarla da, palyaço balıklarıyla da deniz analarıyla da, sıcak suyuyla da buzdağlarıyla da… Hepsi bir arada değiller mi bu koca okyanusta. Yaradan doldurmuşsa koca akvaryumunu binbir çeşitle, zenginlikle… Dünyasında niye o insanı, insanları yarattın niye ona söylenmek niye?
15- En büyük gücünüz, sevgi ve şefkattir güzel insanlar. Koca bir okyanus olmaktır yürekte… Güvenip bilmektir, yüreğinizdeki koca okyanusun sonsuz kozmik okyanusun bir damlası olduğunu ve sonsuz kozmik okyanusun tüm varlığını, bolluğunu, bereketini, enerjisini paylaşacağını sizinle…
16- Krizin, karanlığın; kısaca fırtınanın olduğu yerde bırakıp gitmeyin geminizi elbette… Arkasından gelecektir parlak güneşli günler… O fırtına ki temizler okyanusu, canlandırır, arındırır, parçasıdır evrensel düzenin; dimdik durun dümeninizde yüreğinizde sevgi, şefkat ve dolu dolu cesaretinizle…
17- Güneşli günler yakındır güzel insanlar… insanlar dönecektir İnsana, İnsanlar dönecektir İNSANa… Dünya ise evrilecektir DÜNYAya…
18- Bu yolculuğa cesaret edebilmiş tüm güzel ruhlara, sonsuz sevgi ve saygılarımla…
|
|
|
YAŞAMI YENİDEN YARATMAK |
Yazar: Spiritüeller - 03-06-2017, Saat: 14:06 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
 |
Naturel 2010 Festivali’nde ‘Değişimle Yaşamı Yeniden Yaratma’ üzerine bir seminer verecek olan yaşam koçu Erim Ergün’ün kanserle başlayan kişisel değişim öyküsü gerçekten ders verir nitelikte… Erim Ergün öyküsünü ve hedeflerini derki okurlarıyla paylaştı..
Seni kısaca tanıyabilir miyiz?
1972 yılında Çanakkale’ nin Biga ilçesinde dünyaya geldim. Ev hanımı bir anne ve avukat bir babanın çocuğu olarak ilk, orta ve lise öğrenimimi Biga’ da tamamladıktan sonra 1989 yılında İTÜ İşletme Mühendisliği bölümünde üniversite eğitimime başladım. 1994 yılında eğitimim tamamlayıp 1 yıl süresince yabancı dil eğitimi için Londra’ da yaşadım. Türkiye’ ye döndükten sonra 2 yl süresince aile şirketinde Kalite sorumlusu olarak kalite güvence ve kalibrasyon konusunda çalıştım. Daha sonra askerlik eğitimi ve ardından Sabancı Holding (Brisa) de profesyonel iş yaşamıma devam ettim. 10 yıl süreyle kadar satış, pazarlama ve yönetim kurulu üyesi asistanlığı pozisyonlarında çalıştıktan sonra 2008 yılbaşı itibariyle çok istediğim ve derin bir tutku duyduğum yaşam koçluğu mesleğini yapmaya başladım. Helen Moda’ daki ofisimde çalışmalarıma devam ediyorum.
Hikayen nasıl başlıyor?
2000 yılında yaşadığım kan kanseri deneyimi tamamen duvara toslamama nedep olup kendime ve hayata dair bir çok inanç sistemimin değişmesi sürecini başlattı. Aynı yıl tamamlayıcı terapiler diye adlandırdığımız tıbbi tedaviye destek niteliğindeki bioenerji, reiki, meditasyon, taşlarla terapi, renklerle terapi ve yoga çalışmalarına başladım. Bu konuda ilk başta terapiler alırken daha sonrasında bu tekniklerin eğitimini alıp önce kendi üzerimde sonra etrafımda ihtiyacı olanlar üzerinde uygulamaya başladım ve büyük faydasını gördüm. 2005 yılında başladığım CTI( Coaches Training Institute ) koçluk okulu kanalıyla aldığım ko-aktif koçluk programını 2007 yılının sonlarında tamamladım.
Hastalığa yakanlamadan önce nasıl bir hayatın vardı? Nasıl bir Erim’din, düşlerin beklentilerin nelerdi?
Gayet yoğun bir iş hayatının içindeydim hep koşturmaca, kariyer ve ilerleme, başarılı olma çabası. Önceliklerimi ihmal etmiştim ve herşeyi çok kafaya takan, aşırı duyarlı ve dışarıya belli etmesem de üzülen bir yapıdaydım. Aşırı sorumluluk bilincim derinlerdeki güvensizlik, değersizlik ve sevgisizlik duyguları ile birleşiyor ve hep kendimi acımasızca yargılama, eleştirme ve cezalandırma yoluna gidiyordum. Tabi bunu o kadar derinde ama aynı zamanda güçlü bir şekilde yapıyordum ki dışarıya çoğu zaman kendine güvenen herşeyin yolunda olduğuna inandıran bir Erim görüntüsü veriyordum. Bu içsel savaş içinde, aslında yaşamımın bütününü görmek söz konusu değildi ve hayallerim, tutkum kaybolmuştu belki de hiç bir zaman ortaya çıkmamıştı. Anı yaşamıyordum çoğu zaman. Bu içsel mücadelenin ve karmaşanın içinde an ne kadar yaşanabilir ki ?
Hastalığa yakalanma ve tespit edilme sürecini anlatır mısın?
Hastalığın tespit süreci 2000 yılının Nisan ayına denk geliyor. O zamana kadar gayet sağlıklı olan daha doğrusu olduğunu sanan ben hiç bir operasyon geçirmemiş doğru düzgün tıbbi tahlil bile yaptırmamışken bir tesadüf ( !) eseri iş gereği gittiğim Adapazarı’ nda yanımdakilerin ve laborant görevlinin zoruyla kan testi yaptırdım. O hastaneye bayim ile birlikte müşteri ziyareti kapsamında laborant görevliyi ziyaret amacıyla gitmiştik. Bayim, şeker hastasıydı ve rutin kan testini yaptırmak istemişti. Kısmet bana da test yapılmasıymış… Hastalığın tespit edilmeden önceki yaklaşık 8-10 aylık süreçte ayağımda aynı çürük gibi morluklar oluşmuştu ayrıca normalde gayet iyi koşarken çok çabuk yorulmaya başlamıştım ve dalağım ağrımaktaktaydı. Tabii ben hep ihmal etmiş hiçbir rahatsızlığı kendime kondurmamıştım. Halbuki muayene yapıldığında dalağın neredeyse büyümekten patlama noktasına geldiği anlaşıldı.
O anki duygularını ve sende yaşanan dönüşümü anlatır mısın?
İlk kanser olduğum söylendiğindeki anı unutmuyorum bir anda donmuş kalmıştım ama sanki uzun zamandır böyle bir cevabı bekliyormuş ve hazırlıklıymış gibi de karşılamıştım bu durumu. Ondan sonraki süreç güçlenme ve hastalığı yaratan duygu ve inanç sistemlerini fark etme ve yoğun bir şekilde yüzleşme ile geçen zorlu ama aynı zamanda farkındalık dolu bir yolculuktu benim için. Özellikle içerde kendini sevgisiz, güvensiz, değersiz hisseden kendini acımasızca yargılayan Erim ile buluşmaktı benim için. Buna benmerkezci Erim’le buluşmayı da eklemek isterim ki kanseri yaratan ve besleyen en önemli taraflardan biridir benmerkezcilik..
İyileşme sürecin nasıl oldu? Neler yaptın, hangi şifa tekniklerinden yararlandın?
Modern tıbba destek olarak bioenerji ve Acmos terapi ile başladı benim tamamlayıcı terapiler ile tanışmam. Bu reiki, taşlarla ve renklerle terapi çalışmalarıyla devam etti. Yine aynı zamanlarda 2000 yılının eylül ayında yoga ve meditasyon çalşmalarıma başladım. Meditasyon özellikle içsel inanç kalıplarının ve bilinçaltının temizlenmesinde farkındalık anlamında destek olurken yoga enerjimi dengeli kullanmama ve dengede kalmama yardımcı oldu. Yine akabinde başladığım içsel enerjiyi artırmaya ve yönlendirmeye yönelik mikrokozmik yörünge meditasyonu çalışmaları bağışıklık sistemimi daha da güçlendirdi.
Hayatını değiştirme kararını nasıl aldın?
2005 yılına geldiğimde 5 yıla çok yoğun değişim ve dönüşümleri sığdırdığımı farkettim. Aynı zamanda bir sürü eğitim, seminer ve kitap. Etrafımdaki bir çok kişiyle paylaşımlar beni insanın değişimi konusuna daha çok tutku duymaya yöneltti. Kesin olarak bu konuda çalışmamın benim gerçek tutkum ve isteğim olduğunu fark ettim. İnsanların yaşamlarına dahil olup değişim süreçlerinde yanlarında olmak ve bu süreci izlemek bana müthiş heyecan veriyordu. Bu geçiş süreci ve o zman çalıştığım işi sonlandırıp profesyonel anlamda koçluk alanına geçiş yapmam 2007 sonuna tekabül ediyor.
Hangi eğitimleri aldın?
Reiki eğitimleri, yoga, meditasyon, taşlarla ve renklerle terapi, duygusal özgürleştirme tekniği, ZSG Sinerjik şifa tekniği, Rasheeba, ICF onaylı toplam 15 günlük program olan Ko-Aktif Koçluk eğitimi.
Şu an mesleğini nasıl tanımlıyorsun?
Kişisel Gelişim desteği sunan Koçluk yeni bir meslek ve dunyada 15-20 yıl Türkiye’de ise 8-10 yıl civarında bir geçmişi var . Kişisel gelişimi ve danışanın başlattığı değişimi desteklemek temelinde kurulan profesyonel bir ilişki aslında. Bireylerin iş ve özel yaşamlarında karşılaştıkları zorluklar değişim ve değişimi yönetme ihtiyacı doğurur. Koçluk çalışması danışanın Harekete geçmek/İlerlemek/ Değişmek isteği ve potansiyeline odaklanır. Koçluk, danışanın destek aldığı profesyonel ile çalışma şekli açısından benzersizdir: bu profesyonel ilişkide koç değil danışan liderdir. Son karar veren ve uygun hareketleri başlatma sorumluluğunu taşıyan danışandır. Danışan kendi sorumluluğunu ve verdiği sözlere uyma yükümlülüğünü kabul eder. Koç, bu süreçte danışanı için en iyiyi ister ve hedefe ulaşması için sahip olduğu beceri ve tekniklerle danışanını destekler.
Koç amaçlanan sonuca ulaşmak için; danışanın kendi cevaplarını bulması, eylem adımlarını belirlemesi ve sonuçlar alması için gerekli süreci en etkin şekilde gerçekleştirmekten sorumludur. Koç, danışanına koşulsuz sevgiyle yaklaşır, tüm danışanlarına eşit ve yüksek değer verir. Danışanını asla yargılamaz, analiz etmez, suçlamaz, eleştirmez. Koçlukta gizlilik ilkesi esastır; danışanıyla ilgili tüm bilgileri bir üçüncü kişiyle asla paylaşmaz. Koç, seans sırasında kendi gündemini, hayatını bir kenara koyar. Koç, tüm iç konuşmalarını susturur. Sahnede sadece danışan vardır, projektör-odak danışanın üzerindedir. Ve koç, danışanının güçlü yönlerine odaklanır. Danışanına seans sonlarında ödevler verir. Bir koçluk sürecinin koçluk olması için, seansın sonunda danışanda değişim olmalıdır, danışan eyleme geçmelidir. Değişim-eylem yaratmamış bir seans koçluk değildir. Koç, kendini sürekli yenilemek durumundadır.
Nasıl bir çalışma izliyorsun?
Erim Yaşam Koçluğu sistemi bir çok tekniğin ve 10 yıllık ruhsal, dünyasal deneyimlerimin bir kombinasyonu olarak oluşturuldu. Bunlar arasında enerji, nefes, meditasyon ve koaktif koçluk teknikleri ile yarattığım bir takım özgün geçmişi bırakma tekniklerini sayabiliriz. 12 senelik yolun profesyonel iş yaşamımda deneyimlediğim ve gözlemlediklerim de, sistemin özel yaşama olduğu kadar iş yaşamına da güçlü bir şekilde hitap etmesine imkan tanımıştır.
Sistemi benzersiz kılan bir diğer özellik 10 yıldır deneyimlediğim yolun ve derin bir içsel yolculuğun kazandırdığı bilgeliği ve özgün teknikleri de içeriyor olması. Günümüzde değişim herkes için çok hızlanmıştır ve bu içe dönmeyi farkındalık kazanıp daha güçlü ve bütün bir şekilde dışa yönelmeyi gerektirmektedir. Danışanlarıma sunduğum her biri 1.5 saatten oluşan 8 seanslık programın ilk bölümünde yoğun olarak danışan kendisini geçmişte tutan ve ilerlemesini engelleyen taraflarını, duyguları ve inanç sistemlerini keşfedip özgürleşirken aynı zamanda güçlenme ve dengelenme sürecine girer. İkinci bölüm ise geçmişin ayrık otlarından temizlenmiş tarla olarak tabir ettiğim yeni alana danışanla birlikte yaşamındaki yenilikleri, istek ve tutkuların tohumunu ekmekten oluşmakta. Böylece değişim danışanın istekleri doğrultusunda hızlanmakta ve yaşamını yeniden yaratmakta. Sistemin diğer güçlü özelliği her seansın sonunda o çalışmayla ilgili danışan ve koçun birlikte belirlediği ödevler.. Bu ödevler çeşitli uygulamaları içerdiği gibi danışanın çarpıcı deneyimlerini ve hissettiklerini paylaşması kapsamında çok önemli geri bildirimler sallamakta. Böylece öğrenme ve değişim süreci daha kalıcı ve uygulanabilir duruma gelmekte. Koçluk hizmeti almak isteyenlerle hem tanışmak hem de sistemimi tanıtıp onlara özel koçluk sürecini dizayn etmek ereğiyle ücretsiz bir ön görüşme yapmaktayım.
Şimdiki Erim Ergün’ü nasıl tanımlıyorsun?
AşK dolu, anı yaşayan ve koçluk ve yazmayı tutkusu olarak yaşayan bir kişi.
Hedeflerin ve amacın..
Kısa vadede iki kitap çıkarmak istiyorum. İkisi de 2011 yılı içinde birisi ruhsallık, aşk içeren denemeler kitabı. Diğeri ise kısa ve özlü sözlerimi toparladığım kişisel değişim kitabım. Bunun dışında deniz kenarında doğa içinde bir arınma ve değişim merkezi kurmak, üyesi olduğum ruhsal görevimi ifa ettiğim Süper İnsanlık Realitesi Derneği’ndeki görevimi barış, sevgi ve insanlık için daha geniş kitlelere ulaştırmak adına yeni yapılanmalara gitmek. Hepsi zaman içinde belli bir düzen içinde gerçekleşecek..
|
|
|
Şamanların Zihinsel Hastalıklara Bakışı |
Yazar: Spiritüeller - 03-06-2017, Saat: 13:58 - Forum: ŞAMANİZM
- Yorum Yok
|
 |
ŞAMANİK görüşe göre, zihinsel hastalıklar “bir şifacının doğuşunu” işaret etmektedir, diye açıklıyor Malidoma Patrice Somé. Dolayısıyla, zihinsel rahatsızlıklar ruhsal acil durumlardır, ruhsal bunalımlardır; ve doğmakta olan şifacıya yardım etmek için böyle görülmelidir. Batı’da zihinsel hastalık olarak görülen şeye Dagara halkı “öte alemden iyi haberler” olarak bakar. Bu bunalımı geçirmekte olan kişi, ruhlar aleminden aktarılıp topluluğa iletilmesi gereken bir mesaja aracılık etmesi için seçilmiştir. Dr. Somé, “Zihinsel rahatsızlık, her türden davranış bozuklukları; uyumsuz oldukları aşikar iki enerjinin aynı alanda kaynaşmış olduğunun işaretidir” diyor. Bu rahatsızlıklar, söz konusu kişi, ruhlar aleminden gelen enerjinin mevcudiyetiyle başa çıkma konusunda yardım almadığında, ortaya çıkar.
1980’de üniversite öğrencisi olarak ABD’ye ilk kez geldiğinde Dr. Somé’nin ilk karşılaştığı şeylerden biri, bu ülkenin zihinsel hastalıkları ele alış tarzıydı. Öğrenci arkadaşlarından biri “sinirsel buhran” nedeniyle bir zihin sağlığı merkezine yatırıldığında, Dr. Somé onu ziyarete gitti.
“Şoka uğradım. Kendi köyümde görmüş olduğum belirtileri gösteren insanlara burada neler yapıldığı gerçeğiyle ilk kez yüz yüze gelmiştim.” Dr. Somé’un dikkatine çarpan şey, bu türden belirtilere patolojiyi, yani bu durumun durdurulması gereken bir şey olduğu fikrini temel alarak yaklaşılmasıydı. Kendi kültürünün benzeri durumlardaki yaklaşımına tamamen tersti. Bazıları deli gömleği giydirilmiş, ilaçlarla kendilerinden geçmiş veya çığlık atan hastaların tutulduğu çıplak duvarlı hastane salonuna bakarken kendi kendine, “Demek ki bu kültürde, doğmaya çalışan şifacılara böyle davranılıyor. Öte alemden bir güçle nihayet aynı çizgiye gelmiş bir insan böyle harcanıp gitsin, ne büyük kayıp!”
Bunu, Batılı zihne daha çok anlam ifade edecek biçimde anlatacak olursak, Batı dünyasında bizlere psişik fenomenlerle, ruhsal alemle nasıl başa çıkılacağı, hatta bunların varlığının nasıl takdir edileceği öğretilmiyor. Doğrusu, psişik yeteneklere çamur atılır. Ruhsal alemden enerjiler Batılı bir psişede ortaya çıktığında, o birey bunları bütünleştirmek ve hatta neler olduğunu anlamak konusunda tamamen donanımsızdır. Sonuç, dehşet verici olabilir. Başka bir gerçeklikten yapılan hamle ile başa çıkmak için uygun bağlam ve yardım olmadığında, o kişi her anlamda delirmiştir. Antipsikotik ilaçların ağır dozlarda verilmesi sorunu daha da artırır ve bu enerjileri almış olan bireydeki ruhsal gelişime ve büyümeye yol açabilecek olan bütünleşme engellenir.
O akıl sağlığı hastanesinde, Dr. Somé hastaların etrafında dolanan çok sayıda “varlık” gördü: pek çok kişi tarafından görülemeyen ancak şamanların ve psişiklerin görebildiği bu varlıklar, “buradaki insanların bunalımına sebep olmaktaydılar” diye anlatıyor. Bu varlıklar, birleşmeye çalıştıkları insanların bedenlerinden ilaçları ve ilaçların etkilerini söküp çıkartmaya uğraşmakta gibiydiler ve bu nedenle, hastaların çektiği acıları artırıyorlardı. “Bu varlıklar, hastaların enerji alanında bir tür eksavatör gibi iş görmekteydiler. Varlıklar bu konuda çok ciddi çalışmaktaydı. Üstlerinde çalıştıkları hastalar ise o sırada bağırıp çığlık atmaktaydılar,” diye anlatan Dr. Somé bu ortama daha fazla dayanamayıp oradan ayrılmak zorunda kalmıştı.
Dagara geleneğinde, topluluk bu her iki alemin enerjilerini uzlaştırması için bireye yardım eder: “kişinin kaynaştığı ruhun dünyası ile köyün ve topluluğun dünyası.” O zaman, bu kişi bu alemler arasında köprü olarak iş görür; ihtiyaç duydukları bilgi ve şifa ile yaşamalarına yardım eder. Dolayısıyla, söz konusu ruhsal bunalım bir başka şifacının doğumuyla sona erer. Dr. Somé, “Diğer alemin bizimki ile ilişkisi bir destek ilişkisidir,” diye açıklıyor. “Çoğu kez, bu türden kaynaşmalardan doğan bilgi ve beceriler, doğrudan diğer alem tarafından sağlanan bir bilgi veya beceridir.”
Zihin hastalıkları hastanesinde yatan hastaların acısını artıran varlıklar, mesajlarını bu dünyaya duyurmak için bu hastalarla kaynaşım sağlamaya çalışmaktaydılar aslında. Kaynaşım için seçtikleri insanlar, alemler arasında köprü nasıl köprü olacaklarına dair hiçbir yardım almıyorlardı ve bu varlıkların kaynaşım girişimleri köstekleniyordu. Sonuç ise enerjinin başlangıçta oluşturduğu rahatsızlığın sürmesi ve bir şifacının doğumunun sekteye uğramasıdır.
Dr. Somé, “Batı kültürü, şifacının doğuşunu sürekli olarak görmezden gelmekte,” diyor. “Bunun sonucunda, birilerinin dikkatini çekmek için, öte alemden olabildiğince çok sayıda insanla temasa geçmeye çalışma eğilimi olacaktır. Daha çok çaba harcamak zorundalar.” Ruhlar, duyuları uyuşturulmamış insanlara çekilmektedir. “Duyarlılık, içeri girmeleri için bir tür davet olarak yorumlanmakta,” diyor. Güya zihinsel rahatsızlıklar geliştiren kişiler duyarlı kişilerdir ki bu Batı kültüründe aşırı duyarlılık olarak görülmektedir. Yerli kültürler buna bu şekilde bakmazlar ve dolayısıyla da duyarlı insanlar kendilerini aşırı duyarlı görmez. Dr. Somé, Batı’da “içinde bulundukları kültürün aşırı yükü onları ezip yıkmakta” diyor. Çılgıncasına bir tempo, duyuların sürekli bombardımana maruz kalması ve Batı kültürünü tanımlayan şiddet enerjisi duyarlı insanları bunaltmaktadır.
Şizofreni ve Yabancı Enerji
Şizofreni söz konusu olduğunda, Dr. Somé bunu “kontrol edilemeyen bir imge ve bilgi akışına özel bir açık oluş hali” olarak tanımlıyor. “Bu türden bir hızlı akış şahsen seçilmemiş bir zamanda meydana geldiğinde ve özellikle de korkutucu ve çelişkili imgelerle birlikte geliyorsa, o kişi bir taşkınlık haline girer.” Dr. Somé’ye göre bu durumda gereken, ilk olarak, o kişinin enerjisini (“süpürme” denilen) şamanik uygulamalarla dışsal yabancı enerjilerden ayırıp bireyin aurasını bu etkiden temizlemektir. Enerji alanlarının temizlenmesiyle, söz konusu kişi bu bilgi selini artık almaz olur ve artık korkması ve rahatsız olması için bir sebep kalmaz. Ve artık, diğer alemden mesajını iletmeye çalışan ruhun enerjisi ile aynı çizgiye gelmesinde bu kişiye yardım etmek mümkün olur. Bu belirmenin engellenmesi, sorunları yaratan şeydir. Dr. Somé, “Şifacının enerjisi yüksek voltajlı bir enerjidir” diyor; “akmasına izin verilmediğinde o kişiyi yakıp yıkar. Bu, kısa devre gibidir. Sigortalar atar. Ve bu nedenle de çok korkutucu olabilir. Bu kültürün bu insanları bir yere kapamayı tercih etme nedenini anlıyorum; bağırıp çığlık atıyorlar ve orada, deli gömleği giydiriliyor onlara. Üzücü bir manzara.”
Tekrarlayalım; şamanik yaklaşım, engeller olmayana, “sigortalar” atmayana ve söz konusu kişiler olmaları gerektiği gibi şifacılar haline gelene dek enerjileri hizalama üstünde çalışmaktır.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekir: bir kişinin enerjetik alanına giren ruh varlıklarının illa ki hepsi şifayı desteklemek amacıyla gelmemiştir. Auradaki istenmeyen mevcudiyetler olan negatif enerjiler de vardır. Böyle vakalarda ise şamanik yaklaşım, uyumsuz enerjileri hizalamak için çalışmaktan ziyade bunları auradan uzaklaştırmak şeklindedir.
Alex: ABD’de deli, Afrika’da şifacı
Zihinsel hastalıklarla ilgili şamanik görüşün yerli kültürlerde olduğu kadar Batı dünyasında da geçerli olduğuna ilişkin inancını test etmek isteyen Dr. Somé, bir akıl hastasını yanına alıp Afrika’daki köyüne götürdü. “Zihinsel hastalıkların başka bir alemden bir varlıkla aynı çizgiye gelme süreciyle bağlantılı ve bu durumun dünyanın her yanında geçerli olup olmadığını bulmak gibi bir meraka kapılmıştım.”
Alex, 18 yaşında bir Amerikalıydı; 14 yaşındayken bir psikotik dönem geçirmişti. Sanrılar görmüştü, intihara kalkışmıştı ve tehlikeli bir biçimde ciddi depresyon devrelerine girip çıkmıştı. Bir akıl sağlığı merkezine yatırılmış, ağır ilaç tedavisi görmekteydi ama hiç biri işe yaramıyordu. Dr. Somé, “Ana babası her şeyi yapmıştı ama nafile,” diye anlatıyor, “daha başka ne yapabileceklerini bilmez haldeydiler.”
Onların iznini alan Dr. Somé, oğullarını Afrika’ya götürdü. Orada geçirdiği sekiz aydan sonra Alex son derece normalleşti. Şifacılara yardım eder, bütün gün onlara oturup başvuran kişilere yaptıkları şeylere katılmaya bile başlamıştı. “Köyümde dört yıl kadar kaldı. Alex daha fazla şifaya ihtiyaç duyduğundan değil de istediği için kaldı. Kendisini bu köyde, Amerika’dakinden daha çok güvende hissediyordu.”
Enerjisini ve ruhsal alemden uzanan varlığın enerjisini aynı çizgiye getirmek üzere, Alex bu amaçla tasarlanmış bir şamanik törenden geçti ancak bu, Dagara halkının kullandığından biraz daha farklıydı. Dr. Somé “Köyde doğmamış olduğundan başka bir şey uygulandı. Ama tören harfiyen aynı olmamasına rağmen alınan sonuç benzerdi” diyerek açıklıyor. Enerjiyi hizalamanın Alex’in şifalanmasına yardım etmesi, Dr. Somé’ye başka alemlerin varlıkları ve zihinsel hastalıklar arasındaki bağlantının coğrafyaya bağlı olmadığını göstermiş.
Törenden sonra Alex, söz konusu ruhsal varlığın bu alem için getirdiği mesajları paylaşmaya başlamış. Ne yazık ki bunları anlattığı insanlar İngilizce bilmemekteydiler (o sırada, Dr. Somé köyde değilmiş.) Ancak bu deneyimin sonunda Alex psikoloji okumak için üniversiteye dönme kararı almış. Dört yılın ardından ABD’ye dönmüş çünkü “yapması gereken şeylerin hepsini yapmış olduğunu keşfetti, artık hayatına devam edebilirdi.”
Dr. Somé’un aldığı son habere göre Alex, Harvard Üniversitesinde psikoloji okumaktaydı. Oysa, onun yüksek öğrenim şöyle dursun liseyi bile bitirebileceğini kimse düşünmezdi.
Dr. Somé, Alex’in zihinsel hastalığının neyle ilgili olduğunu şöyle özetliyor: “Yardım arayışındaydı. Bu bir imdat çağırısıydı. Onun işi ve amacı bir şifacı olmaktı. Ancak buna hiç kimsenin dikkat etmediğini söyledi.”
Şamanik yaklaşımın Alex için işe yaradığını gördükten sonra Dr. Somé, ruhsal varlıkların Afrika’daki kendi toplumu kadar Batı’da da bir mesele olduğu sonucuna vardı. “Ancak bu sorunun yanıtının, yanıtı bulmak için başka bir kıtaya gitmek zorunda kalmamak için burada bulunması gerekiyor. Bu deneyimin tamamının, insanlara yardım edebilecek uygun töreni ortaya çıkarma olasılığına yol açabilmesi için dikkati biraz da patolojinin ötesine çevirmenin bir yolu olmalı.”
Ruhsal Bağlantıya Özlem
Batı’daki “zihinsel” rahatsızlıklarda Dr. Somé’nin dikkatini çeken ortak yan, “dolaşımı durdurulmuş çok kadim bir atasal enerjinin söz konusu kişilerde nihayet açığa çıkması” idi. Bu durumda o kişinin görevi o ruhun ne olduğunu keşfetmek üzere zamanda geri giderek, bu enerjinin izini sürmektir. Çoğu vakada, “söz konusu ruh doğayla, özellikle dağlar ve büyük nehirlerle bağlantılıdır,” diyor.
Bu fenomeni açıklamak için, vaka dağlarla ilgili diyelim, “dağın ruhu o kişi ile yan yana yürümektedir ve bunun sonucunda bir zaman-mekan bozulması yaratıp buna yakalanan insanı kötü etkilemektedir.” Gereken şey bu iki enerjinin kaynaşması veya hizalanmasıdır ki “böylece o kişi ve dağın ruhu bir hale gelebilsin.” Yine, şamanlar bu hizalanmayı ortaya çıkartacak belirli bir tören yaparlar.
Dr. Somé, bu durumla ABD’de bu kadar sık karşılaşmasının nedeninin “bu ülkenin yapısının büyük kısmının makine enerjisinden oluşması ve bunun sonucunda, geçmişle bağlantı kopması veya kopartılması”na bağlı olduğuna inanıyor. “Geçmişten kaçabilirsiniz ama ondan saklanamazsınız.” Doğa aleminin ata ruhları bizleri ziyaret etmektedir. Ruhun istediği şey, o kişinin istediği şeyden çok farklı değil, diyen Dr. Somé “ruhun bizde gördüğü, muazzam bir şeye, yaşamı anlamlı kılacak bir şeye yapılan bir davettir ve dolayısıyla da ruh, buna yanıt vermektedir” diye açıklıyor.
Yaptığımızdan bile habersiz olduğumuz bu davet “materyalizmi ve eşyalara sahip olma tutkusunun çok ötesinde olan ve somut bir kozmik boyuta yönelen derin bir bağlantıya duyulan güçlü bir özlemi” yansıtmaktadır. Bu özlemin büyük kısmı bilinçsizcedir ama ruhlar açısından bilinçsiz olan ile bilinçli olan şeyler arasında herhangi bir fark yoktur.” Onlar her ikisine de yanıt vermektedir.
Dağ ile insan enerjilerini kaynaştırma töreninin parçası olarak, “dağ enerjisi”ni almakta olanlar kendi seçtikleri bir dağlık alana yollanır ve orada, kendilerine uygun gelen bir taş parçası bulurlar. Törenin geri kalanı için ise bu taşı alıp getirmeleri ve bir dost olarak saklamaları gerekmektedir; bazıları ise taşlarını gerçekten yanlarında taşımaktadır. “Taşın mevcudiyeti, o kişinin algılama becerisini ayarlamak bakımından çok işe yarar” diyor Dr. Somé, “böylece, kullanabilecekleri her türden bilgiyi almaya başlarlar; bu adeta, yaşamlarını nasıl yaşamaları gerektiğine dair başka bir alemden somut rehberlik almaları gibidir.”
Söz konusu “nehir enerjisi” ise, bu varlıklara nehire gitmeleri ve nehir ruhuyla konuşup yine benzer bir tören yapmak için bir su taşı seçip getirmeleri söylenir.
“İnsanlar böyle olağanüstü bir durumda olağanüstü bir şey yapılması gerektiğini düşünürler ama durum genellikle bu değildir. Bazen, bir küçük taş taşımak kadar basittir.
Zihinsel Hastalıklara Kutsal Tören Yaklaşımı
Bir şamanın Batılı dünyaya verebileceği armağanlardan biri de insanların ne yazık ki artık yok olmak üzere olan törensel yaklaşımı tekrar keşfetmelerine yardımcı olmaktır. Dr. Somé Ritual: Power, Healing, and Community (Tören: Erk, Şifalanma ve Topluluk) adlı kitabında “Törenin terk edilmesi yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Ruhsal görüş açısından, kişi yaşayacaksa eğer tören kaçınılmaz ve gereklidir” diye yazmakta. “Sanayileşmiş dünyada törene ihtiyaç olduğunu söylemek az bile. Kendi halkımda gördüğüm kadarıyla, onsuz olup da aklı başında yaşamak imkansız gibi.”
Dr. Somé, kendi geleneksel köyünden çıkarılıp Batı’ya aktarılabileceğini düşünmediğinden, burada yıllardır yaptığı şamanik çalışmalar sırasında Batılı kültürün çok farklı ihtiyaçlarını karşılayan törenler tasarlamış. Törenler söz konusu birey veya gruba göre değişiklik gösterse de genelde belirli törenler için ortak bir ihtiyaç olduğunu görmüş.
Bu törenlerden biri, insanların yaşadığı rahatsızlığın sebebinin“başka alemden varlıkların, şifa çalışmalarında işbirliği yapmaya onları davet etmesi” olduğunu keşfetmelerine yardımcı olmakla ilgili. Tören, onların bu rahatsızlık halinden çıkıp bu daveti kabul etmelerini sağlıyor. Bir başka tören ihtiyacı ise inisiyasyon ile ilgili. Dünyanın dört bir yanındaki yerli kültürlerde, gençler belirli bir yaşa geldiklerinde yetişkinliğe adım atma töreninden geçirilmektedir. Batılı dünyada böyle inisiyasyonların eksikliği, günümüz gençliğinin yaşadığı bunalımın bir nedenidir, diyor Dr. Somé. Toplumları, “bu türden deneyim yaşamış insanların yaratıcı enerjilerini bir araya getirip bu bunalımda küçük de olsa bir gedik açmak üzere bir tür alternatif tören oluşturma girişimine” acilen çağırıyor.
Yardım almak için ona başvuranların ihtiyaçlarını tekrar tekrar anlatan bir başka tören ise bir şenlik ateşi yakmayı içeriyor; bu ateşe “bireylerin içlerinde taşınan meselelerin sembolleri olan nesneler konulur… Ardında cinayet ve köleleştirme mirası bırakan bir ataya karşı duyulan öfke ve hüsran meseleleri veya atanın torunlarının kendi hayatlarında birlikte yaşamak zorunda kaldıkları şeyler söz konusu olabilir. Bunlara, insan hayalgücünü engelleyen şeyler olarak yaklaşılacak olursak, kişinin yaşam amacı ve hatta kişinin yaşama bakışı iyileştirilebilir bir şeye dönüşür; o zaman, bu engeli daha yaratıcı ve daha doyurucu bir şeye uzanan bir yola nasıl dönüştürüleceği üzerine düşünmek daha anlamlı hale gelir.”
Dr. Somé tarafından tasarlanan ve atalarla ilgili meselelere seslenen törenler Batılı toplumdaki ciddi bir işlev bozukluğuna işaret etmekte ve katılımcılarda “aydınlanmayı tetiklemekte”dir. Bunlar atasal törenlerdir ve hedef aldıkları işlev bozukluğu ise atalara kitlesel olarak sırt dönülmüş olmasıdır. Az önce anlatıldığı gibi, başka bir alemden uzanmaya çalışan bazı ruhlar “kendileri fiziksel bedende iken yapamadıkları şeyleri şifalandırma girişimi olarak torunlarından biriyle kaynaşmak isteyen atalar” olabilirler.
“Yaşayanlar ve ölüler arasındaki ilişki dengede olmadıkça kaos ortaya çıkar” diyen Dr. Somé, “Dagara halkı böyle bir dengesizlik varsa, atalarını şifalandırma görevinin yaşayanların sorumluluğu olduğuna inanır” diye ekliyor; “Bu atalar şifalandırılmazsa, hasta enerjileri, onlara yardım etmekten sorumlu olanların canlarını ve psişelerini rahatsız edecektir.” Törenler, ister tek bir ataya özgü belirli meseleler ister geçmişimizde kalmış daha büyük çaplı kültürel meseleler olsun, atalarımızla ilişkimizi şifalandırmaya odaklanır ve Dr. Somé bu törenlerde sıra dışı şifalanma vakalarına tanık olmuş.
Bir kişiye patolojik bir vaka olarak bakmaktansa zihinsel hastalıklara kutsal tören yaklaşımı ile bakmak bu hastalıktan mustarip kişiye –ve aslında genelinde topluma- bu hastalıklara daha geniş bir bakış açısından bakma şansı verir ve bu, Dr. Somé’ye göre “törene katılan herkese çok ama çok faydalı olabilen bir fırsat ve törensel inisiyatif bolluğu sağlamaktadır.”
ŞAMANİK görüşe göre, zihinsel hastalıklar “bir şifacının doğuşunu” işaret etmektedir, diye açıklıyor Malidoma Patrice Somé. Dolayısıyla, zihinsel rahatsızlıklar ruhsal acil durumlardır, ruhsal bunalımlardır; ve doğmakta olan şifacıya yardım etmek için böyle görülmelidir. Batı’da zihinsel hastalık olarak görülen şeye Dagara halkı “öte alemden iyi haberler” olarak bakar. Bu bunalımı geçirmekte olan kişi, ruhlar aleminden aktarılıp topluluğa iletilmesi gereken bir mesaja aracılık etmesi için seçilmiştir. Dr. Somé, “Zihinsel rahatsızlık, her türden davranış bozuklukları; uyumsuz oldukları aşikar iki enerjinin aynı alanda kaynaşmış olduğunun işaretidir” diyor. Bu rahatsızlıklar, söz konusu kişi, ruhlar aleminden gelen enerjinin mevcudiyetiyle başa çıkma konusunda yardım almadığında, ortaya çıkar.
1980’de üniversite öğrencisi olarak ABD’ye ilk kez geldiğinde Dr. Somé’nin ilk karşılaştığı şeylerden biri, bu ülkenin zihinsel hastalıkları ele alış tarzıydı. Öğrenci arkadaşlarından biri “sinirsel buhran” nedeniyle bir zihin sağlığı merkezine yatırıldığında, Dr. Somé onu ziyarete gitti.
“Şoka uğradım. Kendi köyümde görmüş olduğum belirtileri gösteren insanlara burada neler yapıldığı gerçeğiyle ilk kez yüz yüze gelmiştim.” Dr. Somé’un dikkatine çarpan şey, bu türden belirtilere patolojiyi, yani bu durumun durdurulması gereken bir şey olduğu fikrini temel alarak yaklaşılmasıydı. Kendi kültürünün benzeri durumlardaki yaklaşımına tamamen tersti. Bazıları deli gömleği giydirilmiş, ilaçlarla kendilerinden geçmiş veya çığlık atan hastaların tutulduğu çıplak duvarlı hastane salonuna bakarken kendi kendine, “Demek ki bu kültürde, doğmaya çalışan şifacılara böyle davranılıyor. Öte alemden bir güçle nihayet aynı çizgiye gelmiş bir insan böyle harcanıp gitsin, ne büyük kayıp!”
Bunu, Batılı zihne daha çok anlam ifade edecek biçimde anlatacak olursak, Batı dünyasında bizlere psişik fenomenlerle, ruhsal alemle nasıl başa çıkılacağı, hatta bunların varlığının nasıl takdir edileceği öğretilmiyor. Doğrusu, psişik yeteneklere çamur atılır. Ruhsal alemden enerjiler Batılı bir psişede ortaya çıktığında, o birey bunları bütünleştirmek ve hatta neler olduğunu anlamak konusunda tamamen donanımsızdır. Sonuç, dehşet verici olabilir. Başka bir gerçeklikten yapılan hamle ile başa çıkmak için uygun bağlam ve yardım olmadığında, o kişi her anlamda delirmiştir. Antipsikotik ilaçların ağır dozlarda verilmesi sorunu daha da artırır ve bu enerjileri almış olan bireydeki ruhsal gelişime ve büyümeye yol açabilecek olan bütünleşme engellenir.
O akıl sağlığı hastanesinde, Dr. Somé hastaların etrafında dolanan çok sayıda “varlık” gördü: pek çok kişi tarafından görülemeyen ancak şamanların ve psişiklerin görebildiği bu varlıklar, “buradaki insanların bunalımına sebep olmaktaydılar” diye anlatıyor. Bu varlıklar, birleşmeye çalıştıkları insanların bedenlerinden ilaçları ve ilaçların etkilerini söküp çıkartmaya uğraşmakta gibiydiler ve bu nedenle, hastaların çektiği acıları artırıyorlardı. “Bu varlıklar, hastaların enerji alanında bir tür eksavatör gibi iş görmekteydiler. Varlıklar bu konuda çok ciddi çalışmaktaydı. Üstlerinde çalıştıkları hastalar ise o sırada bağırıp çığlık atmaktaydılar,” diye anlatan Dr. Somé bu ortama daha fazla dayanamayıp oradan ayrılmak zorunda kalmıştı.
Dagara geleneğinde, topluluk bu her iki alemin enerjilerini uzlaştırması için bireye yardım eder: “kişinin kaynaştığı ruhun dünyası ile köyün ve topluluğun dünyası.” O zaman, bu kişi bu alemler arasında köprü olarak iş görür; ihtiyaç duydukları bilgi ve şifa ile yaşamalarına yardım eder. Dolayısıyla, söz konusu ruhsal bunalım bir başka şifacının doğumuyla sona erer. Dr. Somé, “Diğer alemin bizimki ile ilişkisi bir destek ilişkisidir,” diye açıklıyor. “Çoğu kez, bu türden kaynaşmalardan doğan bilgi ve beceriler, doğrudan diğer alem tarafından sağlanan bir bilgi veya beceridir.”
Zihin hastalıkları hastanesinde yatan hastaların acısını artıran varlıklar, mesajlarını bu dünyaya duyurmak için bu hastalarla kaynaşım sağlamaya çalışmaktaydılar aslında. Kaynaşım için seçtikleri insanlar, alemler arasında köprü nasıl köprü olacaklarına dair hiçbir yardım almıyorlardı ve bu varlıkların kaynaşım girişimleri köstekleniyordu. Sonuç ise enerjinin başlangıçta oluşturduğu rahatsızlığın sürmesi ve bir şifacının doğumunun sekteye uğramasıdır.
Dr. Somé, “Batı kültürü, şifacının doğuşunu sürekli olarak görmezden gelmekte,” diyor. “Bunun sonucunda, birilerinin dikkatini çekmek için, öte alemden olabildiğince çok sayıda insanla temasa geçmeye çalışma eğilimi olacaktır. Daha çok çaba harcamak zorundalar.” Ruhlar, duyuları uyuşturulmamış insanlara çekilmektedir. “Duyarlılık, içeri girmeleri için bir tür davet olarak yorumlanmakta,” diyor. Güya zihinsel rahatsızlıklar geliştiren kişiler duyarlı kişilerdir ki bu Batı kültüründe aşırı duyarlılık olarak görülmektedir. Yerli kültürler buna bu şekilde bakmazlar ve dolayısıyla da duyarlı insanlar kendilerini aşırı duyarlı görmez. Dr. Somé, Batı’da “içinde bulundukları kültürün aşırı yükü onları ezip yıkmakta” diyor. Çılgıncasına bir tempo, duyuların sürekli bombardımana maruz kalması ve Batı kültürünü tanımlayan şiddet enerjisi duyarlı insanları bunaltmaktadır.
Şizofreni ve Yabancı Enerji
Şizofreni söz konusu olduğunda, Dr. Somé bunu “kontrol edilemeyen bir imge ve bilgi akışına özel bir açık oluş hali” olarak tanımlıyor. “Bu türden bir hızlı akış şahsen seçilmemiş bir zamanda meydana geldiğinde ve özellikle de korkutucu ve çelişkili imgelerle birlikte geliyorsa, o kişi bir taşkınlık haline girer.” Dr. Somé’ye göre bu durumda gereken, ilk olarak, o kişinin enerjisini (“süpürme” denilen) şamanik uygulamalarla dışsal yabancı enerjilerden ayırıp bireyin aurasını bu etkiden temizlemektir. Enerji alanlarının temizlenmesiyle, söz konusu kişi bu bilgi selini artık almaz olur ve artık korkması ve rahatsız olması için bir sebep kalmaz. Ve artık, diğer alemden mesajını iletmeye çalışan ruhun enerjisi ile aynı çizgiye gelmesinde bu kişiye yardım etmek mümkün olur. Bu belirmenin engellenmesi, sorunları yaratan şeydir. Dr. Somé, “Şifacının enerjisi yüksek voltajlı bir enerjidir” diyor; “akmasına izin verilmediğinde o kişiyi yakıp yıkar. Bu, kısa devre gibidir. Sigortalar atar. Ve bu nedenle de çok korkutucu olabilir. Bu kültürün bu insanları bir yere kapamayı tercih etme nedenini anlıyorum; bağırıp çığlık atıyorlar ve orada, deli gömleği giydiriliyor onlara. Üzücü bir manzara.”
Tekrarlayalım; şamanik yaklaşım, engeller olmayana, “sigortalar” atmayana ve söz konusu kişiler olmaları gerektiği gibi şifacılar haline gelene dek enerjileri hizalama üstünde çalışmaktır.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekir: bir kişinin enerjetik alanına giren ruh varlıklarının illa ki hepsi şifayı desteklemek amacıyla gelmemiştir. Auradaki istenmeyen mevcudiyetler olan negatif enerjiler de vardır. Böyle vakalarda ise şamanik yaklaşım, uyumsuz enerjileri hizalamak için çalışmaktan ziyade bunları auradan uzaklaştırmak şeklindedir.
Alex: ABD’de deli, Afrika’da şifacı
Zihinsel hastalıklarla ilgili şamanik görüşün yerli kültürlerde olduğu kadar Batı dünyasında da geçerli olduğuna ilişkin inancını test etmek isteyen Dr. Somé, bir akıl hastasını yanına alıp Afrika’daki köyüne götürdü. “Zihinsel hastalıkların başka bir alemden bir varlıkla aynı çizgiye gelme süreciyle bağlantılı ve bu durumun dünyanın her yanında geçerli olup olmadığını bulmak gibi bir meraka kapılmıştım.”
Alex, 18 yaşında bir Amerikalıydı; 14 yaşındayken bir psikotik dönem geçirmişti. Sanrılar görmüştü, intihara kalkışmıştı ve tehlikeli bir biçimde ciddi depresyon devrelerine girip çıkmıştı. Bir akıl sağlığı merkezine yatırılmış, ağır ilaç tedavisi görmekteydi ama hiç biri işe yaramıyordu. Dr. Somé, “Ana babası her şeyi yapmıştı ama nafile,” diye anlatıyor, “daha başka ne yapabileceklerini bilmez haldeydiler.”
Onların iznini alan Dr. Somé, oğullarını Afrika’ya götürdü. Orada geçirdiği sekiz aydan sonra Alex son derece normalleşti. Şifacılara yardım eder, bütün gün onlara oturup başvuran kişilere yaptıkları şeylere katılmaya bile başlamıştı. “Köyümde dört yıl kadar kaldı. Alex daha fazla şifaya ihtiyaç duyduğundan değil de istediği için kaldı. Kendisini bu köyde, Amerika’dakinden daha çok güvende hissediyordu.”
Enerjisini ve ruhsal alemden uzanan varlığın enerjisini aynı çizgiye getirmek üzere, Alex bu amaçla tasarlanmış bir şamanik törenden geçti ancak bu, Dagara halkının kullandığından biraz daha farklıydı. Dr. Somé “Köyde doğmamış olduğundan başka bir şey uygulandı. Ama tören harfiyen aynı olmamasına rağmen alınan sonuç benzerdi” diyerek açıklıyor. Enerjiyi hizalamanın Alex’in şifalanmasına yardım etmesi, Dr. Somé’ye başka alemlerin varlıkları ve zihinsel hastalıklar arasındaki bağlantının coğrafyaya bağlı olmadığını göstermiş.
Törenden sonra Alex, söz konusu ruhsal varlığın bu alem için getirdiği mesajları paylaşmaya başlamış. Ne yazık ki bunları anlattığı insanlar İngilizce bilmemekteydiler (o sırada, Dr. Somé köyde değilmiş.) Ancak bu deneyimin sonunda Alex psikoloji okumak için üniversiteye dönme kararı almış. Dört yılın ardından ABD’ye dönmüş çünkü “yapması gereken şeylerin hepsini yapmış olduğunu keşfetti, artık hayatına devam edebilirdi.”
Dr. Somé’un aldığı son habere göre Alex, Harvard Üniversitesinde psikoloji okumaktaydı. Oysa, onun yüksek öğrenim şöyle dursun liseyi bile bitirebileceğini kimse düşünmezdi.
Dr. Somé, Alex’in zihinsel hastalığının neyle ilgili olduğunu şöyle özetliyor: “Yardım arayışındaydı. Bu bir imdat çağırısıydı. Onun işi ve amacı bir şifacı olmaktı. Ancak buna hiç kimsenin dikkat etmediğini söyledi.”
Şamanik yaklaşımın Alex için işe yaradığını gördükten sonra Dr. Somé, ruhsal varlıkların Afrika’daki kendi toplumu kadar Batı’da da bir mesele olduğu sonucuna vardı. “Ancak bu sorunun yanıtının, yanıtı bulmak için başka bir kıtaya gitmek zorunda kalmamak için burada bulunması gerekiyor. Bu deneyimin tamamının, insanlara yardım edebilecek uygun töreni ortaya çıkarma olasılığına yol açabilmesi için dikkati biraz da patolojinin ötesine çevirmenin bir yolu olmalı.”
Ruhsal Bağlantıya Özlem
Batı’daki “zihinsel” rahatsızlıklarda Dr. Somé’nin dikkatini çeken ortak yan, “dolaşımı durdurulmuş çok kadim bir atasal enerjinin söz konusu kişilerde nihayet açığa çıkması” idi. Bu durumda o kişinin görevi o ruhun ne olduğunu keşfetmek üzere zamanda geri giderek, bu enerjinin izini sürmektir. Çoğu vakada, “söz konusu ruh doğayla, özellikle dağlar ve büyük nehirlerle bağlantılıdır,” diyor.
Bu fenomeni açıklamak için, vaka dağlarla ilgili diyelim, “dağın ruhu o kişi ile yan yana yürümektedir ve bunun sonucunda bir zaman-mekan bozulması yaratıp buna yakalanan insanı kötü etkilemektedir.” Gereken şey bu iki enerjinin kaynaşması veya hizalanmasıdır ki “böylece o kişi ve dağın ruhu bir hale gelebilsin.” Yine, şamanlar bu hizalanmayı ortaya çıkartacak belirli bir tören yaparlar.
Dr. Somé, bu durumla ABD’de bu kadar sık karşılaşmasının nedeninin “bu ülkenin yapısının büyük kısmının makine enerjisinden oluşması ve bunun sonucunda, geçmişle bağlantı kopması veya kopartılması”na bağlı olduğuna inanıyor. “Geçmişten kaçabilirsiniz ama ondan saklanamazsınız.” Doğa aleminin ata ruhları bizleri ziyaret etmektedir. Ruhun istediği şey, o kişinin istediği şeyden çok farklı değil, diyen Dr. Somé “ruhun bizde gördüğü, muazzam bir şeye, yaşamı anlamlı kılacak bir şeye yapılan bir davettir ve dolayısıyla da ruh, buna yanıt vermektedir” diye açıklıyor.
Yaptığımızdan bile habersiz olduğumuz bu davet “materyalizmi ve eşyalara sahip olma tutkusunun çok ötesinde olan ve somut bir kozmik boyuta yönelen derin bir bağlantıya duyulan güçlü bir özlemi” yansıtmaktadır. Bu özlemin büyük kısmı bilinçsizcedir ama ruhlar açısından bilinçsiz olan ile bilinçli olan şeyler arasında herhangi bir fark yoktur.” Onlar her ikisine de yanıt vermektedir.
Dağ ile insan enerjilerini kaynaştırma töreninin parçası olarak, “dağ enerjisi”ni almakta olanlar kendi seçtikleri bir dağlık alana yollanır ve orada, kendilerine uygun gelen bir taş parçası bulurlar. Törenin geri kalanı için ise bu taşı alıp getirmeleri ve bir dost olarak saklamaları gerekmektedir; bazıları ise taşlarını gerçekten yanlarında taşımaktadır. “Taşın mevcudiyeti, o kişinin algılama becerisini ayarlamak bakımından çok işe yarar” diyor Dr. Somé, “böylece, kullanabilecekleri her türden bilgiyi almaya başlarlar; bu adeta, yaşamlarını nasıl yaşamaları gerektiğine dair başka bir alemden somut rehberlik almaları gibidir.”
Söz konusu “nehir enerjisi” ise, bu varlıklara nehire gitmeleri ve nehir ruhuyla konuşup yine benzer bir tören yapmak için bir su taşı seçip getirmeleri söylenir.
“İnsanlar böyle olağanüstü bir durumda olağanüstü bir şey yapılması gerektiğini düşünürler ama durum genellikle bu değildir. Bazen, bir küçük taş taşımak kadar basittir.
Zihinsel Hastalıklara Kutsal Tören Yaklaşımı
Bir şamanın Batılı dünyaya verebileceği armağanlardan biri de insanların ne yazık ki artık yok olmak üzere olan törensel yaklaşımı tekrar keşfetmelerine yardımcı olmaktır. Dr. Somé Ritual: Power, Healing, and Community (Tören: Erk, Şifalanma ve Topluluk) adlı kitabında “Törenin terk edilmesi yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Ruhsal görüş açısından, kişi yaşayacaksa eğer tören kaçınılmaz ve gereklidir” diye yazmakta. “Sanayileşmiş dünyada törene ihtiyaç olduğunu söylemek az bile. Kendi halkımda gördüğüm kadarıyla, onsuz olup da aklı başında yaşamak imkansız gibi.”
Dr. Somé, kendi geleneksel köyünden çıkarılıp Batı’ya aktarılabileceğini düşünmediğinden, burada yıllardır yaptığı şamanik çalışmalar sırasında Batılı kültürün çok farklı ihtiyaçlarını karşılayan törenler tasarlamış. Törenler söz konusu birey veya gruba göre değişiklik gösterse de genelde belirli törenler için ortak bir ihtiyaç olduğunu görmüş.
Bu törenlerden biri, insanların yaşadığı rahatsızlığın sebebinin“başka alemden varlıkların, şifa çalışmalarında işbirliği yapmaya onları davet etmesi” olduğunu keşfetmelerine yardımcı olmakla ilgili. Tören, onların bu rahatsızlık halinden çıkıp bu daveti kabul etmelerini sağlıyor. Bir başka tören ihtiyacı ise inisiyasyon ile ilgili. Dünyanın dört bir yanındaki yerli kültürlerde, gençler belirli bir yaşa geldiklerinde yetişkinliğe adım atma töreninden geçirilmektedir. Batılı dünyada böyle inisiyasyonların eksikliği, günümüz gençliğinin yaşadığı bunalımın bir nedenidir, diyor Dr. Somé. Toplumları, “bu türden deneyim yaşamış insanların yaratıcı enerjilerini bir araya getirip bu bunalımda küçük de olsa bir gedik açmak üzere bir tür alternatif tören oluşturma girişimine” acilen çağırıyor.
Yardım almak için ona başvuranların ihtiyaçlarını tekrar tekrar anlatan bir başka tören ise bir şenlik ateşi yakmayı içeriyor; bu ateşe “bireylerin içlerinde taşınan meselelerin sembolleri olan nesneler konulur… Ardında cinayet ve köleleştirme mirası bırakan bir ataya karşı duyulan öfke ve hüsran meseleleri veya atanın torunlarının kendi hayatlarında birlikte yaşamak zorunda kaldıkları şeyler söz konusu olabilir. Bunlara, insan hayalgücünü engelleyen şeyler olarak yaklaşılacak olursak, kişinin yaşam amacı ve hatta kişinin yaşama bakışı iyileştirilebilir bir şeye dönüşür; o zaman, bu engeli daha yaratıcı ve daha doyurucu bir şeye uzanan bir yola nasıl dönüştürüleceği üzerine düşünmek daha anlamlı hale gelir.”
Dr. Somé tarafından tasarlanan ve atalarla ilgili meselelere seslenen törenler Batılı toplumdaki ciddi bir işlev bozukluğuna işaret etmekte ve katılımcılarda “aydınlanmayı tetiklemekte”dir. Bunlar atasal törenlerdir ve hedef aldıkları işlev bozukluğu ise atalara kitlesel olarak sırt dönülmüş olmasıdır. Az önce anlatıldığı gibi, başka bir alemden uzanmaya çalışan bazı ruhlar “kendileri fiziksel bedende iken yapamadıkları şeyleri şifalandırma girişimi olarak torunlarından biriyle kaynaşmak isteyen atalar” olabilirler.
“Yaşayanlar ve ölüler arasındaki ilişki dengede olmadıkça kaos ortaya çıkar” diyen Dr. Somé, “Dagara halkı böyle bir dengesizlik varsa, atalarını şifalandırma görevinin yaşayanların sorumluluğu olduğuna inanır” diye ekliyor; “Bu atalar şifalandırılmazsa, hasta enerjileri, onlara yardım etmekten sorumlu olanların canlarını ve psişelerini rahatsız edecektir.” Törenler, ister tek bir ataya özgü belirli meseleler ister geçmişimizde kalmış daha büyük çaplı kültürel meseleler olsun, atalarımızla ilişkimizi şifalandırmaya odaklanır ve Dr. Somé bu törenlerde sıra dışı şifalanma vakalarına tanık olmuş.
Bir kişiye patolojik bir vaka olarak bakmaktansa zihinsel hastalıklara kutsal tören yaklaşımı ile bakmak bu hastalıktan mustarip kişiye –ve aslında genelinde topluma- bu hastalıklara daha geniş bir bakış açısından bakma şansı verir ve bu, Dr. Somé’ye göre “törene katılan herkese çok ama çok faydalı olabilen bir fırsat ve törensel inisiyatif bolluğu sağlamaktadır.”
|
|
|
|