Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,075
» Son Üye: rahmanmutlu
» Toplam Konular: 2,836
» Toplam Yorumlar: 3,067

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 1325 kullanıcı aktif
» 1 Kayıtlı
» 1324 Ziyaretçi
rahmanmutlu

Son Aktiviteler
Nereden Başlamalıyım?
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: desdinova
07-04-2025, Saat: 11:03
» Yorumlar: 0
» Okunma: 251
Ayahuasca çayi hakkinda b...
Forum: ŞAMANİZM
Son Yorum: Gümüşkurt
29-12-2024, Saat: 23:19
» Yorumlar: 0
» Okunma: 360
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 790
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 710
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,561
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,945
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 26,151
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,329
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,582
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,862

 
  ORTAÇAĞ AVRUPA'SINDA CADI AVI
Yazar: Spiritüeller - 23-06-2016, Saat: 03:55 - Forum: CADILIK - Yorum Yok

Hristiyanlık tarihinin alnındaki en büyük lekelerden biri hiç kuşkusuz Ortaçağ boyunca cadı avı altında binlerce masum insanın öldürülmesi, büyücü ve cadı olduğuna inanılan insanlara korkunç işkenceler yapılmasıdır. Gerçek ya da öyle olduklarından kuşkulanılan büyücü ve sihirbazlar, yalnızca Katolik inancının bütün düşmanlığını simgeleyen Engizisyon’un zulmüne değil, aynı şekilde Protestanların zulmüne de katlanmak zorunda kalmışlardır. Avrupa kıtasında Katolik inancın hüküm sürdüğü ülkelerden bir sığınak bulmak için Protestan İngiltere’ye kaçmaya çalışmaları da boşunaydı çünkü burada da hiç şansları yoktu. Bütün uygar Batı, Şeytana tapanların karşısında birlik olmuştu.

Alışılmamış inanç ve batıl inançların büyücülük ile ilişkilendirilmesi veya bir tutulması, bu sanatı icra ettiğinden kuşku duyulanlara sıradan bir dinsel sapkın veya suçludan çok daha ağır işkence yapılmasına neden olmuştur. Dahası, bu insanlara karşı kullanılmak için özgün işkenceler üretildi. Cadıların şeytanın gizli işaretini taşıdığına inanılıyordu ve bu işaretleri araştırmak da yalnız büyücülükle suçlananlara uygulanan tümüyle farklı bir işkence biçimine yol açmaktaydı. Böylece, başka tür suçlular için kullanılması uzun zaman önce sona eren suyla sınama cadılar için uygulamada kalmaya devam etti.

Çoktanrılı dönemler, büyücülerin ya da cadı olarak adlandırılan insanların altın çağıydı. Bilge olarak adlandırıldıkları ve korkuyla karışık kendilerine saygı duyulduğu bu dönem Roma İmparatorluğu'nun Hristiyanlığa geçişiyle birlikte bir anda kabusa dönüşüverdi. Çünkü İncil'deki hüküm çok açıktı: “Efsuncu kadını yaşatmayacaksın” (Çıkış 22:18). Aziz Augustine göre, yeryüzüne inen iblisler kadınlarla cinsel ilişkiye giriyorlardı. İşte cadılar, bu yasak ilişkinin ürünü olan, Tanrı'nın lanetlediği yok edilmesi gereken yaratıklardı.


Nuh zamanından beri cadılara karşı zaman zaman saldırılar olmuşsa da, on beşinci yüzyılın sonlarında Papa VIII. Innocentius’un özellikle büyücüler ve cadıların Hıristiyanların düşmanı olduğu, köklerinin kazınması ve yok edilmeleri gerektiğinden söz eden uğursuz tebliğini yayımlamasıyla cadılara karşı zulüm ciddi bir vahşet olarak ve hepsini kapsayacak biçimde başladı. Henrich Kraemer ve Johann Sprenger, Kuzey Almanya’daki büyücülere karşı verilen savaşı başarılı bir sonuca ulaştırmak amacıyla engizisyoncu olarak atandılar. Sadistliklerini fanatik Hıristiyanlarmış gibi davranarak maskeleyen bu Darniniken keşişler, büyücülük üzerine dikkat çekici bir çalışma olan Malleus Malificarum (Cadıların Çekici) başlıklı kitabın da yazarlarıydılar.

Böylelikle Avrupa kıtasında her tür büyü ve sihire karşı, tek suçları Hıristiyanlıktan çok az farkla ayrılan bir din biçimini ve bizim aydınlık çağımızda ispiritizma, gaipten haber verme, ispiritizma gücü ile yükselme, vecd halinde konuşma vb. olarak bilinen büyü biçimlerini uygulamak olan binlerce erkek ve kadını yakalayıp Engizisyon'a teslim etme biçiminde yaşanan uzun süreli bir seferberlik resmen başlatıldı. Bu süreçte yaklaşık 40.000-60.000 arası insan cadılıkla suçlanarak idam edildi. Öldürülenlerin yaklaşık %85'i kadındı. Büyük bir kısmı ise şifacı ya da ebeydi. Hatta ebelerden bir tanesi sırf doğumda bir kadına ağrı kesici verdiği için cadılıkla suçlanarak öldürülmüştü.

Suçlamalar karşısında çoğu masum olan bu bahtsız erkek ve kadınların katlanmak zorunda kaldıkları cezalar sayıca çok fazla ve çeşitliydi. Yüklenen suçları itiraf etmeleri için kırbaçlandılar veya dövüldüler. Kırbaçlama başarılı olmayınca diğer işkenceler uygulandı. Huguet Aubry, yaklaşık bir yıl hapis tutulduktan ve her fırsatta işkence gördükten sonra bir ırmağa atıldı ve ağaca asıldı; hapis ve işkenceden sonra Le petit Henriot’nun ayaklarını ömrü boyunca kötürüm kalacak biçimde yaktılar. Bir kere cadılıkla suçlanıldığında bir daha kurtuluş yoktu. İtiraf etmek diri diri yakılmak, itirafta bulunmamak ise ömür boyu hapis ve sonu ölümle biten bir işkenceler dizisi anlamına gelirdi.

Ortaçag Avrupa'sında Cadı Avı
Hristiyanlık tarihinin alnındaki en büyük lekelerden biri hiç kuşkusuz Ortaçağ boyunca cadı avı altında binlerce masum insanın öldürülmesi, büyücü ve cadı olduğuna inanılan insanlara korkunç işkenceler yapılmasıdır. Gerçek ya da öyle olduklarından kuşkulanılan büyücü ve sihirbazlar, yalnızca Katolik inancının bütün düşmanlığını simgeleyen Engizisyon’un zulmüne değil, aynı şekilde Protestanların zulmüne de katlanmak zorunda kalmışlardır. Avrupa kıtasında Katolik inancın hüküm sürdüğü ülkelerden bir sığınak bulmak için Protestan İngiltere’ye kaçmaya çalışmaları da boşunaydı çünkü burada da hiç şansları yoktu. Bütün uygar Batı, Şeytana tapanların karşısında birlik olmuştu.

Alışılmamış inanç ve batıl inançların büyücülük ile ilişkilendirilmesi veya bir tutulması, bu sanatı icra ettiğinden kuşku duyulanlara sıradan bir dinsel sapkın veya suçludan çok daha ağır işkence yapılmasına neden olmuştur. Dahası, bu insanlara karşı kullanılmak için özgün işkenceler üretildi. Cadıların şeytanın gizli işaretini taşıdığına inanılıyordu ve bu işaretleri araştırmak da yalnız büyücülükle suçlananlara uygulanan tümüyle farklı bir işkence biçimine yol açmaktaydı. Böylece, başka tür suçlular için kullanılması uzun zaman önce sona eren suyla sınama cadılar için uygulamada kalmaya devam etti.

Çoktanrılı dönemler, büyücülerin ya da cadı olarak adlandırılan insanların altın çağıydı. Bilge olarak adlandırıldıkları ve korkuyla karışık kendilerine saygı duyulduğu bu dönem Roma İmparatorluğu'nun Hristiyanlığa geçişiyle birlikte bir anda kabusa dönüşüverdi. Çünkü İncil'deki hüküm çok açıktı: “Efsuncu kadını yaşatmayacaksın” (Çıkış 22:18). Aziz Augustine göre, yeryüzüne inen iblisler kadınlarla cinsel ilişkiye giriyorlardı. İşte cadılar, bu yasak ilişkinin ürünü olan, Tanrı'nın lanetlediği yok edilmesi gereken yaratıklardı.

Nuh zamanından beri cadılara karşı zaman zaman saldırılar olmuşsa da, on beşinci yüzyılın sonlarında Papa VIII. Innocentius’un özellikle büyücüler ve cadıların Hıristiyanların düşmanı olduğu, köklerinin kazınması ve yok edilmeleri gerektiğinden söz eden uğursuz tebliğini yayımlamasıyla cadılara karşı zulüm ciddi bir vahşet olarak ve hepsini kapsayacak biçimde başladı. Henrich Kraemer ve Johann Sprenger, Kuzey Almanya’daki büyücülere karşı verilen savaşı başarılı bir sonuca ulaştırmak amacıyla engizisyoncu olarak atandılar. Sadistliklerini fanatik Hıristiyanlarmış gibi davranarak maskeleyen bu Darniniken keşişler, büyücülük üzerine dikkat çekici bir çalışma olan Malleus Malificarum (Cadıların Çekici) başlıklı kitabın da yazarlarıydılar.

Böylelikle Avrupa kıtasında her tür büyü ve sihire karşı, tek suçları Hıristiyanlıktan çok az farkla ayrılan bir din biçimini ve bizim aydınlık çağımızda ispiritizma, gaipten haber verme, ispiritizma gücü ile yükselme, vecd halinde konuşma vb. olarak bilinen büyü biçimlerini uygulamak olan binlerce erkek ve kadını yakalayıp Engizisyon'a teslim etme biçiminde yaşanan uzun süreli bir seferberlik resmen başlatıldı. Bu süreçte yaklaşık 40.000-60.000 arası insan cadılıkla suçlanarak idam edildi. Öldürülenlerin yaklaşık %85'i kadındı. Büyük bir kısmı ise şifacı ya da ebeydi. Hatta ebelerden bir tanesi sırf doğumda bir kadına ağrı kesici verdiği için cadılıkla suçlanarak öldürülmüştü.

Suçlamalar karşısında çoğu masum olan bu bahtsız erkek ve kadınların katlanmak zorunda kaldıkları cezalar sayıca çok fazla ve çeşitliydi. Yüklenen suçları itiraf etmeleri için kırbaçlandılar veya dövüldüler. Kırbaçlama başarılı olmayınca diğer işkenceler uygulandı. Huguet Aubry, yaklaşık bir yıl hapis tutulduktan ve her fırsatta işkence gördükten sonra bir ırmağa atıldı ve ağaca asıldı; hapis ve işkenceden sonra Le petit Henriot’nun ayaklarını ömrü boyunca kötürüm kalacak biçimde yaktılar. Bir kere cadılıkla suçlanıldığında bir daha kurtuluş yoktu. İtiraf etmek diri diri yakılmak, itirafta bulunmamak ise ömür boyu hapis ve sonu ölümle biten bir işkenceler dizisi anlamına gelirdi.


Cadılık Belirtileri
İtiraf önemli olmakla birlikte, mahkum etmek için her zaman şart olduğu da düşünülmüyordu. Çoğu davada tanıklarca sunulan kanıtlar yeterliydi. Şeytanın işaretinin varlığı tek başına yeterliydi. Şeytan işaretlerinin genellikle iki tür olduğu kabul edilmişti: Görünenler ve görünmeyenler. Bir insanın cadı ya da büyücü olduğunu kanıtlayan görünen işaretler iyi bilinen ve kolayca bulunabilen benler, siğiller, lekeler, doğum lekeleri, fazla sayıda meme başı ve tuhaf ya da anormal görünen çeşitli noktalar ve yara izleriydi. Bu işaretleri bulmak için cadılar çırılçıplak soyulur ve bütün kılları tıraş edilirdi.

Cadılık belirtilerinin illa görünür olması da bir koşul değildi. Görünmeyen işaretlere gelince, bu tür araştırmaları zora soktukları düşünülebilir. Ancak cadı avcıları işlerinde ustaydılar. Şeytanın görünmeyen alametinin hiç değişmez bir özelliği olduğunu kabul etmişlerdi: İşaretin bulunduğu tam o yerdeki et acıya duyarsızdı ve en keskin aletlerle bile delinse kanamazdı. Derisinde kesildiği zaman kanamayan bir leke bulunan kişi, başka bir kanıt aramaya gerek kalmaksızın cadıydı. Kral I. James büyücülük üzerine incelemesinde, kan görülmemesinin kesin bir işaret olduğunu söyler.

Bu nedenle cadılık testi için, bir kadın büyücülükle suçlandığı zaman “kanama testi” yapılırdı. İnce, uzun bir iğne genellikle sonuç alabilen cadı avcısı tarafından kan çıkmayan bir yer bulana ya da suçlanan kadın acıyla haykırmayı kesene kadar gövdenin her bölümüne sistemli bir biçimde batırılırdı. Deney genellikle başarılı olurdu. Başarılı olurdu çünkü bu ardı arkası gelmeyen iğne batırma işkencesi öyle dayanılmaz bir dereceye gelirdi ki kadın ya buna bir son vermek için çektiği acıyı göstermezdi ya da uzun süren işkencenin bir sonucu olarak gövdesi acıya karşı duyarsızlaşır ve bilincini yitirirdi.

Beccaria'nın 1785'te yayımlanmış ünlü Essay on Crimes and Punishments'ında, böyle bir mahkemenin dikkat çekici bir betimlenmesi vardır:

Alıntı:
Cenevre’nin küçük bir yöresinden Michelle Chaudron adlı taşralı bir kadın kentten dönüş yolunda Şeytan’la karşılaştı. Şeytan onu öptü, sadık kalacağı yeminini aldı ve ayrıcalık tanıdıklarına vermeyi adet edindiği işaretini kadının üst dudağına ve sağ göğsüne kondurdu. Şeytan'ın bu mührü, o zamanların bütün demonografik kişilerinden öğrendiğimiz gibi, derinin üstündeki duyarsız küçük bir işarettir.

Alıntı:
Şeytan, Michelle Chaudron'a iki genç kıza büyü yapmasını emretti. Kadın, efendisine hemen itaat etti; kızların aileleri onu Şeytan’la işbirliği yapmakla suçladılar. Kızlar suçluyla yüzleştirildiler, gövdelerinin bazı kısımlarında sürekli karıncalanma hissettiklerini söylediler, Şeytan onları ele geçirmişti.


Hekimler, en azından o günlerde hekim diye geçinen adamlar, çağrıldı. Kızları muayene ettiler. Michelle'in gövdesinde Şeytan'ın mührünü araştırdılar, mühür denilen şey Şeytan’ın işaretiydi. Bu işaretlerden birine uzun bir iğne batırdılar ki bu da az bir işkence değildi. Yaradan kan çıktı ve Michelle çığlıklarıyla o kısmın duyarsız olmadığını kanıtladı. Yargıçlar Michelle Chaudron’un cadı olduğuna ilişkin yeterli kanıt bulamadılar ve ona işkence yapılması emrini verdiler, sonunda da, kuşkusuz, istedikleri kanıtı elde ettiler. İşkenceyle hakkından gelinmiş zavallı biçare, sonunda istedikleri her şeyi itiraf etti.

Hekimler yeniden Şeytan'ın işaretini araştırdılar ve uyluklarından birindeki küçük siyah bir benek buldular. İğnelerini buraya soktular. Zavallı yaratık, tükendiği ve işkence acısıyla kendinden geçtiğinden iğneyi hissetmedi ve haykırmadı. Anında yakılmaya mahkûm edildi fakat dünya o zamanlarda biraz daha uygarlaşmaya başladığından yakılmadan önce boğuldu.
cadi-avi1.jpg

Bu konuyu yazdır

  Ruhlarımızın Cinsiyeti Var Mıdır?
Yazar: Emka - 23-06-2016, Saat: 03:13 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Rahmetli babam Yapı Kredi Bankası müdürlerinden biriydi. Bir banka müdürünün sosyal yaşamı ne gerektiriyorsa öyle yaşardık. Annemle toplantılara davetlere katılır, danslar eder, sinemamız tiyatromuz eksik olmazdı. Seven ve sevilen biriydi. İnsanlığa hizmet etmeyi ondan öğrendim. Bayramlarda Hacıbekir şekercisine, şeker lokum dolu külahlar hazırlatır, geçmişin meşhur çocuk giyim mağazası Sevim bebeden çocuk kıyafetleri, ayakkabılar alır, arife günü Bakırköy çocuk yuvasına götürürdük. Biz de çocuktuk ama o çocuklara verdiklerinden bize vermezdi, bunlar onların kısmeti sizinkiler evde derdi. Derdim babamın ne kadar iyi insan olduğunu anlatmak değil. Bir İnanç’ı dile getirmek. Babam Halveti Cerrahi dervişiydi. Çocukluğum ve gençliğim, dervişlerin arasında, şeyh efendinin dizi dibinde, tasavvuf ve dini sohbet ortamlarında geçti. Bizlere Allah ve İslam sevgiyle öğretildi. Tanıdığım ilk şeyh İbrahim Şevki Fahrettin Efendiydi. Karagümrük’teki dergah yakınındaki küçük bir evde, eşi ve kızıyla otururdu. 

İlk gördüğümde, dört beş yaşlarındaydım, nur yüzü, beyaz takkesi, bembeyaz sakalı, yumuşak, nüktedan sohbetiyle aklımda yer etmişti. Kadın erkek çocuk ayırmazdı, ziyaretlerimizde hep birlikte otururduk. 1966 hakka yürümesiyle yerini halifesi Muzaffer Ozak Efendi almıştı. Dervişlik, ben istiyorum, filanca dergâh çok iyiymiş, oraya gitmeli denilerek, tekkenin kapısından girenin içeri alındığı bir mertebe değildir. O zamanlarda istihareye çok önem verilir, rüyalardan gelen mesajlar değerlendirilir ve ona göre kimin ne olacağına karar verilirdi. Muzaffer efendiyi tanıyanlar, hayatını okuyanlar bilir. O, Kadiri Şeyhi Gavsi Efendi’nin halifesi olmak yerine, halveti kalarak derviş olmayı seçmiştir. Halveti Cerrahi dervişi olmak için dergâha gidip kendini tanıttığında, Fahrettin Efendi’yle aralarında geçen konuşma dikkat çekicidir. Fahrettin Efendinin “Meşhur kadınlar vaizini kim bilmez” sözü üzerine o da “Erkek bulsam onlara da vaaz ederdim” diye cevap vermiştir. Muzaffer Efendi, “Dinimizde kadınlarla erkekler arasında temelde bir fark yoktur. Hakiki erkekler, hiçbir şeyin kendilerini Allah’ı zikretmekten alıkoyamadığı kişilerdir” derdi. Babam onun bir çeşit sağ koluydu. Efendi eserlerini el yazısıyla defterlere, kâğıtlara yazar, babam da bankadan eve geldiğinde onları daktilo etmeye başlar, akşam yemeğini araya sıkıştırır, bizi boşlamaz, orada yer alan hikâyeleri bizlere okurdu. O zamanlar televizyon yok, sohbet çoktu.

600x300-AstralProjectionTechniques.jpg


Muzaffer Efendi’nin, sohbetlerinde, vaazlarında ağzından bal damlardı, dini hikâyeler meseller anlatsın, şakalar yapsın diye ağzının içine bakardık. O da Fahrettin Efendi gibi kadın erkek ayırmaz, evlerde, sohbet ortamlarında büyük bir aile gibi hep birlikte otururduk. Eşi baş tacıydı, bizlerden ayrı olmazdı. Başında ince örtüsüyle, yerleri süpürmeyen diz altı etekler, şık elbiselerle, pırıl pırıl bir görüntüsü vardı. Derviş hanımlarının hepsinin başı örtülü değildi. Annem de başı açıklardandı. Babam vefat ettiğinde başörtüsü kullanmaya başlamıştı. Sıkma baş, türban gibi bağlama şekilleri yoktu. Örtüler, çene altında düğümlenir veya baş üstünden gelen örtü serbestçe bir omuzdan diğerine atılarak kullanılırdı. Örtülerin altına başkaca bir şey takılmaz, tepeden bir gıdım saç görünmesine Şeyh Efendi de dahil kimse aldırmaz, kimse saçın görünüyor ört orayı diye uyarmazdı. Biz kızların hiçbirinin başı örtülü değildi. Sadece camide, dergâhta ibadet zamanları örtü kullanılırdı. 

Sohbetlerde Muzaffer Efendi uygun gördüğü konuda konuşmaya başlar, hikâyeler nüktelerle süsleyerek anlatır, sorulara cevap verirdi. Dinlemeye doyamazdık. Okumaya, öğrenmeye çok önem verirdi. “Kur’anı azim-ül-bürhanın birinci ayeti İkra (Oku)’dır. İnsanoğlunun birinci vazifesi okumaktır, “Utlub-ül –ilme ve lev kane bis –sıyn-i farizatün ala külli müslimin ve müslimeti” hadisine işaret eder, İlim uzak bir diyarda dahi olsa, erkek veya kadın her Müslümana ilim tahsili farzdır, ama bu da yetmez, tefekkür etmek, düşünmek, okuduğunu anlamak, anladığını hazmetmek gerekir” derdi. Çocuklara çok değer verir, hediyelerle sevindirirdi. Halkın müşküllerini, halletmeye ve meçhullerine ışık tutmaya çalışır, sohbetlerinde ve kitaplarında bunlara yer verirdi. “Allah’a şefaate giden yol, insanların iç alemi ile ilgilidir. Bu yol üzerinde yol kesenler, şeytan aleyh-ül-la’neye hizmet edenler ve Rahman suretinde görünen iblisler sayılamayacak kadar çoktur” derdi. Bizler (ben kardeşim ve diğer derviş çocukları) Allah’ı, dinimizi sevmeyi böyle güzel öğrendik.

Muzaffer Efendi 1985 yılında Hakka yürüdüğünde ardında insanlık için yazılmış, İngilizce, İspanyolca ve Arnavutçaya çevrilen Irshad, Wisdom of a Sufi Master (Çev. Muhtar Holland), İrşad, Envarül Kulüb (Kalplerin Nurları), Ziynetü’l Kulüb (Kalplerin Ziyneti) isimli kitapları, sohbet tadında dualar, şiirler ve hikâyelerle süslü kitaplar bırakmıştır. Dergâha, halifesi Sefer Dal şeyh olmuş, onun vefatıyla da yerine, istihare yoluyla işaret edildiği söylenen bir zat şeyh yapılmıştır. Ben bu zatı muhteremi şahsen tanımam. Rahmetli babam zamanındaki dervişler arasında bu zatı hiç görmüşlüğüm, dergâha hizmetini bilmişliğim yoktur.

Çok iyi bildiğim şeylerin başında, kutsal kitabımız Kuran’da, Muzaffer Efendi’nin kitaplarında ve okuduğum onlarca tasavvuf kitabının hiç birinde, bırakın doğrudan yazmayı, imasının bile olmadığı  “kadın çalışmaz”, ” hamile kadınlar sokağa çıkmaz” ifadelerinin yer almadığı gelir.

Makamda olan zat, “Erkek yakınındaki kadınları çalıştırmayacak. Onun bütün ihtiyacını temin edecek” demiş. Ben, seksenli yılların ortalarında beş yıl boyunca Suudi Arabistan’da yaşadım, çarşaf da giydim peçe de taktım. Şeriatın nasıl uygulandığına bizzat şahit oldum. Orada bile çalışan kadınlar vardı. Terziler, berberler, hemşireler ve doktorlar. O zihniyete göre, kadınlara hizmet etmesi gereken çalışan kadınlar…

Zatı muhterem; Hz. Peygamber, cennetin anaların ayağının altında olduğunu söyler diyeceksin, sonra da “Hamilelik mahrem bir şeydir, özeldir, nazar değer “Erkekler arabasıyla alsın, akşamüstü dolaştırsın. O kızcağız sokağa çıkmasın, nazara gelmesin” dedim, “Hamileler sokağa çıkmasın” demedim” diyeceksin. Kastettiğinle, önerdiğin eylem örtüşmüyor ne yazık ki. Cennetin, ayağının altına serildiği kutsal kadınların, ana olmak için öncelikle hamile kalmış olmaları gerekir. Haklısın, eylem mahremdir ama hamilelik değildir. Senin zihniyetinde olsaydım, sokakta gördüğüm kadın erkek, küçük büyük herkes için mahrem düşünceler içinde olmam gerekirdi, öyle ya hepimiz, önce hamile bir annenin karnındaydık. Ben sokakta kadın erkek görmem, yaratılmışları görürüm, insan görürüm.

O dergâhın sahibi önce Allah sonra Hakka yürümüş Şeyhleri, göçmüş ve yaşayan dervişleridir. O dergâh, hiçbir dönemde diğerleri gibi kapatılmamıştır.  Şimdiye kadar şeyhlerinin hiçbiri iktidara yakın, şu partici, bu partici bilinmemiştir.  Siyasiler onların ayaklarına çok gitmiştir ama hiçbiri bir siyasinin ayağına gitmemiştir. Siyasetten uzak durmuş, siyasetçiden korkmamışlardır. Çünkü sadece İslam’ı, Müslümanlığı öğretmekle ve sevdirmekle meşguldüler. Zatı muhtereme söz bana düşmez, ben sadece bana göreleri yazmaya çalıştım.

Dünya’da eril ve dişil bedenlerle yaşıyoruz. Size ruhumdan üfürdüm diyen bir yaratıcımız var. Her birimiz ondan bir parçacık taşıyoruz.  Ruhlarımızın cinsiyeti var mıdır?

Bu konuyu yazdır

  Yalan Söyleyenleri Ele Veren Tüyolar
Yazar: Emka - 22-06-2016, Saat: 22:43 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Klinik psikoloji alanında dünyaca tanınan ve kısa süreli terapide ihtilal niteliği taşıyan "Nöro Dinamik Analiz"in yaratıcısı David J. Lieberman'ın ilginç bilgiler içeren kitabı, Kuraldışı Yayıncılık'tan piyasaya çıktı. "Size Kimse Yalan Söyleyemez" adlı eserinde insanoğlunun günümüzde kandırmaca dolu bir dünyada yaşadığına dikkati çeken Lieberman, "Birilerinin bize yalan söylemesine engel olamayız fakat bizi inandırmalarına engel olabiliriz" görüşüne yer veriyor. Kitabın her bölümünde yalanın farklı bir yüzünün ortaya konulduğunu belirten Lieberman, kitaptaki yeni teknikler sayesinde herkesin kendilerine yalan söylenip söylenmediğini anlayabileceğini kaydediyor.

YALAN SÖYLÜYORSA...

Lieberman'ın araştırmalarına göre, birinin yalan söyleyip söylemediğini aşağıdaki ipuçlarıyla anlayabilirsiniz:

Yalan söyleyen kişi göz temasından kaçınır, göz göze gelmemek için elinden geleni yapar.
Yalan söyleyen ya da bir gerçeği saklayan kişi, ellerini ve kollarını daha az kullanır.
Kendisine soru sorulduğunda elleri sımsıkı kapanıyorsa ya da avuçları aşağı dönükse bu yalanın ya da kandırmanın sinyalidir.
Ellerini yüzüne ya da boynuna doğru götürüyor olabilir fakat bedeniyle teması sadece bu kısımlarla sınırlı kalır.
Verdiği cevap nedeniyle içinin rahat olduğunu göstermeye çalışan kişi belli belirsiz kaçamak bir şekilde omzunu silker.
Kişinin el kol hareketleriyle söylediği sözler arasında zamanlama hatası vardır. Baş hareketleri mekaniktir.
Şaşırmış, korkmuş ya da mutluymuş rolü yapıyorsa, yüzünde beliren ifade, ağız bölgesiyle sınırlı kalacaktır.

"KAMBUR DURUR, KAPIYA BAKAR"

Yalan söyleyen kişi ayakta dururken ya da otururken konuşma sırasında sırtını dik tutmaz.
Kendisini itham eden insandan uzaklaşmak isteğiyle büyük olasılıkla bakışlarını kapıya doğru çevirir.
Konuştuğu insanla ya çok az fiziksel ilişki kurar ya da hiç kurmaz.
İşaret parmağını ikna etmek istediği kişiye yöneltmez.
Kendisini itham eden kişiyle arasına birtakım nesneler koyar.
Bilinçaltından sızan gerçek duygular, düşünceler ve niyetler dil sürçmesi şeklinde ortaya çıkar.
Karşısındaki kişi anlattığı hikayeye inanana kadar fazladan bilgi vermeye devam eder. -Sorulara asla doğrudan cevap vermez, dolaylı olarak ima eder.
Yalan söyleyen kişi, 'ben, biz ve bizim' gibi zamirleri ya çok az kullanır ya da hiç kullanmaz.
Kullandığı kelimeler açık ve net olmayabilir.
Sorulan soruya oranla aşırı bir tepki gösterir.
Yalan söyleyen kişi, bütün sorularınıza cevap verebilir fakat kendisi size soru sormaz

"HAKSIZ YERE SUÇLANDIĞINA SİNİRLENMEZ" 

David J. Liberman'ın araştırmasına göre, yalan söyleyen kişi, konu değiştirildiğinde rahatlar ve gerginliği azalır. Yalancıları tanımanın diğer yolları da şöyle:

Haksız yere suçlandığına sinirlenmez.
'Gerçeği söylemek gerekirse', 'Dürüst olmak gerekirse' ve 'Neden yalan söyleyeyim ki' gibi cümleler kullanır.
Soruyu önceden düşünmüş ve cevabı hazırlamıştır.
Sorunuzu tekrar etmenizi ister ya da soruya soruyla karşılık verir.
Konuşmasına, 'Yanlış anlamanı istemem ama' gibi bir cümleyle başlar.
İlginizi dağıtmak için şaka yapar ya da dalga geçer.
Daha ayrıntılı açıklama gerektiren konuları sıradan bir şeymiş gibi aktarır.
Hikayesi o kadar inanılmazdır ki, sırf bu yüzden inanırsınız.


page_durustlugun-fiziksel-faydalari-bulu...620626.jpg

Bu konuyu yazdır

  OLUMLU DÜŞÜNCENİN GÜCÜ
Yazar: Emka - 22-06-2016, Saat: 22:34 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Tek bir olumlu düş, binlerce olumsuz gerçeklikten daha güçlüdür.'

İnsanlar, hayalleriyle yaşarlar. Çoğu zaman da düşleriyle... Düşlerimiz, bize yol gösteren bir kapıdır çoğu kez. Yüreğimizin bizi çoğu kez uyarması ya da doğamızın içimizdeki karışık duygulardan kurtulmamız için rûhumuza ve aklımıza gönderdiği "onarıcı" sinyallerdir. Hayata bakış açımızı olumsuzluktan olumluluğun "güçlü" ellerine bırakan...

Söyle demişti Simyacı: "Bir şeyi çok istersen, bütün evren onu gerçekleştirmek için işbirliği yapar." Düşlerimiz de böyledir. Kendi "kişisel menkıbe"mize ulaşmak için bizi cesaretlendirir. Bizi güçsüzlüğümüzde sarar ve her zaman, "Bir adım daha... Hadi bir adım daha atıver!" deyip bizi düştüğümüz yerden kaldırır. Hayat yolunda ilerlemeye yönlendirir...

Düşler, sadece rüyadayken gördüklerimiz değil, hayat karşısında aldığımız duruştur ayrıca. Hayallerimizin ve beklentilerimizin, geleceğimize aldığı "gard"dır. Ne Polyanna'cılık oynayacak kadar hayata "pembe bir gözlük"le bakmak, ne de büsbütün Ümitsizliğe düşmek... Bu ikisinin kesiştiği yerdir, hayata tutunmamızı sağlayan şeyler...

Aynı pencereden bakan 2 mahkum gibidir "olumlu" ve "olumsuz" düşünen insan. Birisi, gökteki yıldızları görür bakarken; diğeri yerdeki çamurları... Aslında mutsuzluğumuza neden olan şey de budur! Hayatın olumsuzlukları arasında kaybolmuşken, elimizdeki şeylerin değerini görmek; mutluluğu küçük şeylerle de olsa yakalayabilmek... Biz de bu hayata mahkumuz. Yeryüzüne gelmek, bizim seçimimiz değildi. Fakat gözümüzü çamurlardan ayırıp gökteki yıldızlara diktiğimiz zaman, "içimizi tuhaf bir sıcaklığın" sardığını hissederiz. En yakın sınıf arkadaşımızın "zor günümüzde yanımızda olduğunu" gördüğümüzde ya da bizim de onun için aynı şeyi yaptığımızda da aynı sıcaklığı duyarız. Dostluğu, samimiyeti ve de en önemlisi "yalnız olmadığımızı" ve bu hayatın bir parçası olduğumuzu.

Asla önemsiz değiliz... Asla bir "hiç"ten ibâret değiliz. Şairin dediği gibi; "sevebildiğimiz" kadardır ömrümüz. Vatanımızı, anne-babamızı, sınıf arkadaşlarımızı ve dahası kendimizi... 

Karamsarlığın bize zerre kadar faydası olmuş mu şimdiye kadar? Ya da yarının kaygılarıyla bugünümüzü cehenneme çevirmenin... Dünü değiştiremem. Yarın ise hala gelmedi. Tek bir zaman var benim için: Şu an ve şimdi... Akıp giden hayata tek dimdik durabileceğim yer... Sadece şimdi... Olumlu düşündüğüm, hayattan keyif aldığım bir şimdi; yarınımın dolu dolu ve mutlu geçmişi değil mi?

Gerçek olmasın isterse düşlerim... Yarın, son model bir arabam olmasın. Fakat sahip olduklarım ve şu an elimde olanlar... Hala "eski bir anı"ya dönüşmemiş arkadaşlıklar, gençliğim, sağlığım, kendimden çok sevdiğim annem-babam ve daha onca şey! Tanrı'nın hediye ettiği sağlam şu 2 göz, ellerim ve ayaklarım, insanlara kendimi ifade edebileceğim bir dilim ve dostlarımın duyabildiğim sesleri... Ya bunlara sahip olamayanlar! 

Düşledikçe içindeyim zamanın. Sevdikçe, hayatın içinde... Kıramaz cesaretimi hayat, her şey üst üste geldiği zamanlarda bile gülümsemeyi becerdikçe!


ki%25C5%259Fisel-geli%25C5%259Fim.jpg

Bu konuyu yazdır

  ZİHİNDEN KOPYA ÇEKME TEKNİKLERİ
Yazar: Spiritüeller - 22-06-2016, Saat: 19:29 - Forum: Zihin - Yorum Yok

1. Bölüm


Bu Yazı Dizisini Okumakla Kazanacaklarınız

Bilgileri kolayca hafızaya almak ve ihtiyacınız olduğunda yine kolayca hatırlamak
Arkadaşınız, bir kağıda 1000-2000 tane nesne yazsa ve her nesnenin karşısına bir numara koysa, her nesneyi 4-5 saniyede ezberlemek, ister 1000'den 1'e doğru; ister 1'den 1000'e doğru isterse rastgele; size sorduğu rakamların karşısında hangi nesnenin olduğunu ya da size bir nesne söyleyip hangi rakamda yer aldığını sorduğunda en fazla 2-3 saniyede ve %95'ini doğru bir şekilde cevaplayabilmek ve arkadaşınızı SİNİR ETMEK!

Tarih dersinde, savaşların ve büyük olayların tarihlerini ya da arkadaşlarınızın telefon numaralarını ÖMÜR BOYU UNUTMAYACAK ŞEKİLDE ezberlemek!

Size verilen herhangi bir tarihin (Örneğin 25 Nisan 2019'un) hangi güne denk geldiğini (Pazartesi, Salı, Çarşamba vs.) 10 saniyede zihinden hesaplamak.

Kör noktanızı daraltmak; yani bakış açınızı %400, %500 genişletmek ve yani kapıdan içeri girdiğinizde odadaki 30-40 kişiyi saç biçimlerinden üzerlerindeki giysiye kadar sadece 3-5 saniyede GÖRMEK, TANIMAK ve TEK TEK AYIRT ETMEK; ya da koskoca odadaki (görünür; yani dışarda olması kaydıyla) bir toplu iğnenin yerini 5-10 saniyede bulabilmek...

Dakikada 200-300 olan kelime okuma hızınızı 2000'e, 3000'e çıkarmak. Yani şu anki okuma hızınızı en az 10 katına çıkarmak. 2-3 kitabı 1 günde bitirebilmek.

Hafızanızı 3-4 kat artırmak.

Kimi matematik (kağıt üstünde bile 2-3 dakikada hesaplanan) işlemlerini zihinden 5, 10 ya da 15 saniyede kalem kağıt kullanmadan çözmek.

Yabancı kelimelerin anlamını kolayca öğrenmek.

Beyninizin hem sağ hem de sol tarafını en azâmî ve en verimli şekilde kullanabilmek.

Sınıfta, bütün derslerde olmak üzere en yüksek notları almak. (Tabii "n.ş.a.", yani "normal şartlar altında" ve sınıfınızda bu yazıyı okuyan başka bir arkadaşınız yoksa!)

Ve sonuçta da, mükemmel bir hafızaya sahip olmak, okul dışındaki günlük sosyal hayatınıza bol bol zaman yaratabilmek.

Giriş Yapmadan Önce...

Yazının başlığını okuduğunuzda aranızdan birçoğunun ne kadar şaşırmış olduğunu az çok tahmin ediyorum. Hatta bazılarınızın aklına; “Hani bu sitede, etik olmayan davranışlar özendirilmezdi ilkene ne oldu?” sorularının geldiğini de... Burada kopya çekmenin "efkâr-ı umûmiye"de ne denli "hayâtî" ihtiyaçlardan biri olarak görüldüğü ve benimsendiği üzerine feylesofâne mütâlâlara da girmeyeceğim. Çünkü bahsedeceğim kopya çekme yöntemi; kalemle, ufacık ufacık kağıtlarla ya da sonuçta yakalanma riskinizin her zaman olduğu diğer alet ve edevâtla değil; asla yüzümüzün kızarmayacağı, asla arkadaşlarımızın arasında küçük düşmeyeceğimiz, asla yakalanmayacağımız ve %100 zihin ve hâfızayla ilgili. Yani cümle genç talebe arkadaşlarımızın “Üff... Ezberleyemiyorum... Ne yapıcam yarın ben sınavda...” hayıflanışına ufacık bir ipucu niteliğinde "doğal" ezber teknikleri...

Önce, HATIRLAMA'yı ve ÖĞRENME'yi Öğrenmemiz Gerekiyor...

ZİHNİMİZİ TANIMAK


Hafızaya Alma ve Hatırlama

İnsan zihni, "n.ş.a.", (yani "normal şartlar altında") gördüğü, duyduğu, işittiği hiçbir şeyi asla unutmaz. En önemsiz şeyi bile. Sadece o bilgiyi nereye koyduğumuzu unutur ve geri çağırırken de bu yüzden zorluk çekeriz. Yani "bilgi"yi hatırlamada çeşitli engeller yaşarız. Bu, şuna benziyor: Örneğin, ertesi gün okula gideceksiniz. Okul çantanızı içeri girerken rastgele bir yere attınız. Sabah uyandığınızdaysa annenizin sizi rüyanızın en tatlı yerinde uyandırmasıyla oflayıp püfleyip kalktınız, mızlanarak kahvaltınızı yaptınız ve tabii ki de karizmayı zedelememek için aynanın karşısında dakikalarca süslendiniz, püslendiniz, nihayetinde de aynayı çatlattınız. 

Peki bir eksik var mı? Unuttuğunuz bir şey? Eyvah! Çantam nerde? (Bu, bir kitap, bir kalem ya da bugün hoca hanıma vermeniz gereken bir ev ödevi de olabilir) Ara ki bulasın... Azimli çalışmalarınız sonucu (Annenize çatarak, kardeşinizi pataklayarak ya da Newton gibi kafanızda bir şimşek çakışıyla sanki yerçekimini bulmuş gibi "evreka, evreka!" diye bağırarak.) İşte zihnimizdeki bilgiler de kaybettiğimiz ve yerini unuttuğumuz eşyalar gibidir. Hâlâ zihnimizdedirler; fakat o bilgiyi nereye koyduğumuzu unutmuşuzdur. Benim burda anlatacağım teknikse; tıpkı kişisel bilgisayarınız gibi zihninizde bir RAM BELLEK (Geçiçi Depo) yaratıp bilgileri HARDDİSKE YÜKLER GİBİ DAHA KOLAY HAFIZAYA ALIP İHTİYACINIZ OLDUĞUNDA; YANİ SINAVDA TEK TUŞLA O BİLGİLERİ GERİ GETİRMEK, YANİ ZİHNİNİZDEKİ BİLGİLERİ KOLAYCA HATIRLAMAKTIR.

Zihin, hiçbir şeyi unutmaz demiştik. En ufacık bir detayı bile. Hani deriz ya bazen; "Bana mı soruyorsun! Ben, daha akşam ne yediğimi bile hatırlamam!" Hayır, akşam ne yediğimizi de hatırlarız. (Hele de bu, babamızdan yediğimiz bir dayaksa 

Fakat sadece, o bilgiyi, o detayı nereye koyduğumuzu bir türlü bulamayız. Çünkü insan beyni (ve aklı ve düşünme yetisi), Allah'ın bize verdiği en büyük nimettir. Öyle dev bir kompitürdür ki, içine milyarlarca, trilyonlarca cigabyte bilgiyi sığdırabiliriz. Yani binlerce, on binlerce kitabı ya da ansiklopediyi... Fakat evimiz'e koyduğumuz o çanta gibi, beynimizi de evimizin içi kadar tanımalı, bilmeli, hangi odasında neler var, hangi odada yemek yeniyor, uyunuyor, banyo yapılıyor, sohbet ediliyor gibi zihnimizi de tanımak, adlandırmak, her karış noktasını adımız gibi bilmek gerekir. 

Fakat bunun için de KENDİMİZE GÜVENMEYİ ÖĞRENMEK; İNSAN BEYNİNİN YETENEKLERİNİN (SINIRSIZ OLMASA DA) BÜYÜKLÜĞÜNÜ KEŞFETMEK GEREKİYOR... ve KENDİMİZE DEĞER VERMEK.Biz, asla değersiz değiliz. Bizi, tüm evrenin Sultan'ı bir Allah yarattı. Her detayımızı, özenle tasarladı. Sanatını bakış nakış içimize kazıdı. Kuark'tan bütüne kadar her zerremizle bizi en mükemmel şekilde yarattı. Bize; "DÜŞÜNSÜNLER, İBRET ALSINLAR" diye akıl verdi. Bizi yarattığı diğer tüm canlıların halîfesi, yani efendisi kıldı. Çünkü düşünebiliyor, anlayabiliyor, gülebiliyor, ağlayabiliyoruz, sezebiliyor, hissedebiliyoruz. Çünkü öğrenebiliyor, idrâk edebiliyor, sorgulayabiliyor, seçim yapabiliyor, kabûl edebiliyor, reddedebiliyor, evet diyebiliyor, hayır diyebiliyor, fikir yürütebiliyor, karşı çıkabiliyor, sevebiliyor, aşık olabiliyor, merhamet edebiliyor, ümit edebiliyor, cesaret edebiliyor, gurur duyabiliyor, özleyebiliyor, merak edebiliyoruz. Hani biri gelip de, dün şu artistle konuştuk, baaak resim de çekildik beraber diye size hava atsa, ya da bir başbakan, ya da vali'yle görüştüğünü ballandıra ballandıra ona ne kadar "gıcık oluruz" değil mi? Yani kıskanırız azıcık. 


maxresdefault.jpg


Fakat biliyoruz ki, bizimle ilgilenen, "Ünlülerin En Ünlüsü", "Nâmı, şöhreti bütün galaksiye, bütün bu sonsuz uzaya yayılmış, değil bir kasabanın, bir şehrin, bir ülkenin yöneticisi; tüm uzayın, galaksilerin, uzayın dışındakilerin, mânâ ve rüyâ âleminin Tek Sahibi olan bir Allah, bizi özenle planlamış, yaratmış, bizimle ilgilenip tasarlamış, bize kendi rûhundan üfleyip hayat vermiş, bize; "Yeryüzümdeki halîfem" demiş, bizi sevmiş, merhamet etmiş, önemsemiş, değer vermiş, bir Allah'ın eseri, "dostu"yuz ve "Habibim" dediği bir peygamberin ümmetiyiz. Bu da yetmemiş, tüm saniyelerimizde bizi izliyor, bizi seyrediyor, bizi kötülüklerden, şerlerden koruyor. Neden değersiz olalım ki... Hele de içimizde keşfedilmemiş onlarca yetenek saklı dururken... Sadece kendimizi keşfedelim. Kendimizi ve yeteneklerimizi tanıyalım. Şöyle diyor Yunus Emre: “İlim, ilim bilmektir. İlim, kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen; bu, birçok okumaktır!” Kendini bilen, HER ŞEYİ bilir. Kendimizi, bilmek, binlerce sorunun anahtarıdır ve binlerce, yüz binlerce cevabı içinde taşır. Kendimizi bilmek, şu an aldığımız her nefesin anlamını çözebilmek ve gâyesini idrâk edebilmektir.

Kesin unutmak diye bir şey yoktur demiştim. Hiçbir şeyi; fakat hiçbir şeyi unutmayız. Çocukluğumuzun saklı anılarını bile. Sadece zihnimiz, o denli büyük ve karışık bir kompitürdür ki, hangi hardiskinde hangi bilginin olduğunu bilemez, bu yüzden de asla kaybolmayan bu bilgileri, ŞU ANA; yani bilince getirirken zorlanırız.Bir puzzle gibi parça parça ve bölük bölüktür hepsi de. Çünkü biz, bunları birbirleriyle İLİŞKİLENDİRMEDİĞİMİZ, birbirleriyle BAĞLAMADIĞIMIZ için bir bütün halinde değillerdir. Fakat kimi zaman gördüğümüz herhangi bir şey, yaşadığımız herhangi bir olay, bu İLİŞKİYİ biz fark etmeden kurar. Örneğin, arkadaşımıza bir konuda söz veririz; mesela yarın sana şu kitabı, bilmem şu CD'yi, şu kasedi getireceğim fln deriz. Fakat bunu hafızamıza alırken DİKKATSİZ OLDUĞUMUZ için, bu bilgi, orda zihnimizin bir köşesinde öylece durur. Çünkü bir İLGİ kurmamışsızdır ya da dikkatimiz, başka bir yerdedir. Tek İLGİ ve tek bağlantı, o arkadaşımızın adı ya da yüzüdür. İşte bu yüzden ertesi gün okula geldiğimizde elimizdi başımıza götürür ve “Oy, oy, oy, oy.. SENİ GÖRÜNCE aklıma geldi. Unuttum CD'yi ben ya!” deriz. Hele de o CD'yi, kitabı ya da kasedi isteyen, bizim çok hoşlandığımız biriyse 

Hani sürekli hep göz göze gelmeye çalıştığımız, karşısındayken her şeyin aklımızdan uçup gittiği çok fakat çok özel biriyse... Oldu mu şimdi! Ne düşünür acaba, BENİ ÖNEMSEMİYOR mu der içinden? Ya da en sevdiğiniz dostunuz, en sevdiğiniz öğretmeniniz, kankiniz...

Demek ki, bilgileri hatırlamak için 2 şey, çok fakat çok önemliymiş. Birisi DİKKAT; ikincisiyse bir BAĞLARIN GÜCÜ. İkisi de olmazsa olmazlardan. BAĞ, sadece o arkadaşımızın yüzüydü. Başka hiçbir bağ kurmamıştık. Sabah okula gidince, TEK BAĞIMIZ olan o YÜZÜ gördük ve HATIRLADIK. Bazen unutmamak için parmağına kurdela takanlar vardır, bilirsiniz değil mi? İşte KURDELA da bu kastettiğimiz BAĞ'dır. Yani İLİŞKİLENDİRME. Eve geldiğimizde parmağımızdaki bu kurdelaya baktığımız anda ihtiyacımız olan bilgiyi HATIRLAR ve o kitabı ya da CD'yi hemen okul çantamızın içine koyarız; yarın, o çok sevdiğimiz arkadaşımıza vermek üzere. İşte zihnimizdeki bütün bilgiler, bu İLGİ ve BAĞ'lar yoluyla BİLİNCE DÖNER. Yani şu anki DÜŞÜNCE AĞIMIZA. Kimi zaman olur ki, bir bilginin HATIRLANMASI için hiçbir BAĞ yoktur bize HATIRLATACAK. Yıllar geçer. O bilgi, zihinde hep bir yerlerde vardır ama. Birden apansızın BİR BAĞ'a rastlarız onu HATIRLATACAK ve kaç yıl geçerse geçsin işte o bilgiyi hatırlarız.

Başka bir örnek vermek gerekirse; MSN'mizdeki ekli arkadaşlar listesi, MSN BAĞI'mızdır. Programı açtığınızda size istediğiniz kişiyi (Kişi, BİLGİYİ simgeliyor burada) tak diye verir. Fakat MSN'mizdeki kişi listesi SİLİNİRSE, artık öylece bakarız ekrana boş boş. Çünkü o programın da BAĞ'ı o listedir. O BAĞ olmadan hiçbir arkadaşınızla sizi görüştüremez. Yani SAKLI OLAN BİLGİYİ ZİHNE ÇIKARAMAZ biz insanlar gibi.

Başka bir örnek, birgün der ki arkadaşımız; Şişş, duydun mu, duydun mu; şu şey, şöyle oldu ya da şu şey, aslında söyleymiş. Biz, önce ona inanmayız. Hatta bazen, "çüş", "oha" gibi gayrı-filozofça bir tepki de veririz 

Sonra, zihnimizde söylediği olayla ilgili hatıralar canlanır. Şu, şurda şöyle olmuştu. Dün, Ali bana şunu demişti. Geçen hafta, Oya bana şöyle davranmıştı vs. Yani arkadaşımızın "Şu şöyle oldu" cümlesi, bizim için bir olay zincirinin ANAHTAR BAĞI olmuştu ve bize başka bir bilgiyi ya da hatırayı anımsattı. O bilgi, başka bilgiyi; başka bir bilgi de diğer başka bir bilgiyi anımsattı ve "zincirleme" bir hatırlama yaşadık. Böylece arkadaşımızın anlattığı şeyi zihnimiz ve hatıralarımız, doğrulamamıza ya da hayır, böyle bir şey yok dememize yardım etti.

İşte insan beyni de böyle çalışır. Birbirinden bağımsız onlarca bilgiyi saklar içinde. Bu bilgiler, birbiriyle BAĞLANDIKÇA o bilginin hatırlanma hızını daha da artırır. PASCAL üçgeninin en tepesindeki SAYI'dan piramidin altındaki bütün sayılara ulaşmak gibi...Bu BAĞ'ı kuran şey, yani hatırlamadaki diğer etkense, DİKKAT'tir. Demek ki dikkat eksikliği konusunda ciddî bir çalışma yapmamız gerekir üstümüzde. Peki neden? Çünkü DİKKAT, bilgiler ve nesneler arasında ilgi ve bağ kurar. Dikkatimiz ne kadar üst seviyedeyse, bu bağlar da o kadar fazla, güçlü ve hatırlama da o kadar kolay ve hızlı olacaktır.

Dikkati neye benzetelim? Örneğin bir teyp kasetinin kalitesine mi? Örneğin sıfır, el değmemiş bir kaset aldık. En sevdiğimiz şarkıları radyodan kasete; YANİ HAFIZAYA çektik. Tekrar o şarkıları dinlemek için kaseti koyduğumuzda, Teypçalar, HAFIZASINDAKİ BİLGİYİ tekrar bize getirir. Yani HATIRLAR. Çok kaliteli, üzerine hiç kayıt yapmadığımız bir kaset olduğu için son derece TEMİZ bir kayıttır. Sesler, net ve berraktır. Peki, üzerine birçok kez kayıt yapılmış, M.Ö.'den kalan bir kaset olsaydı? O zaman o seslerin kalitesi, her yeni kayıtta düşecek, sesler yer yer birbirine girecek; yani TEYPÇALAR, O SESLERİ HATIRLARKEN net olarak hatırlayamayacaktı. Demek ki dikkat de öğrenmek için en gerekli şeylerden. Ve demek ki çoğu hatırlayamadığımız şeylerin başlıca nedenlerinden biri de, o bilgileri zihne çıkaracak bir BAĞ ya da HATIRLATICI FAKTÖR'ün olması kadar, o bilgileri SAKLARKEN ETTİĞİMİZ DİKKATMİŞ. Yani "ne kadar unutkan bir insan" demek yerine "ne kadar dikkatsiz bir insan" dememiz gerekiyormuş. 

Bu konuyu yazdır

  MEKANLARDA NEGATİF ENERJİ TEMİZLİĞİ
Yazar: Emka - 22-06-2016, Saat: 17:30 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Evlerimiz, işyerlerimiz ve sıklıkla kullandığımız mekanların enerjisi, yaşamlarımızda bize destek ya da engel olabilecek kadar kuvvetlidir. Yaşadığımız ve çalıştığımız yerlerin enerjisel temizliği; en az fiziksel temizlik kadar önemli ve dikkat edilmesi gereken bir durumdur.Her mekanın kendine ait bir enerji alanı vardır ve mekan yaşayan bir canlı gibidir. Biz farkında olsak da olmasak da bulunduğumuz her mekan ile iletişim halindeyiz ve hepimiz çevremizdeki bu enerjilerden direkt olarak etkilenmekteyiz.Evlerimizde bulunan her oda ; içsel yaşamımızın ve ruhumuzun bir aynasıdır. Varlığımızın her vehçesi evimiz ile sürekli enerji alışverişi içerisindedir. Evimizin bir odasında yanlış konumlandırılmış bir eşya; farkına varmadığımız bir obje, renk ve element dengesizlikleri; o odanın ve evin içerisindeki doğal enerji akışında blokajlar yaratabilir.Geçmişte ve zaman içerisinde mekanda yaşanan negatif olayların enerjileri; o mekanın aura alanına, mekanın fiziksel yapısına  duvarlara, aksesuar ve mobilyalara işler ve bu gibi durumlar yaşamlarımızda tıkanıklıklar yaratarak bizleri etkileyebilir.

Zihinsel karmaşa yaratıcı ortam ve enerji alanları ; çalışma potansiyelini , yaratıcılığı ve verimi ciddi oranda düşürür. Sürekli tekrar eden stres, negatif düşünce ve duygu salınımları mekanlarda temizlenmesi gereken birikmiş enerji atıkları yaratır. Bir odada, bir evde ya da bir işyerinde birden fazla blokaj oluşturucu unsur bir araya geldiğinde ise; daha kuvvetli engel ve zorluklara sebebiyet verebilir, problemlerin çözülmesini geciktirebilir, yaşamlarımızın akışını ciddi şekilde etkiler.

Mekanlardaki enerjisel blokajlar çözümlendiğinde ve mekan içindeki enerji dengesi oluşturulduğunda; enerji akışkan hale gelir, mekanın enerjisi yükselir ve yaşamlarımızdaki birçok tıkanıklık çözülmeye ve temizlenmeye başlar. Daha dengeli, bereketli, sağlıklı ve huzurlu bir yaşama ve yeniliklere açılırız; değişim ve gelişim sürecimizi hızlandırırız. Mekan temizlendiğinde, içinde kurulan bütün ilişkilerde ve iletişimlerde barış ve uyum desteklenir. Mekanınızda olmak güven verir ve korunduğunuzu hissedersiniz. Huzurlu bir uyku ve dinlenme ortamı oluşur. Profesyonel/yaratıcı projelerde ilham ve yaratım gücü artar ve açığa çıkar. Mekanınız, ailenizin ve arkadaşlarınızın kendilerini iyi ve mutlu hissettikleri bir yer haline gelir. Hayatın tüm alanlarında iyileşme gerçekleşir. Enerjisel farkındalık ile oluşturulmamış her mekanın kontrole ve gözden geçirilmeye ihtiyacı vardır. Enerjisel ve Psişik Temizlik ; ev, ofis, okul, bina, fabrika, iş alanları gibi yaşadığınız ve zaman geçiridiğiniz her türlü mekana uygulanabilir.

xxx.jpg


Mekanınızın Enerjisel Temizliğe İhtiyacı Olduğunun Belirtileri

    Mekan içerisinde negatif enerji sirkülasyonu; sürekli tekrarlanan tartışma ve kavgalar.

    Mekana girildiğinde kasvet, huzursuzluk ve keyifsizlik hissi

    Mekana girildiğinde enerjinin düşmesi

    Mekan içerisinde sürekli geçmişin hatırlanması ; zihinsel karışıklık hissi

    Depresyon, rehavet, üşengeçlik, karamsarlık, öfke, endişe nöbetleri, huzursuzluk

    Uyku problemleri

    Bolluk bereket tıkanıklıkları

    Yeni bir ev ya da ofise taşınıldığında

    Mekandan biri kalıcı olarak ayrıldığında

    Düşük titreşimli müzik ve televizyon yayınlarının etkisi

    Mekan içerisinde sigara ve benzeri maddelerin tüketimi

    Sık sık tekrar eden hastalıklar

    Ağır hastalık ve ölüm sonrası

    Sürekli dağınıklık ve eşya kalabalığı

    Hırsızlık ve şiddet olayları

    Ev temizliğinin ve bakımının uzun süre ihmal edilmesi

    Belirli bir konuda sürekli yaşanan tıkanıklıklar

    Konsantrasyon problemleri

    Mekana 2. el mobilya, malzeme alındığında

    Yeni bir başlangıca ihtiyaç duyulduğunda

Bu konuyu yazdır

  Sağlık için Detoks ve Detoks Programları
Yazar: Emka - 22-06-2016, Saat: 09:08 - Forum: SAĞLIK - Yorum Yok

Sağlık için detoks
 Detoks, vücudumuza çeşitli yollarla giren ve atık madde olarak dışarı atılmayı bekleyen zararlı toksinlerden kurtulmaktır.
Vücutta toksinlerin tutulmasının iki temel sebebi vardır. Birincisi yiyeceklerde, havada ve suda doğal olmayan çevresel toksinlere aşırı maruz kalmamız yüzünden oluşan, metabolizmanın doğal seviyenin çok üstünde toksin yüklenmesi. Diğeri ise, sağlıksız kişisel alışkanlıklar, aşırı yorgunluk ve hiperaktif modern yaşam stilleri yüzünden zayıflayan sinir sistemi sebebiyle işlemeyen normal atılım sürecidir.

 Detoksa İhtiyacınız Olduğunu Gösteren İşaretler
Baş ağrısı, sırt ağrıları, sık sık soğuk algınlığına yakalanmak, yorgunluk, eklem ağrıları, burun kaşıntısı, sinirlilik, deri döküntüleri, öksürük, uyku hali, deri kızarıklıkları, göğüs hırıltısı, gözlerde iritasyon, uykusuzluk, bulantı, boğaz ağrısı, savunma sisteminizde yavaşlama, baş dönmesi, hazımsızlık, boyun tutulması, değişken ruhsal yapı, anoreksiya, sinüslerin tıkanması, anksiyete, ağız kokusu, dolaşım bozukluğu, ateş, depresyon, kabızlık.

İlk önce soluduğumuz hava temiz olmalı. Doğru bir şekilde solunum yapmayı bilmeli, diyaframımızı kullanmayı öğrenmeliyiz.
Kanımızda bulunan oksijen miktarı düşük olmamalı. Aksi takdirde detoks yapamayız çünkü oksijen var olan en etkili antioksidandır. 200 yıl önce atmosferde yüzde 38 oranında oksijen bulunurken bugün sadece yüzde 19 oksijen mevcut. Tüm toksinler vücuttan atılmak için önce oksijenle birleşmeli, bu nedenle oksijen takviyesi almak için ozon ve oksijen tedavileri uygulatmak çok önemli.

Yenilenler ve içilenler toksik olmamalı. İçtiğiniz suyun kalitesi çok önemli. İdeal bir diyet uygulandığında dahi içilen suyun ph derecesi ile vücudunuzun asit dengesini bozabilirsiniz. Su, ideal olarak ph 7.35 ile 7.60 değerleri arasında olmalıdır. İçtiğiniz suyun değerlerini bilmiyor ya da  belirtilene güvenmiyorsanız, herhangi bir laboratuvara giderek değerleri çok ucuza öğrenebilirsiniz.
Asidite Detoks kitabının yazarı Daniel Reid´e göre sağlıklı bir vücutta kan ve diğer vücut sıvılarının birçoğu, deniz suyuna benzer şekilde hafif alkaliktir. Alkalik ve oksijen, sağlıklı olmanın ve güçlü bir bağışıklık sisteminin şartlarıdır; bakteriyel, virütik ve mantar kökenli enfeksiyonlar oksijenle yeterince beslenmiş ve alkalik dokularda gelişemezler. Mikropların neredeyse tamamı bu ortamda etkisiz hale gelir.
Demek ki detoks yaparken amacımız; asit oranımızı ph 7 oranında tutmaya çalışmak ve oksijen oranımızı arttırmak olmalıdır. Bu sonuçları elde etmek için düzenli bir şekilde beslenip, yaşam tarzımızı da değiştirmeliyiz.

Detoks Programları
Detoks, sadece beslenme ile sağlanamıyor. Beslenmemizde yapacağımız değişikliklerle vücudumuza yeni toksinler eklemeyi kısıtlayabiliriz ancak var olan toksinleri vücuttan atmak için egzersizlerle terlememiz gerekir. Ayrıca idrar ve dışkı yoluyla da zehirlerimizi atabilmeliyiz.

Ülkemizde de çok çeşitli spa merkezleri ve otellerde, uzman doktorlar tarafından uygulanan destek tedaviler mevcut. Ancak evde haftada bir, üç ya da yedi gün veya en uzun 15 günlük kürler uygulayabilirsiniz. Uzman kontrolü olmayan ev tedavilerinde daha temkinli davranmalısınız.

Beslenme Dışında Toksin Alımını Azaltmak İçin Neler Yapmalıyız?

 PİŞİRME METOTLARI: Tükettiğimiz gıdalar kadar önemli bir diğer unsur ise pişirme metotlarımız. Kızartma yapmamaya, yağı aşırı ısıtmamaya özen göstermeliyiz. Haşlama ya da buharda pişirme usullerini tercih etmeliyiz. Ayrıca pişirme yapılan kapların paslanmaz çelik, cam veya porselen olmasına dikkat etmeliyiz.

 SABUNLAR VE DETERJANLAR: Gerek bulaşık yıkarken gerekse banyoda kullandığımız sabunların, bitkisel özlerden olmasına dikkat etmeliyiz. Kimyasal katkıları olan ürünlerden kaçınmalıyız.
 
DENİZ VE DAĞ HAVASI: Bu gibi mekanlarda havanın iyonizasyonu ve kalitesi farklı olduğundan, ´biraz dağ havası almak´ veya ´ deniz havası solumak´ hurafe değil. Sağlık üzerinde oksijen arttırıcı ve denge düzenleyici etkileri var.
 
DETOKS SAĞLAYAN ÇAYLAR: Başta yeşil çay olmak üzere birçok bitkisel çayın detoks etkisi yüksektir. Papatya, ginseng, ginko biloba, ekinezya, kırmızı pancar, zencefil, meyankökü de toksin arındırıcı özellikleri olan önemli kaynaklardır.

 DUŞ VE BANYO: Sıcak suyun ve su ile masajın faydaları büyük. Ayrıca ölü derilerimizden arınarak gözeneklerimizi açtığımız takdirde toksinlerden daha kolay kurtulabiliriz. Cilde kuru fırça ile yapılan masaj kan dolaşımını hızlandırarak, ciltteki oksijen oranını arttırır. Cildimiz ve iç organlarımıza çok yararlıdır. Evde detoks yapmak istediğinizde cildi tahriş eden zararlı kimyasallar içeren sabunlar yerine, papatya, biberiye, okaliptüs ve adaçayı gibi doğal yağlar kullanmayı tercih etmelisiniz.

 VİTAMİNLER: Detoks sırasında, beslenme programınızı ve diğer tedavilerinizi desteklemek için alınması gereken en ideal antioksidan vitaminler: çinko, kalsiyum, B vitaminleri (özellikle B3), C vitamini, selenyum, A vitamini, E vitamini olarak özetlenir.





detoks.jpg

Bu konuyu yazdır

  BAŞMELEK GABRİEL - Günlük Mesajı – 22.06.2016
Yazar: Emka - 22-06-2016, Saat: 08:39 - Forum: Gabriel (Cebrail) - Yorum Yok

BAŞMELEK GABRİEL - Günlük Mesajı – 22.06.2016
KENDİ KÜÇÜK ŞİFA GÜNEŞİNİZİ ÇAĞIRMAK(Calling Your Own Little Healing Sun)
Eğlenceli ve kolay bir şifa tekniği, kendi küçük şifa güneşinizi çağırmaktır. Vücudunuzun ağrıyan bir yeri varsa, şifa güneşinizin o bölgeye gittiğini ve o bölgeye, doğrudan hücre seviyesine nüfuz eden sıcak bir şifa ışığı yaydığını hayal edin. Yalnız veya üzgün hissediyorsanız, şifa güneşinizin kalp merkezinize sevgi saçtığını hayal edin. Düşüncelerinizle ilgili bir sorun yaşıyorsanız, minik şifa güneşinizin başınızın üstüne yatıştırıcı bir ışık yaydığını ve doğruca beyninizin içine rahatlama ve gevşeme yolladığını hayal edin. Şifanın etkili olması için karmaşık olmasına gerek yoktur, Sevgililer! Bir kere daha sizi bunun keyfini sürmeye ve denemek için sezgisel olarak neye rehberlik alıyorsanız onu tecrübe etmeye çağırıyoruz. Sonuç olarak sizler kendi üzerinizde uzmansınız ve hal böyle olunca da kendi enerjileriniz için en etkili onarımları çoğu kez kendiniz bulacaksınız. 
~Başmelek Gabriel


angel-1107707_960_720.jpg

Bu konuyu yazdır

  VOODOO VE RUHÇULUK
Yazar: Emka - 22-06-2016, Saat: 02:06 - Forum: BÜYÜLER - Yorum Yok

Rio'da bir Umbanda kongresi yapıldığı zaman, o kadar çok taraftarları, Umbandista'lar vardır ki, futbol stadyumunda yer tutulur. Umbanda'nın sadece Rio şehrinde elli bin merkezi (tenda, centro, cabana veya terreiro) bulunmaktadır ve ülke çapında 10 milyonlarca üyesi vardır.Umbandistaların radyo'daki kanalları saatlerce aralıksız Umbanda koro şarkı, tilavet ve combo'ları yayıyor. Haber saatinde Umbanda dünyasından (hem burada, hem de Kızılderili "Caboclo", ve erkeği "Pai", dişisi "Vovo" (büyükanne) olarak tanınan zenci "Negro",rehberlerin bulunduğu ruh alemi "Aruanda"dan) haberler verilir. Umbanda, 1920'lerde Zelio de Moraes adında, beyaz, sarışın, 185 cm. boyunda ilk okul mezunu bir medyum tarafından başlatıldı. Adı Yedi Yol Kesişinin Ruhu, "Caboclo da Sete Encruzilhadas" olan Kızılderili ruhsal rehberinden aldığı mesajlar doğrultusunda spiritüelist esaslara dayılı, Afrika dinleri, Kızılderili Şamanizm ve Hıristiyanlık esasları üzerinde kurulu, ayrıca da gelmiş geçmiş bütün inançları kucaklayan yeni bir tarikat başlatmıştı. Amaç olarak Candomble'ye kıyasla daha gelişmiş, daha mütekamil esaslar ile ibadet etme ve uygulama ön görülüyordu. Tamtamlar yine çalıyordu, pozesyon yine mevcuttu, ancak örneğin "yüksek" Umbanda'da içki ve kanlı kurbanlar, inisiyasyonlarda kan banyoları ve saç/kıl tıraşları yoktu, daha "modern ve uygar" bir bakış açısı vardı. Loalar nispeten daha ulvi davranıyor, konuşma dilleri spiritüelist terminolojisine daha yatkın ve ağırlık şifa üzerinde yoğunlaşmıştı.

Umbanda'da iki önemli etken vardır, biri Kardekizm, biri de Bantu inançları. 1957 yılında, Paris'te "Ruhlar Kitabı" yayınlanıp oldukça geniş yankılar yaptığı zaman, Brezilyalılar onu hemen kaptılar. Hatta, bu kitap Brezilya'da daha da başarılı olmuştu ve halen en çok satan kitaplar arasındadır. Yazarı, Hippolyte Leon Denizard Ravai l, Alan Kardec takma adını kullanıyordu ve spiritüelizmin (ruhçuluk) kurucusu olarak görülmektedir. Brezilya'da başlattığı harekete verilen ad Kardekizm'dir. Medyum, Zelio de Moraes, bu yeni akıma ayak uydurarak Umbanda'ya Alan Kardec öğretilerine uyarlamıştı. Aslında, Kızılderili ruhsal rehberi oluşu bile spiritüelist çevrelerde çok yaygındır. Batı'da örneğin Silver Birch, White Eagle gibi ruhsal rehberlerden tebliğ (mesaj) alan medyumların sayısı oldukça kabarıktır ve Şamanizm'in spiritist benzeri uygulamalarına dayandığı söylenir.

Umbanda’yı etkileyen Bantu inançlarında ata ruhlar ağırlıklıdır. Dahomey ve Yoruba kökenli tarikatlarda ise doğa ruhları, daha ziyade zeki enerji türleri ve insan zincirinden olmayan varlıklar daha ağırlıklıdır. Bantu'da ölüp de öte aleme göç eden ruhlar, atalar, kabile reisleri daha fazla önem taşıyor. Dolayısıyla, Bantu inançları böyle irtibatlara ağırlık veren spiritist ve spiritüelistlere daha yatkındır.

Quimbanda ise, Bantu kökenli olup, eşularla (ifritlerle) yapılan kara büyü ağırlıklı bir tarikattır, faaliyetleri Brezilya kanunlarınca yasaklanmıştır.


Voodoo-B%25C3%25BCy%25C3%25BCs%25C3%25BC.jpg

Bu konuyu yazdır

  Kur'ân Âyetlerinde Ses ve Titreşim
Yazar: Emka - 21-06-2016, Saat: 22:55 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Ses ve titreşim günlük hayatımızın vazgeçilmez hâdiselerindendir. Bu hâdiseler birbiriyle oldukça bağlantılıdır. Ses, basınç dalgalarıyla oluşturulur. Basınç dalgaları da kulak zarı gibi yapıların titreşimine sebep olur. Bu yüzden ses, havadaki çok küçük basınç dalgalarındaki değişmelerin iletilmesi olarak da tarif edilir. Titreşim ise, bir denge noktası etrafındaki mekanik salınımdır. Salınım hareketi, bir cismin fizikî özelliğinin periyodik olarak değişmesi neticesinde oluşur. Bu fizikî özellik, yer değiştirme, hız, basınç sıcaklık vb. olabilir. Bu salınımlar, bir sarkaçın hareketi gibi periyodik olabileceği gibi çakıllı bir yolda tekerleğin hareketi gibi düzensiz de olabilir. Ses dalgaları, hava moleküllerinin küçük titreşimleri iletmesi ile meydana gelir. Araçta yolculuk ederken meydana gelen küçük sarsıntılar, sarkaç tarzı hareketler, elek mekanizmaları, çamaşır makinesinin sarsıntıları, depremler, titreşim tarzı hareketlere örneklerdir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ses ve titreşimle alâkalı çok sayıda âyet bulunur. Meselâ, inançsız kimselerin anlatıldığı birçok âyette onların kulaklarının içerisine ağırlık konulmasından veya kulaklarında ağırlık olmasından bahsedilir. Kehf Sûresi 57. âyette "Biz onların kalblerine bunu anlamalarına engel olacak perdeler, kulaklarına da ağırlıklar koyduk." denilmektedir. "Kulaklardaki ağırlık" ifadesi, En'am 25, Lokman 7, Fussilet 5, Fussilet 44 âyetlerinde de geçmektedir. Lokman Sûresi'nin 7. âyetinde; "Âyetlerimiz o kimseye okunduğu zaman, sanki kulaklarında ağırlık var da işitmiyormuş gibi büyüklenerek sırt çevirir." denilmektedir. Titreşim için genelde doğru olan ağırlık kavramı, kütlenin artması ile titreşim frekansının azalmasını ifade eder. Ses yüksek frekansta bir titreşimdir. İnsan kulağı 20 Hz ile 20.000 Hz aralığındaki sesleri duyabilir. Kulakta ağırlık olması, kulak zarının titreşim frekansını azaltacağı için işitme kaybına sebep olur. Her ne kadar bu ağırlık gerçek bir ağırlık olmasa da, Kur'ân da duymak ve anlamak istemeyen inkârcılara karşı temel bir fizik kavramına işaret edilerek sağırsınız (duymuyorsunuz, işitmiyorsunuz) denilmektedir. Bu âyetlerin gelişen ilimlerle yeni yorumlarının yapılmasına ihtiyaç vardır. Bu âyetlerde son zamanlarda geliştirilen bazı teknolojilere işaret olabileceği gibi, henüz uygulanmamış bazı yeniliklere imalar da olabilir.


1241.jpg

Mülk Sûresi'nin 13 ve 14. âyetlerinde geçen ifadeler, enteresandır: "Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, sinelerin özünü bilmektedir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." Bu âyetlerde ultrason âletinin çalışma prensibine işaret vardır, şöyle ki: Gizlenen söz ile duyma frekans aralığında olmayan ses dalgaları ve açığa vurulan söz ile duyma frekans aralığındaki ses dalgaları kastedilmiş olabilir. Sinelerin özünü bilme ile insanın mânevî yapısı, düşünceleri ve kalbî hayatı anlatılır. Ayrıca bununla, insan vücudunun içerisindeki en ince biyolojik ayrıntılara da, işaret edilmektedir. Ultrason âleti ile kulağımızın duyamayacağı yükseklikte ses dalgaları, vücuda gönderilir. Yansıyan dalgaların toplanması ve analizi ile görüntü oluşturulur. Bu görüntülerle, iç yapımız hakkında bilgi edinilir. Ameliyat ve tahribat yapmadan en ince detayları bilmek için, bu ses dalgalarına ihtiyaç vardır ve âyette buna işaret edilmektedir. 

Titreşimlerde çok temel bir kavram rezonanstır. Salınım yapan her sistemin tabiî bir frekansı vardır. Açarsak, bu sistemin dış tesir ve müdahale olmaksızın serbest salınım yaparkenki frekansıdır. Eğer dış zorlama faktörüne ait frekansın değeri, tabiî frekansa çok yakın ise, baskın rezonans oluşur. Rezonansa girmiş bir sistemde, çok küçük zorlama genlikleri (genlik, bir dalganın normal konumundan yükselme ve alçalma mesafesidir.) ile sisteme çok büyük hareketler sağlanabilir. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1940'da yapılan Tacoma Narrows asma köprüsü açıldıktan çok kısa bir süre sonra, böyle bir rezonans neticesi yıkılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu tip bir rezonansa işaret olabilir mi? Hud Sûresi'nin 94. âyetinde; "Zulmedenleri ise o korkunç ses bastırıverdi de diyarlarında çökekaldılar." denilmektedir. Rezonans ile vücudumuzun iç organlarına ait hücreleri tahrip edebilecek bir ses dalgası oluşturulabilir. Böyle bir ses dalgası, binalara ve diğer eşyalara (farklı tabii frekansları olduğu için) zarar vermeyebilir. Medyen halkının helâk olmasına, böyle bir ses dalgasıyla ortaya çıkan rezonans sebep olmuş olabilir. Mu'minun Sûresi'nin 41. âyetinde; "Derken korkunç bir ses onları bastırıverdi. Adalet yerini buldu. Onları sel süprüntüsüne çevirdik. Zalimler güruhunun canı cehenneme!" denilmektedir. Ses dalgasının rezonansı ile organları ve hücreleri parçalanmış insanlar, bir sel süprüntüsünü andırıyor olabilirler. Ankebut Sûresi'nin 40. âyetinde; "Onlardan her birini kendi suçu sebebiyle cezaya çarptırdık: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir gürültü bastırıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmedi, onlar asıl kendi kendilerine zulmettiler." denilmektedir. Ankebut Sûresi'nin 37. âyetinde de, Medyen halkının helâk olmasıyla ilgili olarak "Ama onu yalanladılar. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde dizüstü çöküverdiler." denilmektedir. Bazı meallerde "titreme aldı" yerine "deprem sarsıntısı" ifadesi de kullanılmaktadır ki, diğer âyetlerle birlikte düşünüldüğünde Medyen halkının başına gelen felâket, bir sesten kaynaklanan gürültü olmalıdır ve bu ses, vücutlarında bir rezonans meydana getirerek onları tahrip etmiş olabilir. Semud halkının helâk edilmesi de yine Araf Sûresi'nin 78. âyetinde şöyle ifade edilmektedir: "Bunun üzerine onları o gürültü yakaladı da, yurtlarında dizüstü donakaldılar." Bazı meallerde Araf Sûresi'nin 91 ve 155. âyetlerinde geçen "racfeh" kelimesi yanlış tercüme ile deprem olarak ifade edilmiştir. Bu kelimeyle kastedilen hâdise, sesin sebep olduğu bir titreşim olmalıdır. Yasin Sûresi'nin 28. ve 29. âyetlerinde, ses dalgalarının tahrip edici özelliği şöyle vurgulanmaktadır: "Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik; zaten indirecek de değildik; sadece tek bir ses yeter, hemen sönüp gittiler." Ses dalgaları ile düşman kuvvetlerinin tahrip edilmesi hususu, üzerinde çalışılması gereken bir konu olarak görünüyor. Kamer Sûresi'nin 31. âyetinde ise; "Biz onlara korkunç bir ses gönderdik, davar ağılındaki kuru ot ve çırpı gibi oldular." denilmektedir. 

Haşir Sûresi'nin 21. âyetinde; "Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz." denilmektedir. Bu âyette, ses dalgası ile rezonanstan dolayı bir parçalanmaya işaret edilmiş olabilir. İleride dağlardan yollar açabilmek için, ses dalgaları ile dağları rezonansa getirme üzerinde çalışmalar yapılabilir. Rad Sûresi'nin 31. âyetinde; "Eğer dağları yürütecek, yeri param parça edecek, ölüleri bile konuşturacak bir kitap olsaydı, işte o, bu Kur'an olurdu!" buyrulmaktadır. Yine Enbiya Sûresi'nin 79. âyetinde; "Davutla beraber tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık." ifadesinde Hz. Davut'un (as) sesiyle dağların rezonansa gelmesi ve ses dalgalarını aksettirme mu'cizesi anlatılmaktadır. Benzer bir teknoloji ile ileride sesleri daha geniş ortamlarda ve yüksek şiddette yaymak mümkün olabilecektir. 

Muhammed Sûresi'nin 30. âyetinde; "Hattâ sen onları (münafıkları) ses tonlarından kesinlikle tanırsın. Allah bütün işlerinizi bilir." denilmektedir. İyi bir ses analizi ile bir yalan makinesi yapılıp şahsın doğru söyleyip söylemediği hakkında bir fikir edinilebilir. Mevcut yalan makineleri, temel olarak kan basıncı ve nabız atışındaki artış gibi adrenalinin yan tesirlerini ölçerek çalışmaktadır.

Depremlere karşı dağların ve dağlık bölgelerin daha korunaklı olduğu bilinen bir gerçektir. Dağların oluşturduğu büyük kütlelerin hem deprem dalgalarını söndürme, hem de kütle artışına bağlı olarak deprem frekansını düşürme ve deprem dalgalarının tahribatını azaltma tesirleri mevcuttur. Bu hakikatlere birçok âyette işaret edilir: Hicr Sûresi'nin 19. âyetinde; "Yeri uzatıp yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, yine orada miktarı ve ölçüsü belli olan her çeşit nebatı bitirdik." denilmektedir. Nahl Sûresi'nin 15. âyetinde; "Hem dünya, hareketleriyle sizi sarsmasın diye yeryüzüne ağır baskılar çaktı, sabit dağlar koydu, maksatlarınıza ermeniz için ırmaklar, geçitler yerleştirdi." buyrulmaktadır. Çamaşır makinelerinde dönen kazan titreşimlere yol açmaktadır ve kazanın üzerine ciddi bir ağırlık yerleştirilerek titreşimlerin azaltılması hedeflenir. Yeryüzündeki titreşimleri azaltmada ise bu görevi dağlar üstlenmiştir. Enbiya Sûresi'nin 31. âyetinde; "Yerin insanları sarsmaması için oraya dağlar yerleştirdik. Maksatlarına ermeleri için orada geniş yollar, geçitler yaptık." denilmektedir. Neml Sûresi'nin 61., Lokman Sûresi'nin 10., Kaf Sûresi'nin 7. ve Nebe Sûresi'nin 7. âyetlerinde de benzer ifadeler geçmektedir.

Netice olarak, ses ve titreşim yönüyle Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinin yeniden ele alınıp yorumlanmasına ihtiyaç vardır. Çünkü yukarıda belirtilen âyetler, mevcut ilmî hakikatlere işaret etmekle birlikte, ileride yeni teknolojilerin gelişmesine de öncülük edebilecek mânâlar ihtiva etmektedir.

Bu konuyu yazdır