Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,077
» Son Üye: kuyucadisi
» Toplam Konular: 2,836
» Toplam Yorumlar: 3,067

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 911 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 911 Ziyaretçi

Son Aktiviteler
Nereden Başlamalıyım?
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: desdinova
07-04-2025, Saat: 11:03
» Yorumlar: 0
» Okunma: 529
Ayahuasca çayi hakkinda b...
Forum: ŞAMANİZM
Son Yorum: Gümüşkurt
29-12-2024, Saat: 23:19
» Yorumlar: 0
» Okunma: 476
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 897
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 814
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,767
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 9,205
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 26,515
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,444
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,724
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,993

 
  Agarta-Yeraltı Devleti
Yazar: Emka - 17-06-2016, Saat: 19:58 - Forum: AGARTA - Yorum Yok

u2at-shambhala1.jpg


Agarta Yeraltı Dünya Devleti, çağımızda, insanlığın içine sokulduğu uyanış, idrâkleniş sürecinde, dolaylı ve dolaysız yollarla yapıldığı geniş işlevi ve etkisi ile yeryüzünün toplumsal her türlü eylem ve girişimlerinde söz sahibi olarak, yeryüzünün derin yeraltı yapay yerleşim sitelerinde görkemli çalışmalarını sürdürmektedirler. Araştırmalar, gözlemler ve gelenekler böyle söylüyor. 

Onbinlerce yıl önce, dış dünyaların üstün senyörleri tarafından kurulduğu belirtilen bu bilgelik ülkesinin, son derece gelişmiş milyonlarca vatandaşı ile, yeryüzünün derin yapay mağara sistemleri içersine yerleşerek, buralardan dünya insanları aralarına zaman zaman dahil edilen yüksek ve kimliği çoğu zaman saklı üstatlar, liderler, bilim adamları vb. vasıtasıyla beşeri evrim ve gelişimin belirli bir program üzere gerçekleşmesini sağladıklarını, çeşitli kaynaklar ifade etmektedirler. 

Bu yapıtla, Yeraltı Uygarlığı'na ilişkin, bazı Doğu ve Batı kaynaklarından alınan görüş, yorum ve bilgiler bir araya getirilmişler ve iddiasız olarak sunulmuşlardır. Ne var ki, Hakikâtler'in esas kendileri olmayan bu bilgiler, şimdilik hiç değilse, belirli bir önbilgi ve kavram oluşturmak bakımından önemlidir.

Bu konuyu yazdır

  NEGATİF ENERJİDEN KORUNMA
Yazar: Spiritüeller - 17-06-2016, Saat: 18:25 - Forum: SAĞLIK - Yorum Yok

Fizik biliminde bir yasa vardır: Enerjinin Korunumu. Bu yasa der ki: Enerji yoktan var edilemez, yok edilemez fakat enerji başka şekillere dönüşebilir. Basit örneklerle rüzgar ve güneş enerjisinin elektrik enerjisine dönüşmesi gibi. 

İnsan vücudunda da sinir sistemi elektrik sinyalleri ile çalışır. Tüm hücrelerin, organların ve bedendeki fonksiyonların enerjiye ihtiyaçları olduğu gibi, dönüştürerek etrafa yaydıkları bir enerji de vardır. İnsan manyetik bir alana sahiptir. Bu alan aura ismiyle de adlandırılmaktadır. Her insanın bir aurası vardır. Bu aura alanı çevreyle iletişim halindedir. İnsan gözüyle genellikle görülmez. Görebilenler vardır. “Kirlian Fotoğrafçılığı” gibi tekniklerle de ayrıca incelenebilmektedir.

İnsanlar ve pek çok hayvan türü duygusaldır. Olaylara durumlara tepkiler verirler. Enerjinin dönüştüğü bir başka alanda duygulardır. Mutlu, olumlu, pozitif bir enerji alanı bir anda yerini mutsuz, olumsuz, negatif bir enerji alanına bırakabilmektedir. Bunun kaynağı bir kişi ile karşılaşmak, bir olaya tanık olmak, bir telefon görüşmesi yapmak, bir yerlerden bilgi almak, bir ortamda bulunmak ve niceleri olabilmektedir. İstanbul’da yaşayan ve metrobüs kullanan bir çok kişi mutsuz, depresif, stresli ve gergindir. Enerjileri oldukça düşüktür. Çünkü metrobüsler onlarca insanın sıkışarak bir araya geldiği toplu taşıma araçlarıdır. Kimisi işine, kimisi evine, kimisi bir randevusuna, kimisi hastaneye yetişmeye çalışmaktadır. Boş metrobüs beklemek, bunun gelmeyeceğini anlamak, dolu bir metrobüse binmek ve bin bir çeşit insanla içli dışlı seyahat etmek gerçekten zordur. Evden çıkarken enerjisi yüksek keyfi yerinde olan bir kişi, metrobüse bindikten bir süre sonra öfkeli, sinirli bir ruh haline bürünebilmektedir. Yoğun trafikte tampon tampona giden bir çok araç sürücüsü içinde durum böyledir. İş yerinde sürekli sizi rencide eden bir üst düzey yetkilinin varlığı da enerjinizi bir anda dibe çekebilir.

GCGNBCNB.jpg


Evinizdesiniz, her şey yolunda, patlamış mısır yerken film keyfi yapmaktasınız. Ne metrobüs, ne iş yeri ne de trafik derdiniz var. Sadece o anı değerlendirmek istiyorsunuz. Telefon çaldı karşıda çok sevdiğiniz bir arkadaşınız var. “Naber? Nasılsın? İyiyim film izliyorum sen nasılsın? Bırak filmi de ne olacak bu ülkenin hali?” Gel buradan yak! Ağzınızda bir tane patlamış mısır, film dondurulmuş ekranda sizi bekliyor fakat siz en sevdiğiniz arkadaşınızla ülkenin hallerini tartışırken buldunuz kendinizi. Arkadaşınız belli ki bir şeyler tarafından olumsuz etkilenmiş, enerjisel olarak berbat bir duruma gelmiş, kurtuluş yolu olarak size sarmış. Bu telefon konuşmasının ardından enerjiniz ne hale geldi? Filmi izleyecek aynı enerjiye sahip misiniz yoksa dışarı çıkıp biraz hava almak mı istiyorsunuz? Bunun sebebi arkadaşınızın o anda yanınızda olmasa bile olumsuz enerjisini size yüklemesidir. Metrobüslerde ve trafikte de durum böyledir. Adeta bir virüsün yayılması gibi olumsuz ruh halleri kişilere yayılmaktadır. Yanınızda duran bir adam üzüntü ve keder içerisinde olabilir. Sizde yanında durduğunuz müddetçe o olumsuz enerjiye maruz kalacak ve kendinizi kötü hissedeceksinizdir.

Bunun tam terside mümkündür. Olumlu, pozitif enerji alanları diğer kişilere ve ortamlara bulaşıp onlara iyi yönde etki edebilmektedir. Ortamlar demişken evet ortamların da enerjisi vardır. Bir hastanenin enerjisi ile okulun enerjisi aynı değildir. Bir deniz kenarının veya göl manzarasının enerjisi ile şehir merkezinin enerjisi aynı değildir. Ortamlar ve kişiler adeta bir vampir gibi enerjileri çekebilmektedirler. Bunlara “enerji vampirleri” denilmektedir. Bu size oldukça adaletsiz gelebilir. Olumlu enerjileri kaçırıp yerine olumsuz enerji koyanlar benim gözümde hırsız gibidir. Peki bu enerji kaçaklarının bir alarm sistemi veya kapı kilidi var mı? Elbette var. İşin bu kısmı biraz fantastik gibi görünüyor ancak insan ve insana ait sistemler tam anlamıyla çözülemediği için bu konuları sadece deneyimlemenizi ve kendiniz karar vermenizi öneriyorum.

Topraklanma:

Negatif enerji’lerden korunma yollarını anlatmadan önce “topraklanma” konusuna değinmek istiyorum. Çünkü korunma sistemlerinden önce topraklanma yapılması gerektiğine inanıyorum. En klasik yöntemle çıplak ayak toprağa basarak kendinizi topraklayabilirsiniz. Gayet bilimseldir. Üzerinizdeki elektrik toprağa akar rahatlarsınız. Toprak imkanınız yoksa duş alabilirsiniz. Akan su sizi topraklayacaktır. Bir diğer yöntem ise ılık-sıcak arası bir tuz solisyonuna ayaklarınızı batırmaktır. Ayak tabanlarınızın altındaki gözeneklerden tuzlu suya vücudunuzdaki toksinler ve negatif enerji akacaktır. Tuzun deniz tuzu veya himalaya tuzu olması gerekmektedir. Tüm bunlar bilimsel olarak yapabileceğiniz elle tutulan gözle görülen topraklanma çeşitleridir. Bunları yapabilirsiniz ancak size önereceğim yöntemi de mutlaka yapın. Ayağınız toprakta, tuzda, suda vs. olmayabilir. Bırakın toprağı apartmanın en üst katında olabilirsiniz. Sakin bir köşeye gidip burnunuzdan derin nefesler alıp yine burnunuzdan verin. Bunu bir kaç kez tekrarlayın. Gözlerinizin kapalı olup olmaması önemli değil fakat yeni başlayanlar için kapalı olması daha uygun olur. Taç çakranızdan (kafanızın üzeri) beyaz yada mor bir ışığın vücudunuza girdiğini imgeleyin. Bu ışık omurganız boyunca ilerleyerek tüm vücudunuza yayılıyor. Ardından ayaklarınızdan çıkarak evrenle birleşiyor. Ayaklarınızı bir ağacın kökleri gibi düşünebilirsiniz. Yüksek katlı binalarda olabilirsiniz fakat bu köklerin toprağa kadar uzandığını imgeleyebilirsiniz. Işık içinizden geçtikte sizin üzerinizdeki tüm negatif enerjiyi de alıp götürüyor. Artık topraklandınız.


hls1.h1.jpg


İmgeleme Yöntemleri İle Negatif Enerji’den Korunma:

Birkaç yöntem var. Bağımlı kalmak zorunda değilsiniz. Kendi tasarımınız bir korunma sistemi de geliştirebilirsiniz.

1.Yöntem:

En klasik olanı budur. Siyah, gri, kahverengi gibi karanlık ve koyu renkler dışında bir renk belirleyin. Bu rengin bir yumurta gibi sizi içine aldığını düşünün. Renk parlak ve çok güçlü. Dışarıdan gelen tüm olumlu, pozitif enerjileri ve titreşimleri içine geçiriyor. Size zararı dokunacak enerji ve titreşimleri ise dışarıda tutuyor. Hayalinizde oluşturduğunuz bu baloncuğu gün içerisinde sürekli düşünerek güçlendirebilirsiniz. Beyaz, mor ve pembe baloncuklar en çok tercih edilenlerdir.

2.Yöntem:

Aynı şekilde bir baloncuk düşünün ancak bu kez çeperinin ateşten olduğunu imgeleyin. Dışarıdan gelen tüm negatif enerji ve titreşimler bu ateşe değdiği anda yok olup gidiyorlarlar. Aynı zamanda daha güçlü olması açısından 1.yöntemdeki sistemi uygulayıp üzerine bir de bunu yapabilirsiniz.

3.Yöntem:

Sizi çevreleyen bir ayna olduğunu imgeleyin. Dışarıdan gelen tüm zararlı enerjiler bu aynaya çarparak geri dönecekler. Aynalarınızı çeşitli şekillerde hayal edebilirsiniz.

4.Yöntem:

“Kurşun döktürme” konusunu bilmeyeniniz yoktur. Kurşun bir element olarak radyoaktif ışınlara dahi dayanıklıdır. Sizi çevreleyen kurşun bir zırh imgelerseniz dışarıdan gelen tüm negtiflere karşı kendinizi koruma altına alabilirsiniz.

5.yöntem:

Duş altıktan sonra içerisine sirke karıştırılmış bir kova suyu üzerinize dökebilirsiniz. Sirke iyi bir temizleyicidir. Auranızı ve enerji alanınızı temizlediği gibi vücudunuza da iyi gelecektir. Kokusu ise kısa sürede gidecektir. (1 kovaya yarım çay bardağı yeterlidir.)

Yöntemleri uygularken, kendi bedeniniz dışında odanızı, ofisinizi, bulunduğunuz binayı, mahalleyi hatta şehri ve ötesini bile koruma kalkanı altına alabilirsiniz. Sevdiklerinize onların haberi olmasa bile bu tip bir imajinasyon ile kalkan göndererek onlarında korunmasını sağlayabilirsiniz.

Bu konuyu yazdır

  BAŞ MELEK GABRİEL 16.06.2016
Yazar: Emka - 17-06-2016, Saat: 07:52 - Forum: Gabriel (Cebrail) - Yorum Yok

Archangels-Gabriel-as-Per-Islam-Christia...65x384.jpg



BAŞMELEK GABRİEL - Günlük Mesajı – 16.06.2016 Perşembe
HİSSETTİĞİM BU ŞEY ŞU ANDAKİ HAYATIM İÇİN GEÇERLİ Mİ?(Does What I'm Feeling Apply to This Lifetime?)

Farkındalığınız dahilinde birçoğunuzun bu yoğun enerjili zamanlarda kendisine “Bu bana mı ait?, “Bu kime ait?”, “Bu kolektiften mi geliyor?” diye sormaya başlamasını seviyoruz. Hepsi de harika sorular! Fakat biz, sormanızın faydalı olabileceği başka bir unsur eklemek istiyoruz: “Bu, bu hayattan mı geliyor?” ve “Bu, bu hayatta geçerli mi?”

Anlayacağınız, birçoğunuzun şu anda salıverilmek üzere yerinden oynatılmış, derin inanç katmanları var. Birçoğunuz için bu, farklı hayatlarda oluşmuş olan eski yaraların kalıntısı. Bu hayat ifadeniz özgün gücüne kavuşmak üzereyken ve kendinizi ruhsal varlıklar ve yaratıcılar olarak kucaklarken, o başlıkların etrafındaki birçok eski korku temizlenmek üzere ortaya çıkıyor. Bunların şu anda deneyimlemekte olduğunuz enkarnasyonlarınızla hiçbir ilgisi olmadığını fark etmeniz önemlidir.


“Hissettiğim bu şey şu andaki hayatım için geçerli mi? diye sormak inanılmaz derecede özgürleştiricidir. Bu soru, rahatlıkla salıvermenizi sağlar fakat sağlamazsa bile daha hafif ve özgün bir şekilde ilerlemenize imkan verir. “Şimdi Anı”ndaki gerçeğinizi daha detaylı tanımlamanıza ve taptaze ve güçlü yollarla yaratmanıza yardım eder. ~Başmelek Gabriel

Bu konuyu yazdır

  MESNEVİ VE MESNEVİLİK
Yazar: Emka - 17-06-2016, Saat: 07:44 - Forum: MESNEVİ - Yorum Yok

Özellikle Arap, Fars ve Osmanlı edebiyatında kendi aralarında uyaklı beyitlerden oluşan ve aruz ölçüsüyle yazılan şiir biçimidir.

Kısa kısa : Arapça’da "müzdevice" denilen mesnevi türü ilk olarak 10’uncu yüzyılda İran edebiyatında ortaya çıkmıştır. Türk edebiyatına girişi 11’inci yüzyılda Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı yapıtıyla başlar. Her beytinin ayrı uyaklı olması yazma kolaylığı sağlar. Bu nedenle uzun aşk öykülerinde, destanlarda mesnevi kullanılmıştır. 

Mesnevi bir eser başlıca : Tevhid, münacat, na’t, miraciye bölümlerinden oluşur. 

Mesneviler aşk mesnevileri, dinsel-tasavvufi mesneviler, ahlaksal ve öğretici mesneviler, savaş ve kahramanlık konusunu işleyen gazavatnameler, bir kentin güzelliklerini anlatan şehrengizler ve mizahi mesneviler diye ayrılabilir.
Mesnevi Nedir (Detay)
Mesnevi türünün temeli Arap ve İran edebiyatlarına dayanır. Diğer pek çok edebi türde olduğu gibi mesnevide de Divan şairlerimiz başlangıçta Arap ve İran edebiyatına ait belli başlı mesnevileri tercümeyle işe başlamışlar; ardından da müstakil ve orijinal mesneviler yazmışlardır. Özellikle 17. yüzyıldan sonra artık şairlerimiz, yapılarını milli kimliğimizin oluşturduğu mesneviler yazmaya başlamışlardır. Bu konuda Muhammet Kuzubaş'ın Mahzen-i Esrar ile Nefhatü’-l Ezhar Mukayesesi adlı çalışması, mesnevilerimizin İran ve Arap kültüründen çıkarak yerli kaynaklara yöneldiğini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.


Mesnevinin Özellikleri:


1. Her beyti kendi arasında kafiyelidir. Yani aa, bb, cc, dd…
2. Bu şiirlerde konu ve beyit sayısı bakımından sınır olmadığı için Divan şairleri bu tür ile uzun şiirler yazmışlardır. Mesela, Mevlana’nın Mesnevi’si 25.700 beyitten oluşmuştur. Ünlü İran Şairi Firdevsî’nin Şeh-nâme’si de yaklaşık 60.000 beyittir.
3. Edebiyatımıza İran Edebiyatı’ndan geçmiştir.
4. Mesnevide beyitler, kendi içinde anlam birliğine sahiptir, beyitler arasında konu birliği gözetilir.
5. Her beytin ayrı ayrı kafiyelenişi yazma kolaylığı sağlar.
6. Uzun mesnevilerde monotonluğu ortadan kaldırmak için hikaye kahramanının ağzından söylenen gazellere de yer verilmiştir.
7. Bazı şairler beş veya beşten fazla mesnevi yazmışlardır. Bunlar da ayrı isimlerle anılır. Beş mesnevinin bir araya gelmesiyle oluşturulmuş esere hamse denir. Ali Şir Nevâî, Taşlıcalı Yahya, Hamdullah Hamdi, Nergisî hamse şairlerinden bazılarıdır.
8. Aruzun kısa kalıpları ile yazılır.
9. Edebiyatımızda mesnevi türünün ünlü isimleri şunlardır: Fuzûlî, Şeyhi, Nâbî, Şeyh Galip.
10. Mesnevilerde çeşitli konular işlenir.

Not: Her beytin kendi arasında uyaklı oluşu şaire söyleme kolaylığı sağlamış, şair böylelikle işlediği konuyu istediği kadar uzatabilmiştir.


Mesnevi Çeşitleri


1. Aşk konulu mesneviler: Fuzûlî- Leyla vü Mecnun
2. Dinî ve tasavvufî mesneviler: Mevlid (Vesiletü’n-Necat)- Süleyan Çelebi, Şeyh Galib- Hüsn ü Aşk
3. Tarihi- Destanî mesneviler: Mihailoğlu Ali Beğ - Gazavatnâme
4. Bir şehri ve güzelliklerini anlatan mesneviler: Bu tip mesnevilere şehr-engiz de denir. Türk edebiyatına özgü bir mesnevi türüdür. Önemli bir kenti güzellikleri ve önemli özellikleri ile anlatmayı amaçlar. Taşlıcalı Yahya - İstanbul Şehr-engizi, Enderunlu Fazıl - Zenan-nâme.
5. Hiciv ve mizah konulu mesneviler: Toplumun ya da kişilerin aksak ve eksik yönlerini, zaaflarını yermek ve bir anlamda ibret vermek amacıyla yazılan iğneleyici mesnevilerdir.Şeyhi’nin Harname’si bu tür mesnevilerin en güzel örneğidir.
6. Ahlakî-öğretici mesneviler: Nâbî- Hayriyye
Not: Divan Edebiyatında bugünkü anlamda öykü ve roman yoktu. Mesneviler bir bakıma bugünkü öykü ve romanın, İslamiyet’ten Önce Türk Edebiyatı’ndaki destanın Divan Edebiyatındaki karşılığıdır.
Mesnevinin Tarihî Gelişimi
Mesnevî nazım şekli İran edebiyatında doğmuş, buradan Arap ve Türk edebiyatlarına geçmiştir. Arap edebiyatına mesnevî Harun Reşid devrinde Âbân el-Lâhıkî(öm. 815)'nin Pehlevî dilinden çevirdiği Kelile ve Dimne eseriyle girmiştir. Aynı şairin başka çevirileri de vardır. Mesnevi, Arap edebiyatında daha çok Farsça'dan yapılan çevirilerde kullanılmış, ayrıca öğrenilmesi ve ezberlenmesi istenilen konularda da bu şekle başvurulmuştur. Fakat Arap şairleri bu şekle mesnevî dememişler, önceleri Kasîde i Müzdevice ya da yalnızca Müzdevice adını vermişlerdir. Bu tür eserler aruzun reces bahriyle yazılmış olduğundan bunlara Recez adı da verilmiştir. Daha sonraları da Urcuze denmiştir. Bu şiirlerin her mıs-ra'ına da Satar adı verilir.
İran'ın öz malı olan mesnevî şekli Pehlevice yazılmış eserlerle başlamış ve X. yüzyılda yazılmağa başlanan "şah kitabı" anlamında ve İran'ın destânî tarih 
leri olan şehnamelerden Mes'ûdî'rim Şehname 'si "Mefâ'îlün mefâ'îlün fa'ûlün" vezniyle yazılmıştır. Sonra Dakîkî'nın Hudâynâme'smden başlayarak şehnamelerde mütekârib bahrinin "Fa'ûlün fa'ûlün fa'ûlün fa'ûl" kalıbı kullanılmağa başlanmış, bu yüzden de bu kalıba "Şehname vezni" denilmiştir. Yine bu devirde Rûdekî (ölm. 940-41 )'nin Kelile ve Dirnne ile Sindbâdnâme's'ı mesnevî şeklinde yazılmış eserlerdir.
Gazneliler devrinde yani X. ve XI. yüzyıllarda Ayyûkî'rim Varka ve Giilşâh ve Unsurî (ölm. 1031)'nin Vâmık u Azrâ adlarındaki aşk hikâyeleri tanınmış mesnevîlerdir. Bunlardan birincisinin konusu Araplardan, ikincisi de Yunanlılardan alınmıştır. Devrin büyük şairlerinden Firdevsî (ölm. 1021 ?) daha önce yazılmış şehnamelerden ve halk arasında söylenegelen hikâyelerden de yararlanarak 60 bin beyitlik Şehnâme'sım yazarak Gazneli Sultan Mahmud'a sunmuş, ama Sultan kendisine söz verdiği, her beyit için bir altınlık ödülü vermeyince Firdevsî onu ağır sözlerle suçlayarak Bağdad'a kaçmıştır. Firdevsî'nin Şehname'si, İran destanlarının en tanınmışı olduğu gibi, dünyadaki bu tür birkaç büyük eserden de biri sayılır.
Selçuklular devrinde İran'ın en büyük şairi sayılan Nizâmî-i Gencevî (ölm. 1025) ilk kez beş mesnevî yazarak bir Hamse ortaya çıkarmıştır. Mahzenü'l-es-râr, Hüsrev ü Şîrîn, Leylî vü Mecnûn, Heft-peyker, İskender nâme' den teşekkül eden hamse, İran ve Türk şairlerince Hamse örneği olarak kabul edilmiştir. Bu mesnevîlerin hepsi kısa vezinlerle yazıldıklarından Nizâmî'yi örnek alan mesnevî şairleri de hep kısa vezinler kullanmışlardır. Aynı devirde Ferîdii'd-dîn Attâr (ölm. 1230)'ın ünlü Mantıku't-tayr adlı tasavvufî mesnevîsi de hem çok okunan hem de Türk edebiyatına çok etki eden bir eserdir.
İran'da Moğollar devrinde yetişen Sa'dî-i Şirâzî (ölm. 1291) mesnevînin de en büyük ustalarından biri sayılmıştır. Bostan adlı mesnevîsi çok tanınmış bir eserdir. Türkçeye birçok kez çevrilmiş, hem mesnevî hem de gazel şairleri üzerinde etkili olmuştur. Husrev-i Dehlevî (ölm. 1325)'nin Matla'ü'l-envâr, Husrev ü Şirîn, Leylî vü Mecnun, Âyine-i İskender, Heft-bihişt mesnevîlerinin oluşturduğu Hamse'si çok tanınmış bir eserdir.
Timurlular devrinde İran mesnevîleri daha çok tarihi konularda yazılmıştır. KazvînVrim İslâm tarihini nazmetttiği Zafernâme adlı büyük eseri, Şerefeddin Yez-dî (ölm. 1457)'nin Zafernâme'si bu tür mesnevîlerin en iyilerindendir. Bu devrin büyük şairi Abdurrahman Câmî(öm. 1492). Heft-evreng adını verdiği yedi mesneviyi bir araya getirmeyi başarmıştır. Bunlar içinde özellikle Salâmân u Absâl, Yûsuf u Züleyhâ, Leylî vü Mecnûn mesnevîleri çok ünlü aşk hikâyeleridir.
XVI. Yüzyıldan sonra mesnevî şekli İran edebiyatında gittikçe güçsüz eserler vermeğe başlamış, önceki büyük mesnevî ustalarına yetişecek değerde şair görülmemiştir.


mesnevi-tum-dunyayi-sariyor.jpg


Türk Edebiyatında Mesnevi


Türk edebiyatında ilk uzun mesnevî XI. yüzyılda Yusuf Hâs Hâcib (ölm. 1077)'in Kutadgu Bilig "Kutlu olma bilgisi" adlı eseridir. Mütekârib bahrinin "Fa'ûlün fa'ûlün fa'ûlün fa'ûl" kalıbıyla 1069 yılında yazılmış olan bu eserde uygun yerlere dörtlükler sıkıştırılmış, sonuna da kasîde şeklinde parçalar eklenmiştir. 6645 beyit tutan bu büyük eser, başında bir münâcât, na't ve eserin sunulduğu Tabgaç Buğra Han'a övgü ile başlar. Bu durumuyla eksiksiz bir mesnevî örneğidir. Kutadgu Bilig, Güntoğdu adlı bir hükümdarın Aytoldı adındaki veziri ve onun ölümünden sonra oğlunun bu bilge kişiyle değişik konulardaki konuşmalarından meydana gelmiştir. Yazar, eserinde hayat görüşünü, felsefî fikirlerini söylemiş, hikmet dolu sözlerle iyi bir hükümdarın nasıl olması, insanları nasıl yönetmesi gerektiğini, iyi bir vatandaş, dindar bir insanın davranışlarını anlatmış, insanlara doğru yol gösterecek, mutlu olmalarını sağlayacak öğütler vermiştir.
XIII. Yüzyılda Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ölm. 1273)'nin, yazıldığı nazım şekliyle anılan 25618 beyitlik büyük eseri, Mesnevî-i Mânevi's Farsça olduğu halde, Türk şairleri üzerinde yüzyıllar boyunca bıraktığı geniş etkisi bakımından sözü edilmeğe değer çok önemli bir eserdir. Mesnevî "fâilâtün fâilâtün fâ'ilün" kalıbıyla yazılmıştır. Bu yüzyıl sonunda Şeyyâd Hamza'nm 1529 beyitlik Yûsuf u Züleyhâ mesnevîsi edebiyatımızın ilk aşk mesnevisidir. Sula (Suli) Fakîh'm 4800 beyitlik büyük Yûsuf u Züleyhâ mesnevîsi de Şeyyâd Hamza'nınki gibi "fâ'ilatün fâ'ilâtün fâ'ilün" vezniyle yazılmıştır.
XIV. Yüzyılda Altınordu edebî alanında Kutb'un Nizamî hamsesinden yararlanarak ve kendisinden çok şeyler katarak yazdığı, Husrev ii Şîrîn mesnevîsi de, daha sonra birçok kez yazılacak olan Hüsrev ü Şirin hikâyelerinin ilkidir.
Anadolu'da büyük mutasavvıf şair Yûnus Emre (ölm. I320-21)'nin Risâle-tü'n-nushiyye adlı eseri "mefâ'îlün mefâ'îlün fa'ûlün" vezniyle yazılmış ahlâkî ve öğretici, 573 beyitli küçük bir mesnevidir (yazılışı 1307). Eserin başında ayrı bir vezinde küçük bir mesnevî parçası ve bir nesir kısmı vardır. Gülşefırî'riın 1317'de Attâr'dan çevirdiği ve birçok eklemelerle zenginleştirdiği Mantıku't-tayr mesnevîsi*83' ile Âşık Paşa (ölm. 1332)'nın 12.000 beyitlik ve on bab üzerinde düzenlediği Aşık Paşa Divanı veya Maârifnâme diye anılan Garîbnâme's'ı, Mevlânâ tarzında temsilî hikâyeler ve aralarına sıkıştırılmış gazellerle, ahlâkî, tasavvufî bir eserdir. Mesnevî gibi "fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün" vezniyle yazılmıştır. Yüzyılın ortalarında Hoca Mes'ûd'ım 5568 beyitli Süheyl ü Nevbahâr'ı (yazılışı 1350)' ile Erzurumlu Darîr'in (ölm. 1393'den sonra) 2120 beyitli Kıssa-i Yûsuf mesnevîsi (yazılışı 366), Şeylıoğlu Mustafa (ölm. 1410)'nın 7903 beyitli Hurşîdnâme (Hurşîd ü Ferahşâd)s (yazılışı 1387)' yüzyılın tanınmış aşk hikâyeleridir. Ahmedî (ölm. 1412), Firdevsî ve Nizâmî'den de yararlanarak Büyük İskender'in maceralarını 8.200 beyitle İskendernâme mesnevisinde anlatmış (yazılışı 1390) ve 4798 beyitle Cemşîd ü Hurşîd adlı aşk hikâyesini dile getirmiştir (yazılışı 1403). Emir Süleyman adına yazdığı Tervîhü'l-ervâh, 10.000 beyitten fazla tıbba dair bir mesnevidir. Mehmed'm 1398 yılında yazdığı ve Hümâ ve Ferruh adıyla da anılan 8702 beyitli büyük Işknâme'si bu adla yazılmış mesnevîlerin ilkidir. 
XV. Yüzyıldan başlayarak mesnevî,Türk edebiyatında hızlı bir gelişme göstermiştir. Yüzyılın başında Ahtned-i Dâ'î, manzum ve mensur pek çok eser yanında, en çok 1406 yılında tamamladığı Çengnâme mesnevîsi ile tanınmıştır. Süleyman Çelebî (ölm. 1421-22)'nin 730 beyitlik Vesîletü'n-necât adını verdiği, yüzyılın en önemli eserlerinden biri olan Mevlid'ı (yazılışı 1409), yazılmış pek çokmevlid içinde en tanınmışı ve yüzyıllar boyunca en çok okunanı olmuştur. Zaman geçtikçe öteki mevlidlerden de parçalar katılarak değişikliğe uğrayan Süleyman Çelebi Mevlidinde Münâcât, Vilâdet, Risâlet, Mi'râc ve Rıhlet bölümleriyle Hz. Peygamber'in hayatı, peygamberliği ve ölümü içli, dokunaklı bir dille anlatılmıştır. Eser, bir du'â bölümüyle bitirilmiştir. Mevlid, "fâilâtün fâ'ilâtün ü'ilün" vezniyle yazılmıştır.
Yüzyılın büyük şairlerinden Germiyanlı Şeyhî {Ölm. 1428-1431 ?)'nin Genceli Nizâmî'den etkilenerek yazdığı "Mefâ'îlün mefâ'îlün fa'ûlün" vezninde, 6944 beyitlik büyük Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsi Türkçe yazılmış Hüsrev ü Şî-rîn'lerin en tanınmışı olduğu gibi, Harnâme adındaki 126 beyitlik küçük mesnevisi de ilginç bir mizah ve sosyal hiciv eseridir. Abdî'rim 1429'da yazdığı Câmâsbnâme mesnevîsi de yüzyılın tanınmış eserlerindendir. 1446 yılında yazılan Yazıcıoğlu Mehmed(öm. 1451)'in Muhammediyye'si, Mevlid gibi yüzyıllar boyu beğenilerek okunan ve sevilen eserlerden biri olmuştur. Edirneli Şahidi (ölm. 1476) Türk edebiyatının ilk ve 6446 beyitle en uzun Leylâ vü Mecnûn mesnevisinin sahibidir. Cemâlî'nm Hümâ vü Hümâyûnu, Halîlî (ölm. 1485)'nin 1471'de yazdığı ve İznik'e yerleştikten sonra başından geçtiği söylenilen bir aşk hikâyesini anlatan Firkatnâme's Cem Sultan (ölm. 1495)'ın Selmân'dan Türkçe'ye çevirdiği 5374 beyitlik Cemşîd ü Hurşîd adlı mesnevîsi (yazılışı 1477), bu yüzyılın tanınmış eserlerindendir. Yüzyılın sonunda artık Türk şairleri de Nizamî gibi hamseler meydana getirmeğe başlamışlardır. Hamdullah Hamdı (ölm. 1503-04) gerçek bir mesnevî şairi olarak görünmüş, Nevâ'î ile aynı yıllarda Anadolu'da bir hamse meydana getirmiştir: Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnûn, Kıyâfetnâme, Tuhfetü'l-uşşâk, Mevlid. Bunlardan 6241 beyitlik Yûsuf u Zü-leyhâ'sı(yazılışı 1492) ve Leylâ vü Mecnûn'u^ (yazılışı 1500.4220 beyit) hamse içindeki en tanınmış mesnevîleridir. Sultan Bayezid II devri şairlerinden Hayatî, Nizamîye nazîre olarak Mahzenü'l-esrâr, Heft-peyker, İskendernâme mesnevilerini yazmıştır. 
Çağatay edebiyatında ise büyük şair, pek çok eserin sahibi Ali Şîr Nevâ'î (ölm. 1501), hamseyi de aşarak altı mesneviyi bir araya getirmeyi başarmıştır. Bunlar Hayretü'l-ebrâr (yazılışı 1483), Ferhâd u Şîrîn (yazılışı 1484), Leylâ vü Mecnûn (yazılışı 1484 ?), Hikâye-i Behrârn u Gür (Seb'a-i Seyyare) (Yazılışı 1484), İskendernâme ve Mantıku't-Tayr'a nazire olarak söylediği 3500 beyitlik Lisânü't-tayr mesnevilerdir.

XVI. yüzyıl, Türk edebiyatında en büyük mesnevî şairlerini yetiştirmiştir. Yüzyılın başında Mesthî Edirne Şehr-engizi; Tâcîzâde Cafer Çelebi (ölm. 1514) tarihi anıtları, gezinti yerleri ve güzellikleriyle İstanbul'u anlattığı 3571 beyitli, "Mefâ'îlün mefâ'îlün fa'ûlün" veznindeki Hevesnâme (yazılışı 1493) adlı eseri; Benli Hasan diye anılan Ahî (ölm. 1517) Hikâye-i Şîrîn ü Pervîz ve Rivâyet-i Gülnûn u Şebdîz mesnevîsi; Revânî (ölm. 1523-24), içki toplantılarının usullerini anlattığı küçük, zarif İşretnâme'siyle tanınmıştır. Câmî'nin hemen bütün eserlerini Türkçe'ye çevirdiği için Câmî-i Rûm diye de anılan Bursalı Lârni'î (ölm. 1531-32), Salâmân u Absâl, Unsurî'den etkilenerek yazdığı 5981 beyitlik Vâmık u Azrâ , Gurgânî'den Türkçe'ye aktardığı Vîs ü Ramin ve 1522 yılında bitirdiği Şem iiPervane mesnevîlerinin sahibidir. Yine mesnevî nazım şekliyle yazdığı Bursa Şehrengiz'inde yaşadığı şehrin doğal güzelliklerini anlatmıştır. HakîrVmn Leylâ vü Mecnûn mesnevîleri de bu yüzyılın eserleridir. Devrin büyük alim ve tarihçisi olarak tanınan Kemâlpaşazâde (ölm. 1534)"Mefâ'îlün mefâ'îlün fa'ûlün" vezninde 7030 beyitlik Yûsuf u Züleyhâ'sıyl) mesnevîde de kendini göstermiştir. Sayısız kasîde ve gazelleri yanında Şem' ü Pervane (yazılışı: 1524-25), Ahmed ü Mahmûd ve Şehr-engîz’iyle Zatî (ölm. 1546)'yi ve Şehzade Sultan Selîm adına 1542 yılında 5430 beyitli bir Leylâ ve Mecnûn yazan Lârendeli Hamdi'yi de belli başlı mesnevî şairleri arasında saymak gerekir. 
XVI. Yüzyılın bütün öteki nazım şekillerinde olduğu gibi mesnevîde de üstadı Fuzûlî (ölm. 1556)'dir. 440 beyitlik Beng ü Bâde adlı sembolik mesneviisinde afyonla şarabı karşılaştıran ve Boza, Nukl, Kebab, Kuşüzümü, Nebiz, Arak, Berş gibi yiyecek ve içecekleri şahıslandırarak bir macera içinde anlatan Fuzûlî, şarapla Şah İsmâ'il’i, afyonla da Osmanlı padişahı Sultan Bâyezîd'i anlatmak istemiştir. Fuzûlî, ayrıca divanı kadar sevilmiş ve okunmuş olan "Mef 'ûlü Mefâ'ilün fa'ûlün" veznindeki 3036 beyitli Leylâ vü Mecnûn adlı mesnevîsiyle de yazılışı 1535) mesnevî edebiyatımıza bir şaheser kazandırmıştır. Her üç edebiyatta Fuzûlî'ye kadar ve ondan sonra da pek çok kez yazılmış olan bu hüzünlü aşk hikâyesi onun kaleminde başka bir değer kazanmış, Mecnûn'la Leylâ'nın da-okulda başlayan maddî aşkı, eserin sonunda ilâhî aşka dönüşmüştür. Fuzû-li'nin eseri Türkçe yazılan Leylâ ve Mecnûn hikâyelerinin en güzelidir. Meyveleri konuşturduğu Sohbetü'l-esmâr'ı da 200 beyitlik küçük bir mesnevîdir.
Hümâ vü Hümâyun ile Gül ü Bülbül (yazılışı: 1552) mesnevîlerinin şairi Kara Fazlî (ölm. 1563), özellikle ikinci eseriyle ün kazanmış bir mesnevî üstadıdır, "Tasavvufî Gül ü Bülbül mesnevîsi gül ile bülbülün aşkını anlatan ince, içli bir hikâyedir. Güneş, sabâ, mevsimler bu hikâyenin şahıslandırılmış kahramanlarıdır.

Yine bu yüzyıl şairlerinden Taşlıcalı Yahya Bey (ölm. 1582), müretteb büyük bir Divan'ı da olduğu halde daha çok mesnevî şairi olarak tanınmıştır. Yahya Bey, Gencîne-i Râz, Gülşen-i Envâr, Kitâb-ı Usûl, Şâh u Gedâ ve Yûsuf u Züleyhâ adlarındaki beş mesnevîsiyle bir hamse meydana getirmiştir. Gencîne-i Râz (yazılışı: 1540-41) 40 makaleden oluşan, 3.000 beyitli dini ve öğretici bir eserdir. Gülşen-i Envâr (yazılışı: 1551; 2.900 beyit) sultanlığın şartları, gafillerin terbiyesi, dünyaya bağlılığın zararları ve kanaatin yararları hakkında öğretici, eğitici bir eserdir. Bunda da arada öteki mesnevîlerde de olduğu gibi "tenbih", "temsil", "hikâye" başlıkları altında bazı olaylar anlatılmıştır. 3112 beyitli Kitâb-ı Usûl (Usulnâme)'de Yahya Bey, 12 "makam" ve 7 "şube" içinde adalet, zulüm, uzlet, velîlik, doğruluk, selâmet, karanlık ve aydınlık, evlilik, günah... gibi konularda araya hikâyeler ve latifeler de katarak fikirlerini ve öğütlerini söylemiştir. Hamse içinde özellikle 5180 beyit tutarındaki Yûsuf u Züleytıâ'sı Türk edebiyatında bu konuda yazılmış mesnevîlerin en güzeli sayılır. Yahya Bey'in Edirne Şehr-engîzi ve İstanbul Şehr-engîzi mesnevî şekliyle yazılmış eserlerdir. 
Yüzyılın sonlarında Azerî İbrahim Çelebi (ölm.'1585)'nin 24 hikâyesini topladığı Nakş-ı Hayâl (yazılışı: 1597) adlı mesnevîsiyle, Hâkânî (ölm. 1606-07)'nin Hilye'sı (yazılışı: 1598-99. 716 beyit) tanınmış eserlerdir. Özellikle Hilye bu konuda yazılmış eserlerin en ünlülerindendir. Hz. Peygamber'in baştan ayağa bütün vücut yapısını, yüzünün ve ahlâkının güzelliğini anlatan bu mesnevî, Mevlid ve Muhammediye gibi çok okunmuş bir eserdir.
Bu yüzyılda ayrıca Celâlzâde Salih (ölm. 1565), 1554-1555 yılında bir Leylâ ve Mecnûn; Abdurrahman Gubârî (ölm. 1566) de bir Yûsuf u Züleyhâ ve Bursalı Celîlî (ölm. 1569'dan sonra) 2019 beyitli bir Hüsrev ü Şîrîn (yazılışı: 1512) mesnevîsi yazmışlardır. Halife (ölm. 1572)'nin bir Leylâ ve Mecnun'u, İznikli Bekâyî (ölm. 1572)'nin de bir Gül ü Bülbül (yazılışı: 1565) mesnevîsi vardır.

XVII. Yüzyılda başlıca mesnevî şairleri olarak Ganîzâde Nâdirî, Nev'îzâde Atâ'î, Nâbî ve Sâbif'ı görüyoruz. Ganîzâde Nâdirî (ölm. 1526-27), Divanı'ndan çok Mi'râciyye kasîdesi ve Şehname mesnevîsiyle tanınmıştır. Firdevsî'nin Şehname'siyle aynı vezinde, 2.000 beyitlik Şehname 'sinde Türk şairlerinin kasîde ve gazelde İranlıları geçtiğini ama mesnevîde henüz onlara yetişmediklerini söyleyerek, bu eksikliği gidermek için mesnevîsini yazdığını anlatmıştır. İçinde parlak beyitleri, canlı tasvirleri bulunmakla birlikte, Nâdirî yalnızca Sultan II. Osman'ın tahta çıkışından başlayarak Hotin seferini, Padişah'ın İstanbul'a dönüşü ve iki şehzadenin doğumunu anlatabilmiştir. Nev'îzâde Atâ'î (ölm. 1654) müretteb Di-van'ı ve özellikle Şakâ'ik Zeyli gibi çok değerli bir eseri yanında Nizamî Hamsesi'ne nazîre olarak söylediği Hamsesi'yle de ün kazanmıştır. Atâ'î hamsesi Sâ-kînâme diye de anılan Alemnümâ, Nefhatü'l-ezhâr, Sohbetü'l-ebkâr, Hilyetü'l-efkâr ve Heft-hân adlı mesnevîlerinden meydana gelmiştir. 1017 yılında yazdığı Sâkînâme'mn önsözünde, bir toplantıda İran şairlerinin kasîde ve gazelde geçildiği, mesnevîde ise geride kalındığı konusunda tartışıldığını ve Kâfzâde Fâ'izî'nin bu açığı kapatmak için kendisine sürekli ısrarı üzerine mesnevî yazmağa karar verdiğini söyleyen Atâ'î eserinde şarap, asma, kadeh, sürahi, pîr-i mugân ve meyhaneden sözetmiş, içki toplantılarını övmüştür. 1624 yılında yazdığı Nefhatü'l-ezhâr'da 20 safha içinde padişahların özelliklerini, güzel söz söyleyenler, soğuk latifeler yapanlar, âşıklar ve cömertler; Sohbetü 'l-ebkâr'da (yazılışı: 1625) ise 40 safhada aşk, ibadet, tevazu, fazilet, sadakat, iyilik, yalan gibi konular üzerinde durmuş, arada küçük hikâyeler de anlatmıştır. Hamsenin en önemli mesnevîsi olan Heft-hân (yazı-lışı: 1626), yanıp tutuşan bir aşığı oyalamak için arkadaşlarının anlattığı küçük hikâyelerden meydana gelmiştir. Atâ'î'nin mesnevîlerinde önemli bir özellik İstanbul yaşayışının, halkın adetlerinin, mesire yerlerinin canlı tablolar halinde verilmesidir. 
Yüzyılın ilginç bir mesnevîsi de Edirneli Gülfi(ölm. 1677-78)'nin 1660-61 yılında yazdığı Teşrifata'ş-şıı'arâ adındaki tezkiresidir. Edebiyatımızın tek manzum tezkiresinde Güftî, kendi zamanının 104 şairini; vücut yapılarını, bazı özelliklerini, zayıf taraflarını yer yer alay ve hicivle karıştırarak anlatmıştır.
Mesnevîde bu yüzyılın en büyük şairi olarak Nâbî (ölm. 1712)'yi saymak gerekir. Hayriyye, Hayrâbâd ve Sûrnâme adlı mesnevîleriyle haklı bir ün kazanan Nâbî, Hayriyye'de (yazılışı: 1701) oğlu Ebü'l-hayr'a dürüst ve ahlâklı olmanın, hayatta başarı kazanmanın yollarını göstermiş, öğütler vermiştir. Bu arada eserde Nâbî'nin, yaşadığı devir ve değişik meslekler hakkındaki görüş ve düşüncelerini de görürüz. Hayrâbâd (yazılışı: 1705), Şeyh Attâr İlâhînâmesi'ndeki küçük bir hikâyenin genişletilerek yazıldığı bir mesnevidir. Nâbî, eseri Attâr'ın bitirdiği yerde bitirmemiş, sonuna birçok eklemeler yaparak ve uzatarak karışık bir hale getirmiştir. Bu yüzden de başta Şeyh Gâlib olmak üzere birçok kişinin eleştirisine uğramıştır. Sûrnâme mesnevîsî ise, 582 beyitli Sultan IV. Mehmed'in şehzadeleri ve kızı Hatice Sultan için 1675 yılında Edirne'de yapılan büyük düğünü anlatır. Nâbî, ayrıca kasîde konularında kısa mesnevî parçaları da söylemiştir. Divan'ında değişik kişiler için söylenmiş 10 medhiye mesnevîsi vardır.

Sabit (ölm. 1712), Zafer nâme, Edhem ü Hümâ, Berbernâme, Derenâme, Amr u Leys mesnevîlerinin sahibidir. Bunlar için Kırım Hanı Selim Giray'ın savaşlarını anlattığı Zafernâme (426 beyit) ve bir aşk hikâyesi olan Edhem ü Hümâ ötekilerinden daha çok tanınmıştır. Berbernâme (108 beyit), Derenâme (162 beyit), Amr u Leys (49 beyit) küçük, açık saçık ve değersiz eserlerdir. Sabit'in mesnevîlerinin özelliği, halk dilinin kelimeleri, deyimleri ve atasözlerine fazlaca yer verilmesindedir. 
XVIII. Yüzyılda mesnevî şairi olarak Nahîfî, Şeyh Gâlib, Sünbülzâde Vehbî ve Enderunlu Fâzıl belli başlı isimlerdir. Bu yüzyılda artık kullanılagelen eski ortak mesnevî konuları bırakılmış, yeni ve daha değişik konular ele alınmıştır. XVII. Yüzyılda başlayan bu hareket sürdürülerek, İran'dan alınan ve birçok kez yazılan hikâye konuları yerine daha güncel konular işlenmeğe başlanmış, az da olsa devrin bazı kurumları eleştirilmiştir. Yüzyılın ilk mesnevî şairi Nahifi (ölm. 1738) manzum ve mensur birçok eseri olduğu halde daha çok Mesnevî Tercümesi (yazılışı: 1730) ile ün kazanmıştır. Mevlânâ'nın altı ciltlik büyük eserini aynı vezinle beyit beyit Türkçeye aktarmakla hem çok büyük bir işi başarmış, hem de Türk edebiyatına büyük bir eser kazandırmıştır. Yüzyılın ve edebiyatımızın büyük şairi Şeyh Gâlib (ölm. 1738-99), Hüsn ü Aşk (yazılışı: 1783)'ıyla mesnevî edebiyatımızın en büyük eserlerinden birini vermiştir. Hüsn ü Aşk, hikâyenin kuruluşu bakımından Fuzûlî'nin Leylâ vü Mecnûn'u ve tasavvufu işleyişi bakımından da Hüsn ü Aşk mesnevîleriyle benzerlikler gösterir. Leylâ ve Mecnûn ile aynı vezinde yazılmıştır. 2101 beyitlik bu mesnevisinde Gâlib Dede, Hüsn, Aşk, Beni Mahabbet, Mekteb-i edeb, Molla-yı Cünûn, Sühan, İsmet, Hayret gibi soyut kavramlara kişilik vererek yepyeni bir aşk hikâyesi yaratmıştır. Tasavvuf! anlamıyla aşk, sâlik; hüsn, aynı zamanda Cemâl-i Mutlak olan Tann'dır. Mekteb-i edeb, tekke; Molla-yı cünûn, Gayret, Sühan ise Aşk'a sülük yolunda yardımcı olan mürşid durumundadırlar. Aşk, sevgilisine kavuşmak için türlü zorluklar çeker, başından sayısız olaylar geçer. Gayret ve Sühan hep onun yanında ve yardımcısıdırlar; onu türlü tehlikelerden kurtarırlar. Aşk, sonunda Diyar-ı kalb'e varır ve sevgilisi olan Hüsn'e kavuşur. Böylece arada bir ikilik olmadığını anlar. Gâlib Dede, eserinin sonunda söylediği,
Tarz-ı selefe tekaddüm etdim 
Bir başka lügat tekellüm etdim
beytinde kendisinin de açıkladığı gibi, bu mesnevîde zamanına kadar yazılmış olan eski aşk hikâyelerinden ayrılmış, hikâye kahramanlarını soyut kavramlardan seçerek sembollerle tarikatte ilerlemenin güçlüklerini ve salikin fenâfillaha ancak bir mürşid yardımıyla erişebileceğini anlatmak istemiştir. Eser bir şair toplantısında Nâbî'nin Hâyrâbâd'ın aşırı derecede öğülmesi ve ona nazîre bile yazılmayacağının söylenmesi üzerine yazılmıştır. Şeyh Gâlib, aralara sıkıştırdığı dört güzel tardiyye ile mesnevisine değişik bir hava vermiş, ayrıca ahenk ve değer kazandırmıştır. 
Yine bu yüzyılda Şevk-engîz ve Lutfiyye mesnevîlerinin şairi Sünbülzâde Vehbî (ölm. 1809-10),Tuhfe ve Nuhbe adlarını verdiği manzum sözlükleri yanında özellikle Nâbî'nin Hayriyyesi'ne nazire olarak söylediği Lutfiyye'si (yazılışı: 1790-9l)'yle tanınmıştır. Vehbî, bu mesnevîsinde Nâbî'nin yaptığı gibi oğlu Lutfullah'a nasıl yetişmesi, hangi mesleği seçmesi, iyi ve ahlâklı bir insan olması için neler yapması gerektiği hakkında öğütler vermiştir. Vehbî bu arada yaşadığı devrin sosyal hayatı, halkın yaşayışı, görgü kaideleri hakkındaki düşüncelerini de ortaya koymuştur. Fakat eserinde yeni bir fikir ileri sürdüğü ve Nâbî'yi taklitten ileri geçtiği de söylenemez.

Vehbî gibi yüzyılın sonuyla XIX. yüzyılın başında yaşayan Enderûnlu Fâzıl (ölm. 1810) Hûbânnâme, Zenânnâme ve Defter-i Aşk adlarındaki üç mesnevinin sahibidir. Fâzıl, ilk eserinde dünyadaki birçok milletin erkek güzellerini, ikincisinde de kadın güzellerini anlatmış, bunlardan çoğunu övmüş, her milletin güzellerinin ayrı yönlerini, özelliklerini belirtmeye çalışmıştır. Defter-i Aşk (393 beyit)'da da kendi aşklarını hikâye etmiştir. Her üç mesnevîde de ilginç görüşler, güzel beyitler bulunmakla birlikte Fâzıl'ın yer yer çirkin sözler kullandığı, adiliğe düştüğü de görülür. Bu bakımdan oldukça tanınmış olmalarına karşı, bu mesnevîlerin fazlaca bir edebî değerleri yoktur.

XIX. Yüzyıl başında Tanzimat Edebiyatının başlamasından az önce yaşamış olan İzzet Molla (ölm. 1829) son mesnevî şairi olarak anılmağa değer. İzzet Molla'nın Mihnet-i Keşan ve Gülşen-i Aşk adlarında iki mesnevîsi vardır. Şair, ilk mesnevîsinde sürüldüğü Keşan'a giderken İstanbul'dan başlayarak uğradığı yerleri, yolda çektiği güçlükleri ve Keşan'da kaldığı sürede başından geçen olayları anlatır. İzzet Molla, bütün üzüntüsüne rağmen olaylara hep alaycı bir gözle bakmıştır. İkinci mesnevîsi Gülşen-i Aşk ise, Şeyh Gâlib'in Hüsn ü Aşk'ına nazîre olarak yazılmış, 290 beyitlik küçük, tasavvufi bir eserdir.
İzzet Molla, mesnevinin son şairi sayılır. Tanzimatın ilanıyla başlayan ve Batı edebiyatlarının etkisiyle gelişen Tanzimat edebiyatında mesnevî nazım şekli kullanılmamıştır.
Mesnevi Örnekleri
“Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir.
Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri alt üst eder.
Sevgi acıları tatlıya çeker tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı doğru yola götürmektir (Mesnevî, I, 2578-2580).”

“Sevgiden tortulu sular durulur, berraklaşır.
Sevgiyle ölü diriltilir, sevgiyle padişahlar köle yapılır (Mesnevî, II, 1530-1531).”

“Nice Hintli ve nice Türkün dili birdir de nice iki Türk bir*bi*rine yabancıdır gibidir.
Öyleyse yakınlık dili başka bir dildir. Gönül beraberliği, dil birli*ğinden daha iyidir.
Gönülden; söz, işaret ve yazı olmadan yüzbinlerce tercü*man be*lirir (Mesnevî, I, 1206-1208).”

“Annenin hakkı Allah’ın hakkından sonra gelir. Çünkü O kerem sahibi senin cenini ona emanet etti.
Onun bedeninde sana şekil verdi. Taşımak için de ona hu*zur ve kabiliyet verdi
O da seni kendisine bağlı bir parça gördü. Allah’ın takdiri bağlı olanı ayırdı.
Hak binlerce sanat ve fen yarattı, böylece anne de seni sevgiyle kuşattı (Mesnevî, III, 325-328).”

“Ey Müslüman sen bizzat edep iste. Edep her edepsize sabret*mektir ancak.
Falan kişinin kötü karakteri ve huyu vardır diye şikayet eden kişi, bil ki kötü huylu olduğu için kötü huyluyu kötüler.
Güzel huylu kötü huylulara sessiz kalan, kötü karakterli*lere ta*hammül edendir (Mesnevî, IV, 771-774).”

“Bilgi Hz. Süleyman’ın iktidarının saltanat mührüdür. Bü*tün âlem ceset, ilim ruhtur (Mesnevî, I, 1030).”

“Ruhun arzusu, hikmete ve ilimlere doğrudur.Bedenin ar*zusu ise bahçeye, yeşilliğe, üzüme
Ruh yükselmeye ve sefere can atar, beden ise kazanca, ota, yi*yeceğe (Mesnevî, III, 4438-4439).”

“Gönül ehlinin ilimleri onları taşır, ten ehlinin ilimleri ise onlara yük
İlim gönüle aksederse yardımcı olur, ilim bedene yansırsa yük olur (Mesnevî, I, 3446-3447).”
“Kötü karakterli kişiye ilim ve fen öğretmek, eşkiyanın eline kılıç vermektir
Sarhoş zencinin eline kılıç vermek, insan olmayanın ilim öğren*mesinden daha iyidir
Bilgi, mal, mevki ve güç kötü karakterlilerin elinde fitne olur (Mesnevî, IV, 1436-1438).”


Mevlana


Dîbâce-i Eş'âr-ı Gül-i Sad-Berg

1. Seherden seyre vardum murgzâra 
Hezârân murg gördüm geldi zara

2. Gül ü lâleyle zeyn olmış çemenler 
Oyuna girdi gönlekcek semenler

3. Çü gördüm nakş-ı Erjeng oldı sahra 
Edüp bir nice rengîn şi'r peyda

4. Kadem basdum izâr-ı mihr ü mâha 
Ki tâ erdüm cenâb-ı Pâdişâha

5. Yüzüm sürüp çemenler gibi hâke 
Du'âlar eyledüm ol zât-ı pâke

6. Oluban bîd bergi gibi lerzân 
Nihâl-i erguvan-veş derledüm kan

7. Sunup bu nazmı dest-i Şehriyâra 
Gül-i sad-bergi irgürdüm bahara


Hayalî Bey


Küçük Hikâye
Hikâyet-i Leylî vü Mecnûn
1. Meğer bir gün ki âteş-i pâre-i Necd
Şerer pervanesi Mecnûn-ı pür vecd

2. Siyeh-mest-i şarâb-ı hayret olmış 
Kararmış gözleri Leylî'yle dolmış

3. Dolaşdurmış perîşân seyr-i râha 
Tutulmış kendüsi çün dâm-ı mâha

4. Dönüp ol şu'le-i cevvâle-i gam 
Yanup durmakda olmış şem'a hemdem

5. Düşüp çün mûy-ı zengî pîş ii tâba 
Bozulmuş genc-i târ-ı ıztıraba

6. Katup seyl-i sirişkin bahr-ı hûna 
Sükûn el vermiş ol cûy-ı cünûna

7. Olup hoşnûd kendü âteşinden 
Şikâyet etmez olmış mâhveşinden

8. Cefâdan nây gibi zâr etmez olmış 
Varup Leylîyi bîzâr etmez olmış

9. Olup fariğ dil-i dîvânesinden 
Usanmış vaz'-ı küstâhânesinden

10. Duyup ol berk-i sâmân ya'nî 
Leylî Gazabnâk eylemiş Kays'a tecellî

11. Demiş etdünse feryadı ferâmûş 
Gerekmez bana artık gûş u mengûş

12. Perîşân olmağı edüp tahayyül 
Senün-çün şânelenmişdür bu kâkül

13. Bu suretler senün-çün rû-nümâdur 
Nazar âyineye sanma sanadur

14. Hemân yan ağla Mevlâyı seversen 
Koma feryadı Leylâyı seversen

15. Meğer dîvâneye taş atdı Leylâ 
Komadı urmadık baş seng-i hârâ

16. Olur ma'şûk dâğ u zahme tâlib 
Nişan lâzımdır âşıklarda Gâlib

17. Mülevvendür hemîşe kâr-ı uşşak 
Meğer imdâd ede Hunhâr-ı uşşak

18. Kerem-hâhum cenâb-ı mevlevîden 
Vere bir neş'e şûr-ı ma'nevîden
Şeyh Gâlib
Haluk İPEKTEN

Bu konuyu yazdır

  AY TANRIÇASI SELENE
Yazar: Spiritüeller - 17-06-2016, Saat: 07:32 - Forum: AY - Yorum Yok

kurtadam-gumus-gorsel-003.jpg

Yunan mitolojisi ay tanrıçası Selene (Σελήνη), güneşi temsil eden tanrı Helios ve şafak tanrıçası Eos ile birlikte, Hyperion ve Theia adlı Titanların üç çocuğundan biridir. Selene'nin büyük aşkı, iki varyasyonu bulunan efsaneye göre ya Karya'lı bir çoban ya da Elis prensi olan Endymion'dur. Pausanias'a göre, Selene ile Endymion'un Menai veya Menae (aylar) denen 50 çocuğu olur ki bunlar Olimpiyat oyunları arasındaki 50 aylık (4 yıllık) süreyi temsil ederler. Selene'nin ayrıca Zeus'tan olma en az iki kızı vardır: Pandia (veya Pandeia, "Dolunay") ve Herse (veya Ersa, "Çiy"). Selene'nin sembolleri hilal, öküz (boğa), yukarıya kaldırılmış harmani, horoz, köpek ve meşaledir. Yunan mitolojisinde Hera, Artemis, Bendis,Hekate gibi kimi tanrıçalar da ay tanrıçası sayılmakla birlikte, ilk Antik ozanlar, ay tanrıçası olarak sadece Selene'den bahsetmişlerdir. Selene sadece ay tanrıçası da değildir üstelik; ay ile ilgili sayılabilecek gelgit, gece, çiy, ay çarpması, büyü, doğurma, lohusalık vb. tüm olayları veya durumları da yönetir. Selene inanışı özellikle Mora yarımadasında güçlü olmuştur. Selene'nin Roma mitolojisindeki karşılığı, "ay" anlamına gelen Luna'dır. "Yedi tepeli şehir" Roma'nın iki tepesinde birden bir zamanlar Luna tapınakları bulunuyor, yılın belirli birkaç günü Luna bayramı sayılıyordu.

Phoebe ve Hilaeira
Yunan mitolojisinde ay ile alakalı tanrıçalar (veya sonradan ölümsüzlük bahşedilmiş prensesler) Selene, Bendis, Hekate, Artemis, Hera, Pasiphae ve Leukippid'lerdir; dişi olmayan herhangi bir ay tanrısına rastlanmaz. İlk Antik ozanların eserlerinde ay tanrıçası diye geçen tek tanrıça olduğu için, Selene, bu bakımından diğerlerine kıyasla bir önceliğe sahiptir. Kelime olarak "alev, ışık, parlaklık" anlamlarındaki Yunanca "selas" sözcüğünden türeyen Selene'nin mitolojide geçen iki adı daha vardır; Mene ve Phoebe. Mene "ay" demektir, Phoebe ise ayın parlak halini tarif eder, "saf, parlak" (phoibos) anlamlarına gelir. Yunan mitolojisinde Phoebe adı, parlak gök cisimleri veya madenlerle ilgili pek çok tanrıçanın, özellikle de ay tanrıçalarının alternatif adı olmuştur. Nitekim Apollon'un bir lakabı Phoibos iken Artemis'in lakaplarından biri de Phoebe'dir. Phoebe parlaklığının karşıtı ise, ayın dolunay evresinde olmadığı zamanlardaki, görece sönük halini tarif eden Hilaeira'dır. Phoebe ve Hilaeira, Leukippos'un ikiz kızlarının, yani Leukippidlerin ismi olduğu gibi, Selene'nin de sıfatları veya lakaplarıdır.

Yunan mitolojisinde ay tanrıçası sayılmış diğer tanrıçalar

Selene inanışı Yunanistan'ın Mora yarımadasında yaygınken, güneşi temsil eden tanrı Helios'un (Selene'nin erkek kardeşi) kızı Pasiphae, Girit adasının, tıpkı Artemis gibi bir avcı tanrıça olan Bendis ise Trakya'nın ay tanrıçasıdır. Artemis'in ay tanrıçalığı ise esasen erkek kardeşi Apollon'un daha sonraki dönemlerde Helios ile özdeşleşmiş olmasından kaynaklanmıştır. Selene, Helios'un kızkardeşi olduğuna göre, Apollon'un kızkardeşi Artemis'in de Selene'nin yerine geçmesi, bu özdeşleşmenin mantıksal bir uzantısıdır. Efes Artemisi'nin (veya Arkadya Artemisi'nin) ay tanrıçalığı ile bir alakası yok tabii; bahsettiğimiz özdeşleşme, Yunanistan ana karası ile sınırlı gibidir. Karya kökenli olduğu düşünülen Hekate ise daha çok ayın gizemli ya da karanlık taraflarıyla alakalı görünür. Örneğin üç yol ağızlarında kurulan tapınaklarında, ayın gökte daracık bir hilal şeklinde belirdiği, neredeyse görünmediği zamanlarda, türlü kötü etkilerden korunmak adına Hekate'ye yiyecek sunusu yapılır. Hekate'nin ay tanrıçası olma vasfının bir dayanağı da annesi Asteria ve/veya anneannesi Phoebe olabilir. Çünkü bu her iki Titan da geceyle, yıldızlarla, astrolojiyle alakalıdır, hatta Phoebe ayla bire bir ilişkilidir.

Hyperion
Selene, Eos ve Helios'un babaları Titan Hyperion için "gökteki ışığın Titanı" denebilir; çünkü güneşin, şafağın ve ayın, yani göksel ışığın babasıdır. Yunanca "hyper" ve "ion" kelimelerinin birleşiminden meydana gelmiş bir isim olarak, Hyperion, "yukarıda gezen, yürüyen" veya "yukarıdan izleyen" anlamlarına gelir. İlk Titan kuşağından olup Gaia ile Uranos'tan türemiş 6 erkek Titan'dan biridir. Uranos'un, oğlu Kronos tarafından hadım edilmesi hikayesini hatırlayacak olursak, Hyperion orada, diğer üç Titan kardeşiyle (Krios, Koios ve Iapetos) birlikte dünyanın dört bir köşesini tutup gözcülük etmek görevini üstlenmiştir. Kronos dünyanın orta yerinde, elinde orakla bekler; Okeanos ise bu pusu planının bir parçası olmak istememiş tek erkek Titan'dır. Bu miti, Yakın Doğu efsanelerindeki, yerle göğü veya dünyayla evreni birbirinden ayıran "büyük sütunlar" motifiyle yan yana düşünürsek Uranos'un hadım edilişinde rol oynayan 4 Titanın, göğü tutan bu büyük sütunları simgelediğini düşünebiliriz. Eğer öyleyse, Hyperion, doğudaki sütunu temsil ediyor olmalıdır, çünkü güneş ve şafak bize doğu yönünü tarif etmektedir. Benzer mantıkla, Koios, Krios ve Iapetos da sırasıyla kuzey, güney ve batıya hakimdir (Koios ile kutup yıldızı, Krios ile Koç burcu, Iapetosoğlu Atlas ile batıdaki Hesperidler arasındaki ilişkiyi düşünelim). Bu Titanların Zeus tarafından yerin yedi kat dibindeki Tartaros'a tıkılmaları, kozmolojik bir bakış açısından, Titanların "göğü tutma" işlevlerinin "tüm evreni tutma"ya dönüşmüş olduğu yorumu yapılabilir. Nitekim Titanların Tartaros'a tıkılmalarından sonra gökküreyi tutma görevi sembolik olarak Atlas'a verilir. Bu işi yapabilmesi için Atlas'ın Tartaros'a tıkılmaması gerekir ki öyle de olur, Atlas, gökküreyi taşırken Hesperidlerin (akşam perileri) ülkesinde, yani kuzeybatı Afrika'da bir yerlerde dikilir.

Theia
Ay tanrıçası Selene'nin annesi Theia da Gaia ile Uranos'tan türemiş bir Titan'dır. İsmi, Yunanca "görme" anlamındaki "thea" kelimesinden gelir. Aither veya aether denilen, gökyüzünün üst katmanlarındaki, masmavi ve parlak ışığın tanrıçasıdır. Işık ve ışıltıyla olan bu bağlantısı nedeniyle Theia, aynı zamanda altın, gümüş ve değerli taşlar gibi ışıltılı madenlerin bağışlayıcısı olarak düşünülmüştür. Erkek kardeşi ve ışığın Titan-tanrısı olan Hyperion ile birlikteliğinden mitolojiye göre Eos (şafak), Selene (ay) ve Helios (güneş) meydana gelmiştir. Titan kızkardeşleri Phoibe, Mnemosyne, Dione ve Themis gibi, Theia da kehanetle ilgili bir tanrıça sayılmış ve Yunanistan'ın Phthiotis bölgesinde adına bir tapınak inşa edilmiştir.

Endymion
Ay tanrıçası Selene'nin büyük aşkı, iki varyasyonu bulunan efsaneye göre ya Karya'lı bir çoban ya da Elis prensi olan Endymion'dur. Selene, Latmos dağındaki bir mağarada uyurken görüp güzelliğine hayran kaldığı Endymion'u ilelebet o şekilde tutması için Zeus'a yalvarır, Zeus da bu isteği geri çevirmeyerek aynı zamanda oğlu olan Endymion'a ölümsüzlük ve ebedi gençlik bahşeder, onu sonsuz bir uykuya daldırır. Endymion'a ayrıca gözlerini kapatmadan uyuyabilme yetisi de bağışlanmıştır. Böylece her gece Selene, çobanı (veya prensi) uyuduğu mağarada ziyaret edip onun güzelliğini doya doya seyreder. Efsanenin Karya'lı çoban versiyonunda adı geçen Latmos dağı, bildiğimiz, Bafa gölünün hemen ardında yükselen Beşparmak dağlarıdır (Milas, Muğla). Gölün kıyısında ve dağın dibinde, bugün Kapıkırı köyüyle kaynaşmış bir harabe durumunda, Heraklia antik kenti bulunur. Heraklia'da, kentin güney sırtında, Helenistik dönemde tekrar inşa edilmiş bir Endymion mabedi vardır. Efsanenin Yunan versiyonunda, Endymion ölür, mezarı da Elis'tedir; Anadolu versiyonunda ise Beşparmak dağlarında inzivaya çekilir, bu nedenle de mezarının Elis'te olması mümkün değildir. Heraklia'nın Bizans döneminde bir manastır merkezi olmasında da belki Endymion'un orada inzivaya çekilmiş olduğuna inanılmasının bir payı vardır, zira Endymion Bizans döneminde mistik bir hristiyan azizi sayılmıştır. Pausanias'a göre, Selene ile Endymion'un Menai veya Menae (aylar) denen 50 kızı olur ki bunlar Olimpiyat oyunları arasındaki 50 aylık (4 yıllık) süreyi temsil ederler, fakat kaynaklarda kızlardan hiçbirinin adı belirtilmez.

Roma mitolojisi ay tanrıçası Luna
Selene, bazen bir atın yan eyerinde, bazen de kanatlı bir çift küheylanın çektiği bir at arabasında oturmuş bir kadın olarak tasvir edilir. Başında bir taç biçiminde takılmış veya yukarıya kaldırılmış harmanisinin bir parçası gibi gözüken, bir ay küresi veya hilal bulunur. Kimileri, Selene'nin öküz koştuğunu, başındaki hilalin de bu yüzden bir boğa boynuzunu andırdığını ileri sürerler. Selene'nin Zeus'tan olma en az iki kızı vardır: Pandia (veya Pandeia, "Dolunay") ve Herse (veya Ersa, "Çiy"). Bazı kaynaklar, pek kabul görmemekle birlikte, şu mitolojik figürleri de Selene'den doğma sayarlar: Zeus'tan olma su perisi Nemea ile canavar Nemea aslanı, Helios'tan olma 4 Horai (mevsimleri ve günün vakitlerini temsil eden tanrıçalar), Endymion'dan olma Narkissos. Selene'nin Roma mitolojisindeki karşılığı Luna'dır ("ay"). Yedi tepeli şehir Roma'nın Aventinus adlı tepesinde vaktiyle bir Luna tapınağı bulunduğu biliniyorsa da bu tapınak, İmparator Neron zamanında çıkan büyük yangında yok olmuş.

Bu konuyu yazdır

  MEVLEVİLİK VE SANAT
Yazar: Emka - 17-06-2016, Saat: 07:23 - Forum: MEVLEVİLİK - Yorum Yok

gezgindergi-genel-istanbulda-mevlevilik-5-660x330.jpg


1- Kuruluşu


Ölüm gününü Hakk’la vuslat, sevgiliye kavuşma günü sayan Hz.Mevlânâ’nın bu dünyadan göçüp, sonsuzluk âlemine doğmasıyla onu tanıyanlar, fikir ve görüşlerini benimseyenler büyük acılara boğuldular. Başta oğlu Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddin ve diğerleri... 
Hz.Mevlânâ’nın fikirleri ve yaşantısı kurumlaşmalı, yüzyıllar boyu tüm insanlığa uzanan bir el olmalıydı. İnsanlığı sevgiye, hoşgörüye, iyiliğe, doğruluğa ve güzel ahlâka yani İslâm’a çağıran bir el...
İslâm Peygamberi, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’in yüzyıllar önce tüm insanlığa yaptığı çağrıyı Hz.Mevlânâ da yineliyordu.

Bâzâ! Bâzâ! Her ân çi hestî bâzâ
Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâzâ
İn dergeh-i mâ, dergeh-i novmîdî nîst
Sad bâr eger tövbe-şikestî bâzâ
  
Gel!.. Ne olursan ol, yine gel...
İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta...
İster yüz kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tevbeni...
Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel.
 
Çelebi Hüsâmeddin döneminde başlayarak, Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Ârif Çelebi zamanında toplanan Mevlânâ âşıkları, Mevlevîlik Tarîkatı’nın temelini attılar ve sistemini oluşturdular. Muhtelif yerlerde tekkeler kurdular, vakıflar sağladılar, insanların gönüllerine ışık götürdüler.
Mevlana Celaleddin Rumi'nin  düşünceleri çevresinde kurulan tarikat. Babasının düşüncelerini sistemleştirdiği ve tarikat biçiminde örgütlendirdiği için Mevlana'nın oğlu Sultan Veled, Mevlevilik'in asıl kurucusu ve ikinci piri sayılır.
Mevlana'nın hayatı boyunca tarikatlara özgü birtakım kurallara uymadığı, kendisine bağlananlar için özel kurallar koymadığı bilinmektedir. Sözgelimi kendisine bağlananlar için ne bir giriş töreni düzenler, ne de belli bir zikir öngörürdü. Diğer tarikatlar gibi özel giysilerle ayrılma yoluna da gitmemişti. Bilinen başlıca uygulaması müridliğe kabul edilenlerin saç, sakal, bıyık ve kaşlarından birkaç kıl kesmek, kendisine halifelik verilenlere de bugün hırka denilen geniş kollu, yakasız, önü açık bir giysi olan fereci giydirmek, halkı aydınlatma görevini simgelemek üzere bir çerağ vermekti. Mevlevilik'in başlıca kurallarından birisi olan semayı da yalnızca aşk ve cezbe için yardımcı bir öğe sayardı. Ancak oğlu Sultan Veled, halifeliği döneminde Mevlana'nın düşüncelerini temel olarak Mevleviliği kendine özgü kuralları, törenleri olan bir tarikat durumuna getirdi.
Mevleviliğe göre tasavvufi eğitimin amacı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamaktır. 

Gerçeğe ulaşmak için insan tabiatına aykırı yöntemlere başvurulmamalıdır. Zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değildir. Zikir ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlıdır. Gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbedir. Bunun için de isimlerden ve kelimelerden geçip Allah'ı bulmak Allah dışındaki varlıklardan (masiva) arınmak gerekir. Bütün varlığı kuşatan Allah'ın varlığı tek gerçektir. Varmış gibi görülen varlıklar gerçekte yoktur; varolan, bu varlıklar aracılığı ile kendini gösteren Allah'tır. Evren her an yeniden yaratılmaktadır. Zıdlar alemi olan bu dünyada herşey izafidir. Allah'ı gerçek anlamda tanımayan insanlar dünyanın, altın ve gümüşün kulu, kölesi olurlar. Bu kölelikten kurtulmanın tek yolu da Allah aşkıdır.
Mevleviliğe göre mürid kendini mürşidinde yok etmeli, kendine baktığında mürşidini görmelidir. Mürşidinin tüm isteklerini tereddüt etmeden kabul etmeli, ona itaatı Allah'a ve Peygamber (s.a.s)'e itaat, muhalefeti de Allah ve Peygamber (s.a.s)'e muhalefet bilmelidir. Kendisini şeyhinden uzaklaştıracak hiçbir sözü dinlememeli, onun iyiliğin mutlak temsilcisi olduğuna inanmalı, hakkında kötü düşünmemeli, yanında çok konuşmamalıdır. Nefsini zayıflatmaya, riyazet ve mücahede ile öldürmeye çalışmalıdır. Kötülüğü buyuran nefsi (nefs-i emmare) ancak mürşid öldürebilir. Bu nedenle mürid mürşidinin irşadına sıkı biçimde sarılmalıdır.

Mevlevilikte başlıca tarikat ayini, âyin-i şerif de denilen semadır. Belli kurallar içinde ve müzik eşliğinde yapılan semadan başka zikir telkini, tac ve hırka giyme, halvet, tarikata giriş, halifelik verme de belli kurallara bağlanmıştır. Sözgelimi zikir telkininde şeyh müridi önüne oturtarak elini tutar, bütün günahlardan sakınacağına, iyilik ve takva üzere bulunacağına dair söz alır, kelime-i tevhidi üç kez telkin eder, sonra da onun için dua eder. Duanın arkasından şeyh, dünya ile ilgisini kestiğini simgelemek üzere müridin saçından birkaç kıl keser. Halvet, diğer tarikatlarda olduğu gibi kırk gün süren bir ibadet, riyazet biçiminde değil, tekkede hizmet biçiminde uygulanır. Binbir gün süren bu halveti (çile) tamamlayan kişiye derviş adı verilir.
Tac ve hırka giydirme de küçük bir törenle yapılır. Tac giyecek mürid başını açarak şeyhin önüne oturur, başını şeyhin dizine koyar. Mevlevi silsilesini okuyan şeyh Allah'tan müridi fakirlik yolunda (tasavvuf) başarılı kılmasını, başına manevi bir tac ihsan etmesini dileyerek tacı giydirir. Fatiha sûresini okuyarak dua eder. Hırka ise ayakta giydirilir. Yine mevlevi şeyhleri silsilesi ve Fatiha okunur, dua edilir. Duanın arkasından hırkası giydirilen mürid şeyhin ve orada bulunan büyüklerin ellerini öper.
Halvetten çıkmış, eğitimini tamamlamış ve gerekli olgunluğa ulaşmış dervişlere verilen üç tür halifelik vardır. Bunlar suret-i hilafet, mana-yı hilafet ve hakikat-ı hilafet olarak anılır. Suret-i hilafet, bir dervişe bir tekkenin yönetimini yürütmesi amacıyla verilen halifeliktir. Bu tür halifeler irşad yetkisine sahip değildir. Mana-yı hilafet, seyr-ü süluk denilen tasavvufi yolculuğun makam ve mertebelerini iyi bilen, Allah'ı tam anlamıyla tanıyan dervişe halkı irşad etmesi amacıyla verilen halifeliktir. Hakikat-ı hilafet de doğrudan irşad ve şeyhlik yetkisiyle verilen halifeliktir. Şeyhlik makamı boş olan tekkelere atanacak şeyhler bu halifeler arasından seçilir.

Mevleviliğe mensup kişiler seyrü sülukteki durumlarına göre çeşitli derecelere ayrılır. İlk dereceyi mevlevilerin büyük çoğunluğunu temsil eden muhibler oluşturur. Seven kişi demek olan muhib, mevlevi kurallarına göre sikke tekbirletip tarikata giren, ancak dervişliğe ikrar vermeyen müriddir. İkinci derecede dede de denilen dervişler yeralır. Derviş ikrar verip tekke mutfağında (matbah) üç gün saka postunda oturan, kararından dönmezse arakiye ve hizmet tennuresi giyinip çeşitli hizmetlerle binbir gün halvet (çile) çıkaran, onsekiz gün süren hücre çilesini de tamamlayan mevleviye verilen addır. Şeyhler üçüncü dereceyi oluşturur. Şeyh, bir tekkeyi yönetmek, muhib ve dervişlerin yetiştirme yetkisine sahip olan mevlevidir. Mevlevilikte son dereceyi halifeler meydana getirir. Halifeler, başkasına halifelik verme yetkisine sahip şeyhlerdir.
Sultan Veled'ten sonra bütün Mevleviliği temsil eden Konya'daki merkez tekke şeyhliğinin babadan oğula ya da ailenin büyüğüne geçmesi gelenekleşti. Bu geleneğe bağlı olarak şeyhlik makamına oturan kişiye Çelebi adı verildi ve zamanla merkez tekke şeyhliği Çelebilik makamı olarak anılmaya başladı. Çelebiler, başlangıçta, şeyhlik makamında oturan kişi tarafından önceden belirlenirdi. Sonraları çelebiler dedelerin onayıyla atanmaya başladı. Daha sonra da, adaylar arasındaki çekişmeler nedeniyle çelebiler padişah iradesiyle atanır oldular.
Çok uzun bir süre geçmemesine rağmen Anadolu’nun pek çok yerinde Mevlânâ âşıkları mevlevîhânelerde toplanmaya başladılar. Oradan Arap Yarımadası’na,

Asya ve Avrupa’ya yayıldılar. Artık padişahlar da, gedâlar da aynı posta baş kesmedeydiler. Sultan III.Selîm, Sultan II.Mahmud gibi bir döneme damgasını vuran Osmanlı sultanları mevlevîhânelerde şeyhlerinin dizlerine baş koymadaydılar. Aşk, sınır tanımaksızın yüreklere ateşler yaktı, yaktı...
Mevlevilik Türk düşünce ve sanat hayatına önemli etki ve katkıları olan bir tarikattır. Mevlana'nın vahdet-i vücud (varlık birliği) anlayışına dayanan düşünceleri yüzyıllar boyunca etkisini sürdürmüş, günümüze kadar canlılığını koruyabilmiştir. Mevlevi tekkeleri, tarikat faaliyetlerinin yanısıra bir sanat ve kültür kurumu gibi çalışmış, baştan beri birçok şair, yazar ve bestecinin yetiştiği merkezler olmuştur.
Osmanlılar döneminde Türkiye'de en yaygın tarikatlardan birisi olan Mevleviliğin faaliyetine, diğer tarikatlarla birlikte, 13 Eylül 1925 tarihli bir kanunla son verildi. Faaliyetini bir süre Şam'da sürdürmeyi denediyse de başarılı olamadı. Ancak 1926 yılında Konya'daki merkez tekke ve Mevlana türbesi müze olarak yeniden açıldı.



2 - Çile Sistemi   
          

Mevlevîlik, mânevî bir eğitim sistemi olarak tarîkate giren nevniyâzları binbir gün süren “çile” denilen bir eğitimden geçiyordu. Çile şöyle uygulanıyordu:
Mevlevî olmaya karar veren kişi gençse, ailesinin rızâsı alınırdı. Kendisine bu yolun güçlükleri anlatılır, ısrâr eder ve kabûl olunursa “matbah” denilen eğitim bölümünde, kapıdan girince hemen sol tarafta, kapı dibinde bulunan postta üç gün oturtulurdu. Bu üç gün içinde iki diz üstünde başı eğik olarak oturan aday, orada yapılan işleri seyreder, mecbûriyet olmadıkça konuşmaz, mecbûr olmadıkça posttan kalkıp bir yere gidemezdi. Üç gün sonra huzûra çıkar, kararında durduğunu söylerse, geldiği elbiseyle on sekiz gün getir-götür işlerine bakardı. On sekiz günün sonunda ona artık mevlevîlerin özel kıyafetleri giydirilir ve çilesi başlamış olurdu. 
Çile esnasında ortalığı silip süpürmek, odun getirmek, çarşıdan alış-veriş yapmak, çamaşır yıkamak gibi günlük işleri yapmaktan başka mutlaka sema’ meşk eder, mesnevî okur, kâbiliyeti varsa ney üflemek, kudüm vurmak, âyin okumak gibi mûsikî sanatı ile yahut hat, tezhîb, minyatür gibi diğer güzel sanatlarla ilgilenirdi. Bu meşklere, çilesini doldurmuş, hücre sahibi olmuş “dede” ler nezâret ederdi


3 - Mevlevîlik ve Sanat 
   

İslâm dininde mûsikî ve raksla ilgili ilk belgelere Meraga’lı Abdülkâdir’in Makâsidü’l Elhân adındaki eserinde, sema’a ise mîlâdî X.yüzyıldan itibaren bazı kaynaklarda rastlanır
Mevlânâ’nın büyük bir din ve sanat bilgini olarak mûsikî hakkında yüceltici fikirleri vardı. Sofiyane vecd ve isitiğrakın, ilâhî ilham ve neşvenin kaynağı haline gelmiş olan gönlünü şiir, mûsikî ve sema’ gibi üç güzel sanatın ulviyet ve kudsiyetinde eritmişti. Bilhassa mûsikîyi bütün maddî ve fizîkî hâdiselerin üstünde tamamen ilâhî bir anlayış ve sezişle “Elest Bezmi’nin âvâzesi” diye târif etmişti. Bu yüzden mevlevihâneler, mânevî eğitim işlevlerinin yanı sıra devrin güzel sanatlar akademileri yahut konservatuarlarıydılar.
Mevlevîlerin zikri olan sema’, mutlaka mûsikî eşliğinde yapıldığından, mevlevîhânelerde nazarî ve amelî mûsikî eğitimi yaptırılmış, bu sebeple Türk Mûsikîsi’nin en büyük bestekârları mevlevîhânelerden yetişmişlerdir. Bu eğitimin yanı sıra edvârlar ve muhtelif nota mecmuaları tertip edilerek, eserlerin gelecek nesillere intikâli de sağlanmıştır.

Mûsikî sanatımız üzerinde Mevlevîliğin tesiri o kadar büyüktür ki, “Türk Klâsik Müziği mevlevîhânelerde gelişmiştir” denebilir.
Nefî, Neşâti, Fasih Ahmed Dede, Esrâr Dede, Nâbi, Şeyh Gâlib gibi divân edebiyatımızın büyük şairleri de mevlevîdirler.
Hz.Mevlânâ’nın tasavvufunda gâye aşktır. Hz.Mevlânâ, insanın sûretiyle değil, sîretiyle -yani iç âlemiyle- ilgilenmiş, rûhî olgunlaşmayı ve ahlâk kaidelerinin en yücelerine ulaşmayı hedef almıştır. Mevlevîlikte, tamamen rûhî bir tezâhür olan şiir, mûsikî, raks ve diğer güzel sanatlar insanı kötülüklerden uzaklaştırıp, ilâhî amaca yaklaştıracak araçlar olarak görülmüş, bu yüzden Mevlevîliğin önemli rükünleri hâline gelmiştir.

Bu konuyu yazdır

  AY TANRISI
Yazar: Spiritüeller - 17-06-2016, Saat: 07:17 - Forum: AY - Yorum Yok

sin5555.gif

Eski toplumlarda Ay, inanç sisteminin temeliydi. Bu yüzden takvimler, ayın hareketlerine göre yapılmıştı. Ay tanrısının ismi de kültürden kültüre değişse de en çok "Sin" ve "Nanna" şeklindeydi. Sin, Sümerlerin baş tanrısı Enlil’in Ninlil ile birlikteliğinden doğmuştu. Ay’ın hilal biçimi ile adı Sin olsa da, dolunay ile Nanna, giderek büyüyen hali ile de Asimbabbar’dı. Ay tanrısının öyle çok adı vardı ki, bölge uygarlıklarından Saba kavmi, ona "İlumquh"; Katabanianlar,"Amm" ve "Anbay", Minaeanlar, "Wadd" (Sevgi); Hadramutlular da "Sin" derlerdi.

Ay tanrısı Sin, bütün Samî kabilelerinin en önemli tanrısıdır. Ortadoğu genelinde tanrı Sin gerçekte hermofradittir. Sin’in sembolü olan hilal, Mezopotamya’nın erken dönem sanatında güneşi simgeliyordu. Geç dönemde ise hilal, bir sütunun üzerinde gösterilmiştir. Ayrıca Ay tanrısının mühürlerde hilal içinde gösterildiği de olmuştur.

Hilal şeklindeyken erildi, dolunayken (herhalde gebelik şişkinliği ile ilişkilendirilmiş olmalıdır) dişil özelliklerine bürünürdü. Hilal şeklinde olduğunda boğa ile özdeşleştirilmiştir. Herhalde boğa boynuzu ve hilal arasındaki benzerlik ikisinin ilişkilendirilmesine yol açmıştır.

Eski Samîlerde hilalin krallık sembolü oluşu Ay’ın bu özelliğinden kaynaklanır. Sin dolunayken ya da dişilken, "Ningal"adı ile ayın eril yanının karısı pozisyonundadır. Sin, dişilken bereketin ve doğurganlığın sembolüdür. Kozmostaki var oluşu devam ettiren Ay’ın bu yönüdür. Ay’ın bu özelliğine insan kurban edildiği bilinmektedir. Öte yandan kutsal su ve balık kültü de Ay’ın bu yönü ile ilişkilidir.

Asur ve Babil dönemlerinden İslâmî döneme kadar 7 gezegenle ilişkili tanrılar (Sin. Şamaş. iştar ya da Atargatis. Mara Samyaya da Ares, Girgis, Bel ve Nabu ya da Nabig) ve bunların ailelerinden oluşan tanrılar grubu (Sin’in eşi Ningal, ateş tanrısı Nusku ve Nusku’nun eşi Sadarnunna gibi) Harran panteonuna hakim oldu. Tanrılar panteonunun zirvesinde sürekli olarak ay tanrısı Sin vardı. Harraniler’in Sin kültü ve bu kültü temsil eden E- hul- hul. Uzumu ve Deyr Kadi gibi Harran’daki meşhur tapınaklar. Asur ve Babilliler döneminden itibaren Harran’ı ve Harraniter’i bölgede şöhrete kavuşturan başlıca arniller oldu. Öyle ki yörenin krallıkları arasında yapılan antlaşma ve sözleşmelerde HarranHer’in ay tanrısı Sin’in adı yer alıyor. hatta bazı antlaşmalar Harran’daki meşhur Sin Tapınağı’nda yapılıyordu.

Babiller döneminde “ilu sa ilani” (tanrıların tanrısı), “sar ilani” (tanrıların kralı) ve “bel ilani” (tanrıların efendisi-rabbi) olarak adlandırılan Ay tanrısı Sin, paganistlerin en büyük tanrısı olma özelliğini asırlar boyu devam ettirmiş ve Romalılar döneminde “Mar alahe” olarak adlandırılmıştır.

Sin kültü, Harran için şehrin adının Ay Tanrısı Sin Şehri olarak anılmasının yanı sıra bölgede son derece güçlü politik merkez konumunda olmasını sağlayacak derecede önemlidir. Harran yöresinde bulunan kitabelerde Kuzey Mezopotamya da yerel kralların tahta atanmaları törenlerinin Sin mabedinde yapıldığı vurgulanmaktadır. Kraliyet ailesine mensup olanların isimlerinin önünde ya da sonunda bir ek olarak Sin unvanını kullandıkları ve bunun yalnızca kraliyet aileleriyle de sınırlı olmadığı bölgede yaşayan insanların da Sinin farklı kombinasyonlarından oluşan isimleri olduğu görülmektedir.

Bilinen tarihinden beri Harran’a hâkim olan yıldız ve gezegen kültü içerisinde Sinin başında yer aldığı tanrılar panteonunun diğer üyeleri de aslında tıpkı Sin gibi Mezopotamya yöresindeki diğer şehirlerin tanrısıdırlar. Meselâ gezegeni Jüpiter olan Marduk Babilin, Merkür/Nabu Borsippanın, Venüs/İştar Urukun ve Sinde Ur ve Harran’ın tanrısıdır.

Bu konuyu yazdır

  YUNUS EMRE TÜRBESİ
Yazar: Emka - 17-06-2016, Saat: 07:06 - Forum: YUNUS EMRE - Yorum Yok

unye-yunus-emre-turbesi.jpg

kula.jpeg

k%25C4%25B1r%25C5%259Fehir.jpg

Yunus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır.


Bunlar; Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; 
Karaman'da Yunus Emre Camii avlusu; 
Bursa; Aksaray ile Kırşehir arası; 
Ünye; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; 
Erzurum, Duzcu köyü; 
Isparta'nın Gönen ilçesi; 
Afyon'un Sandıklı ilçesi; 
Sivas yakınında bir yol üstü. 

Ayrıca, mutasavvıf Niyazi Mısri de Yunus Emre'nin mezarının (veya makamının) Limni Adası'nda bulunduğunu ifade etmiştir. 
Bunlar arasında bilim adamlarınca tartışma, Karaman ve Eskişehir'deki türbeler üzerine yoğunlaşmışsa da, Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgili menkıbe düşünüldüğünde Aksaray - Kırşehir arasındaki türbenin asıl Yunus Emre türbesi olduğu düşünülebilir.

Bu konuyu yazdır

  AY'IN KARANLIK YÜZÜNE ÜS İNŞA EDİLECEK
Yazar: Spiritüeller - 17-06-2016, Saat: 07:05 - Forum: AY - Yorum Yok

U1k4XwVMGUi9FF55rVkD7Q.jpg

NASA, Mars ve daha ötesindeki noktalara gidebilmek için Ay’da ‘yüzen’ bir uzay üssü inşa etmeyi planladığı öne sürüldü.

Ay’ın yakınlarında inşa edilecek üs, Mars’ın çok uzaklarına seyahet edilmesini sağlayacak görevler için başlangıç noktasını oluşturacak bir ‘geçit uzay aracı’ olacak. 

ABD’nin Orlando Sentinel gazetesinin verdiği habere göre, uzay üssünün mürettebatı az sayıda astronottan oluşacak. Bir çeşit uzay gemisi olması da düşünülen üs, aynı zamanda Ay ve asteroit görevleri için de kullanılacak. 

Orlando Sentinel, uzay üssü hakkındaki bilgileri, NASA Başkanı Charles Bolden’a Eylül ayında Beyaz Saray’da katıldığı birifingde sunulan belgelerden elde ettiğini öne sürdü. Gazete, Obama yönetiminin uzay üssü projesinin destekleyip desteklemediğine dair kesin bir bilginin bulunmadığını da belirtti. 

NASA, konu hakkında açıklama isteyen PCMagazine’e cevap vererek söz konusu belgeyi açıkça kabul etmese de reddetmeyen bir açıklama yaptı: 

“NASA, Başkan Barack Obama’nın uzay keşif programı planını takip ederek Ay’a, asteroitlere ve nihayetinde Mars’a insan götürülmesi projeleri üzerinde çalışıyor. Mars’a giden yolda gözden geçirilen bir çok opsiyon ve geçiş yolu var. Ay ve asteroitlere ek olarak, riski azaltmak ve Mars’a gidişi kolaylaştırmak için değerlendirilen diğer seçenekler olabilir. Beyaz Saray’ın bütçe ve bilim teknoloji bürolarıyla düzenli görüşmeler gerçekleştiriyoruz. Kongre ve diğer ilgili kurumlarda uzay keşfi projelerinin ilerletilmesi için katkıda bulunmak istiyor.” 


PROJE ÇİZİLMEYE BAŞLANDI BİLE
Uzay üssünü oluşturacak uzay gemisinin, Lagrangian noktası veya L-noktası olarak bilinen bir konumda yer alması bekleniyor. Bu noktada, iki gök cisminin yerçekimsel kuvveti (Dünya ve Ay örnek verilebilir) birbirlerine eşit güç uyguluyor. Böylece, bu noktaya yerleştirilecek bir uzay aracı sabit bir konum elde edebiliyor. Sentinel, uzay üssünün Dünya-Ay L-2 noktasının hizasına, yani Ay’ın uzak (karanlık) yüzüne bakan yere yerleştirilmek istendiğini iddia etti. 

Uzay üssünün kurulması düşünülen yer, Dünya’dan yaklaşık 445 bin km, Ay’ın yüzeyinden ise 62 bin km uzaklıkta yer alıyor. Sentinel, L-2 noktasına yerleştirilmesi planlanan uzay üssü/aracının, bu konuma sabitlenmesi için harcanacak maliyeti kısacağını, buna rağmen projenin kendisinin milyarlarca dolar gerektireceğini belirtti. 

apollo-16-gorevinde-cekilen-ayin-karanli...3eX1Cw.jpg

BOEING TEKLİF ETMİŞTİ
NASA’nın, bu kadar büyük bir projeyi gerçekleştirmek için Uluslararası Uzay İstasyonu’nun (ISS) parçalarını kullanabileceği de öne sürüldü. Rus Federal Uzay Dairesi’nin de (Roscosmos),  OPSEK adı verilen yeni bir uzay üssünün inşası için ABD’ye yardım ederek ISS’nin sökülmesinde görev alabileceği ifade edildi. OPSEK’in de Mars ve uzayın diğer uzak köşelerine insanlı görevler yapılması için kullanılması planlanıyor. 

Dünyanın en büyük uzay ve havacılık kurumlarından Boeing, geçtiğimiz yıl NASA’ya, ‘Keşif Amaçlı Geçit Kapısı Platformu’na dayalı bir yapının mimari planlarını sunmuştu. Bu üs, Ay görevlerini yeniden başlatmakla kalmayacak, aynı zamanda Mars görevleri için de kullanılacaktı. 

NASA’nın gelecekte planladığı gezegen ve asteroit yolculuklarında kullanmayı öngördüğü sistem ise SLS, yan Uzay Ateşleme Sistemi. SLS, uzun menzilli Orion uzay kapsüllerine girecek dör astronotun ilk olarak Dünya yakınındaki asteroitlere, ardından daha uzak mesafelere gitmesi için kullanılabilecek sistem olarak düşünülüyor.

ABD’nin Florida eyaletindeki Kennedy Uzay Üssü’ne Temmuz ayında ulaşan Orion kapsülü, 2014’e kadar göreve başlamayacak. Kapsülün insanlı uzay görevlerinde 10 yıl içinde kullanılmaya başlanması bekleniyor. 

Bu konuyu yazdır

  YUNUS EMRE
Yazar: Emka - 17-06-2016, Saat: 06:55 - Forum: YUNUS EMRE - Yorum Yok

Yunus Emre'nin hayatı hakkında bildiklerimiz son derece sınırlı, bu konuda bilgi ve belge yok denecek kadar azdır. Kendi eserlerinden çıkartılabilen bazı bilgiler, çoğu menkıbevi kaynaklara ait kimi anlatılar ve kimi kaynaklarda rastlanan birkaç bilgi kırıntısı onun hayatı hakkındaki bilgilerimizin esasını oluşturur. En temel bilgimiz ise 13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış olduğudur.  Risâletü'n-Nushiyye isimli eserinin sonlarındaki


Söze târîh yidi yüz yidi-y-idi
Yûnus cânı bu yolda fidî-yidi

beytinde geçen h. 707/ m. 1308 tarihi, bu eserin telif tarihi olup Yunus Emre'nin bu yılda hayatta olduğunu göstermektedir. Bir mecmuada bulunan ve onun h. 720 / m. 1320 yılında seksen iki yaşında öldüğünü belirten kayıt[1] araştırmacılar tarafından onun ölüm tarihi olarak kabul görmüştür. Böylece h. 638 (m. 1241) yılında doğmuş olmaktadır. Demek ki, Yunus Emre 1241-1320 yılları arasında yaşamıştır.
 
Yunus Emre'nin doğduğu yıl, Anadolu Selçuklu hanedanı için de sonun başlangıcına denk geliyordu. Azerbaycan'ı, İran ve Irak'ı işgal etmiş olan Moğollar, yönlerini Anadolu'ya dönmüş, buralardaki zenginlikleri ele geçirmek için fırsat kolluyorlardı. Batı'ya doğru gelişen Moğol istilasının ilk önemli etkisi kimi önemli mutasavvıf, bilim adamı ve sanatçıların; sonraları ise geniş Türkmen kitlelerinin Anadolu'ya göçü olmuştur. Mevlana Celaleddin-i Rûmî'nin babası Bahaeddin Veled, bu aydınların en meşhurlarından idi. Bu aydın göçü Konya, Kayseri gibi merkezlerdeki bilim ve sanat dünyasını hareketlendiriyor, geliştiriyor; bu arada pekçok farklı din ve tasavvuf yorumu da Anadolu'da kendisine temsilci buluyordu.
 
Moğol baskısının önünden kaçıp bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya yığılan ve çoğunluğunu Türkmenlerin teşkil ettiği kitleler, devletin ekonomik yapısı üzerinde olumsuz etkiler yapmış olmalıdır; zira var olan ekonomik kaynakların bu sefer daha çok insan tarafından bölüşülmesi gerekiyordu. Buna iktidardakilerin kötü yönetimi ve suistimaller, yolsuzluk ve haksızlıklar da eklenince Selçuklu Devleti, ekonomik ve sosyal sıkıntılar yaşamaya başladı; toprak ve vergi düzeni bozuldu. Bu dönemde Türkmenler arasında kimi tarikatler ve farklı İslam yorumları da yayılmakta idi. 13. yüzyılın ortalarında bu ekonomik ve sosyal bozulmaların ortasında, Ortaasya'da yaygın olan Yeseviğe benzeyen Vefailik tarikatine mensup bir şeyh olan Baba İlyas adlı bir zat, etrafında geniş Türkmen kitleleri toplamış; bu kitlelerdeki memnuniyetsizlikleri de örgütleyerek en büyük yardımcısı Baba İshak ile birlikte büyük bir isyan hareketi başlatmıştır. Baba İshak tarafından 1240 yılında fiilen başlatılan isyan sonucu Kefersud, Adıyaman, Gerger ve Kâhta isyancıların eline geçti. Baba İshak'ın emrindeki kuvvetler esas itibariyle Türkmen olmakla birlikte gayrimüslimlerden de onun saflarına katılanlar olmuştur. İsyan kısa sürede Orta Anadolu'ya yayıldı. Ancak Baba İlyas Amasya'da Selçuklu kuvvetleri tarafından kuşatılıp ele geçirildi ve idam edildi. Harekete devam eden Baba İshak  kalabalık bir kuvvetle Konya üzerine yürüdüyse de mağlup oldu ve öldürüldü;  emrindekilerin çoğu kılıçtan geçirildi, kaçabilen yardımcıları sağa sola dağılıp izlerini kaybettirdiler. Bu harekete "Babaî İsyanı" adı verilmiş, Baba İlyas ve Baba İshak'ın fikirleri başka akımları da birleştirerek Anadolu'daki inanç hareketlerini yüzyıllar boyunca etkilemeye devam etmiştir.[2]
 
Selçuklu ordusu Baba İlyas ve Baba İshak'ın destekçilerini kılıçtan geçirmiş, kesin bir mağlubiyete uğratmıştır. Ancak Türkmen kitleleri üzerinde büyük etkileri olduğu anlaşılan bu zatların manevi ve fikri etkisini silememiş; isyan, Türkmen kitlelerin Selçuklu hanedanına küskünlüğünü artırmış; devletin ekonomik gücünü sarsmıştır. Bu iç karışıklıklar sınırda bekleyen ve Selçuklu ordusunun gücünden çekinen Moğollar'ın iştahını artırmış ve onların Anadolu'ya doğru harekete geçmelerine sebep olmuştur. Moğollar, İran'daki kuvvetlerinin komutanı Baycu Noyan idaresinde, ilk saldırılarını Erzurum'a yaptılar. 1242 sonbaharında Erzurum'u kuşattılar ve ele geçirdiler; çocuk ve ihtiyar ayırmadan halkı kılıçtan geçirdiler. 1243 yazında Moğol ordusu yine Anadolu'ya saldırdı. Kışı hazırlıklarla geçiren Selçuklu ordusu Sivas yakınlarında Kösedağ'da Moğollarla karşılaştı. Yapılan savaşta Selçuklu ordusu kesin bir mağlubiyete uğradı. Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev Konya'ya çekilmek zorunda kaldı. Moğollar Sivas'ı, ardından Kayseri ve Erzincan'ı kuşatıp ele geçirdiler, halkı çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirdiler; zenginliklerini yağmaladılar, surlarını ve müstahkem mevzilerini yıktılar. Bu ağır yenilgiler sonunda Moğollarla ağır vergiler karşılığında barış sağlandı. Ancak Moğol saldırıları asla durmadı ve hakimiyetleri gitgide arttı. Onların ağır vergi talepleri ancak halk üzerindeki vergi baskısıyla karşılanabiliyor, bu da Anadolu halkını fakirlik ve güvensizlik ortamı içine sürüklüyordu. Selçuklu hanedanı kağıt üzerinde varlığını sürdürmekle beraber esas hakimiyet Moğollarda idi. Selçuklu hanedanın V. Kılıç Arslan'ın 1318'de ölümüyle sona erdiği kabul edilir. Yunus Emre de yaklışık bu yıllarda (1320) ölmüştü. Görülüyor ki, onun bütün hayatı Selçuklu hanedanın çöküş sürecine denk gelmiş, ekonomik ve siyasi sıkıntılar; savaş ve isyanlar içinde yaşamış; türlü dini görüşün cirit attığı Anadolu'da halka sevgi ve hoşgörü; erdem ve dindarlık yolunu göstermeye çalışmış; adeta çölde bir vaha yaratmış, bu yüzden şiirleri yayılmış, sevilmiş; yüzyıllar boyunca da dilden dile aktarılmıştır.
 
Yunus'un bu gerileme ve çöküş dönemi Anadolusunda nerede doğduğu, nerelerde yaşadığı, neyle meşgul olduğu ve nerede öldüğü de belli değildir. Kaynaklardaki kimi kayıtlar Bolu, Sakarya nehri ve Sivrihisar civarını işaret etmektedirler. Bunlar onun Orta Anadolu'da doğduğunu ve yaşadığını gösterebilir.
 
Kimi kaynaklarda ümmi, yani okul eğitimi görmemiş bir kimse olarak zikredilse de onun belli bir eğitimden geçtiğini kabul etmek gerekir. "Ne elif okudum ne cim" gibi ifadelerinden ümmi olduğu çıkarılabilse de bu sadece Hz. Muhammed'in ümmiliğine duyulan saygı ve zahiri bilgiye iltifat etmemenin bir yolu olarak kabul edilebilir. "Mescid ü medresede çok ibâdet eyledim" gibi ifadelerinden belli bir seviyede tahsil gördüğü kabul edilmektedir. F. Kadri Timurtaş Yunus Emre'nin tahsilini "büyük bir ihtimalle Konya'da yapmış olduğunu" ifade etmektedir.[3] Mevlana ile ilgili bazı ifadelerinden onunla görüştüğü, sohbetinde ve sema meclisinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Mevlana vefat ettiğinde (1273), otuz iki - otuz üç yaşlarında idi.
 
Yunus Emre, bir derviş olarak Anadolu'nun doğusuna, İran ve Azerbaycan'a yolculuklar yapmıştır. Kayseri, Sivas, Maraş, Nahçıvan, Tebriz, Şiraz, Şam gibi kültür merkezlerine gitmiş, buralarda tasavvufi fikirlerini yaymaya çalışmıştır.
 
yunus-emre.jpg

Yunus Emre'nin evlenip evlenmediğini, çocuklarının olup olmadığına dair de açık belgeler yoktur. Bir şiirinde geçen "Bunda dahı verdin bize oğul u kız çift ü helâl" ifadelerinden onun evlendiği ve oğullarının, kızlarının olduğu sonucu çıkarılabilir.
 
Yunus Emre, şeyhinin Tapduk Emre olduğunu kimi şiirlerinde ifade etmiştir. "Tapduk'un tapusında kul olduk kapusında" vb. pekçok mısralarından bu anlaşılmaktadır; bir şiirinde de kendisini "Taptuklu Yunus" olarak tanımlamıştır. A. Gölpınarlı, "Yûnus'a Tapduğ u Saltuğ ve Barak'tandır nasîb" mısraından yola çıkarak onun tarikat silsilesinin Taptuk Emre, Barak Baba, Sarı Saltuk şeklinde olduğunu, Sarı Saltuk'un da Seyyid Mahmûd Hayrânî'nin halifesi olduğunu, bu zatın ise Mevlana'ya mensup olup böylece Yunus Emre'nin silsilesinin Mevlânâ'ya kadar uzandığını ifade eder.[4] Yûnus Emre Divanı'nın birkaç yerde Mevlana hakkında saygı ifade eden sözler geçmektedir.
 
Bazı görüşlere göre Yunus Emre'nin yolu Hacı Bektaş-ı Veli'ye dayanmaktadır. Bu görüşlerin dayandığı kaynaklar, Taptuk Emre'yi Hacı Bektaş-ı Veli'nin halifesi olarak gösterirler. Bektaşi menkıbelerine göre, Hacı Bektaş Anadolu'ya geldiğinde buradaki büyük zatlar arasında Emre adlı birisi de vardır. Bütün Rum erenleri Hacı Bektaş'ın davetine uyup ziyaretine gittikleri halde Emre gitmez. Hacı Bektaş, Emre'yi başka bir yolla çağırıp gelmemesindeki hikmeti sorar. Emre, bir erenler meclisinde kendisine perde arkasından çıkan bir elin nasib verdiğini, o mecliste Hacı Bektaş adlı bir kimse görmediğini söyler. Bunun üzerine Hacı Bektaş o elin bir işareti olup olmadığını sorar. Emre ise elin ayasında yeşil bir ben gördüğünü söyler. Hacı Bektaş elini uzatır. Hacı Bektaş'ın avusundaki yeşil beni görüp şaşıran Emre, üç kere, "Taptuk padişahım!" der. O günden sonra adı Taptuk Emre olur.
 
Yunus Emre'nin eserlerinde ise Hacı Bektaş-ı Veli'nin adı hiç geçmez. Ancak Yunus'un din ve tasavvuf anlayışı ile Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalât'ındaki ve daha sonraki Bektaşî tarikatindeki anlayış arasında önemli paralellikler vardır. Hacı Bektaş-ı Veli'nin anlayışının da önemli ölçüde Ahmed Yesevî'nin anlayışına dayandığı göz önünde bulundurulduğunda, Yunus'un da bu kaynağa bağlanması, en azından aralarındaki kuvvetli etkinin ortaya konulması gerekmektedir.[5]
 
Yunus'un hayatıyla ilgili ayrıntıları Vilâyet-name-i Hacı Bektaş-ı Velî isimli menkıbevi kaynakta buluruz. Yunus Emre, kendi eserlerinde Hacı Bektaş-ı Veli'den hiç bahsetmemişse de, bu kaynakta onun mistik yolculuğunun başlangıcı Hacı Bektaş-ı Veli ile olan bir görüşmesine dayandırılır. Vilayetname'deki bu kaydı aynen veriyoruz :
"Hacı Bektaş'ın şöhreti her yana yayıldı, her taraftan mürid, muhip gelmeye başladı. Semâ'lar, safalar sürülüyordu, meclisler kuruluyordu. Yoksullar geliyorlar, zengin oluyorlar, murad almak dileyenler, baş vuruyorlar, muradlarına eriyorlardı.
 
 
Sivrihisar'ın güneyinde Sarıgöl derler, bir köy vardır. O köyde doğmuş Yunus Emre adlı biri vardı. Bu erin mezarı da gene doğduğu yere yakındır. Yunus, ekincilikle geçinir, yoksul bir adamdı. Bir yıl kıtlık olmuştu, ekin bitmemişti. Hacı Bektaş'ın vasfını o da duymuştu. Gideyim, biraz birşey isteyeyim, dedi. Bir öküze alıç yükledi, vara vara Karaöyük'e geldi. Hünkâr'a, yoksul bir adamım, ekinimden birşey alamadım, yemişimi alın, karşılığını lütfedin, ehlimle, ayalimle aşkınıza yiyeyim, dedi. Hünkâr, emretti, alıcı yediler. Bir iki gün sonra Yunus memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkâr bir derviş gönderdi, sorun, dedi, buğday mı verelim, nefes mi? Yunus'a sordular, ben nefesi ne yapayım, bana buğday gerek, dedi. Hünkâr'a bildirdiler. Buyurdu ki : Her alıcın çekirdeği başına on nefes verelim. Yunus'a bunu söylediler, ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek, dedi. Bunun üzerine öküzüne buğday yüklediler, yola düşdü. Fakat köyün aşağısına gelince hamamın öte yanındaki yokuşu çıkar çıkmaz, ne olmayacak iş ettim ben, dedi. vilâyet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi, kabul etmedim. Verilen buğday birkaç günde yenir, biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum kaldım. Döneyim tekrar varayım, belki gene himmet eder. Bu fikirle dönüp tekrar tekkeye geldi. Buğdayı indirdi, erenler, dedi, bana himmet ettiği nasibi versin, buğday gerekmez bana.
 
Halifeler gidip Hünkâr'a bildirdiler. Hünkâr, o iş, bundan böyle olmaz, o kilidin anahtarını Tapduk Emre'ye sunduk. Ona gitsin, nasibini ondan alsın, dedi. Halifeler, Hünkâr'ın sözünü Yunus Emre'ye söylediler. O da Tapduk Emre'ye gitti, Hünkâr'ın selâmını söyledi, olanı biteni anlattı. Taptuk, selâmı aldı, safa geldin, kademler getirdin, halin bize malum oldu, hizmet et, emek ver, nasibini al, dedi.
 
Yunus, Tapduk Emre'nin tekkesine odun çeker, arkasıyla getirirdi. Yaş ağaç kesmez, eğri odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde Tapduk Emre'ye bir neşe geldi, hallendi. Meclisinde Yûnus-ı Gûyende adlı bir şair vardı, ona söyle dedi. Mırın kırın etti, söylemedi. Tapduk, Yûnus dedi, sohbet et, şevkimiz var, işitelim. Yûnus gene söylemedi. Bu sefer Tapduk, Yûnus Emre'ye döndü, Hünkâr'ın nefesi yerine geldi, vakti tamam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle, dedi. Hemen Yûnus Emre'nin gözünden perde kalktı, söylemeye başladı. Söylediği nefesler, büyük bir divan oldu."[6]
 
Onun, şeyhinin yanındaki hayatı hakkında menkıbevi kaynaklardakinden başka bir bilgi yoktur. Kırk yıl dergâhta hizmet etmesi, odun taşımasıyla ilgili bir hikayede Taptuk Emre, getirdiği düzgün odunlara bakarak Yunus'a sorar : "Dağda hiç eğri odun kalmamış mı?" Yunus bu soruya şöyle cevap verir : "Dağda eğri odun çok; lâkin senin kapında odunun bile eğrisi yakışmaz!"[7]
 
Yunus Emre'nin mezarının nerede olduğu da tartışmalı bir konudur. Miladi takvime göre 1320-21 yılında ve seksen yaşlarında öldüğü biliniyor, ancak mezarı konusunda farklı bilgiler vardır. Anadolu'nun muhtelif yerlerinde ona yakın Yunus Emre'ye ait olduğu öne sürülen mezar vardır : Sivrihisar (Sarıköy), Karaman, Ortaköy, Bursa, Kula, Erzurum, Keçiborlu, Sandıklı, Ünye ve Sivas'ta bulunan bu mezarların hangisinin eserlerini konu ettiğimiz Yunus Emre'ye ait olduğu bilinmiyor. Bu konuda birçok tartışmalar yapılmıştır; ancak hem birden fazla Yunus'un olması, hem de çok sevilen kimi zatlar için gerçekte mezar olmayan "makam"ların ihdas edilmesinin sıkça görülen bir uygulama olması bu durumu açıklayabilir. Gönüllerde yaşamayı hedefleyen, ölümü önemsemeyen, "Ölen hayvan-durur âşıklar ölmez" diyerek ölümsüzlüğünü ilan eden bir sûfiye mezar aramak da beyhûde bir uğraştır.
 
Yunus Emre'ye yakın dönemlerde Âşık Yunus isimli sufiyane şiirler söyleyen bir başka zatın daha yaşadığı, 1439 yılında Bursa'da vefat ettiği bilinmektedir. "Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü", "Sordum Sarı Çiçeğe", "Dertli Dolap" gibi şiirlerin bu Âşık Yunus'a ait olduğu bilinmektedir. Ancak bu Yunuslar bir süre sonra birbirine karıştırılmış, bilhassa 16. yüzyıldan sonra istinsah edilen Yunus Emre Divanları'nda ikisi aynı kimse zannedilmiştir. Sonraki yüzyıllarda yaşamış Yunuslar da vardır.[8]
 
[1]Beyazıd Devlet Kütüphanesi'nde 7912 numara ile kayıtlı yazmada şu ifadeler geçmektedir: "Vefât-ı Yûnus Emre, müddet-i ömr 82, sene 720" (Yunus Emre'nin vefatı, sene 720, ömür müddeti 82). Adnan Erzi, "Türkiye Kütüphanelerinden Notlar ve Vesikalar I", Türk Tarih Kurumu - Belleten, XIV/53, Ankara 1950.
[2]Ahmet Yaşar Ocak, "Babaîlik", TDV İslam Ansiklopedisi, c. 4, İstanbul 1991.
[3]F. Kadri Timurtaş, Yunus Emre Divanı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1980, s. 2.
[4]A. Gölpınarlı, Yunus Emre : Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, İstanbul 1965.
[5]M. Tatçı, Yunus Emre Divanı, Akçağ Yay., Ankara 1998, s. 10-14.
[6]Vilâyetnâme : Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, Hazırlayan : Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul 1958, s. 48-49.
[7]F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 3. Baskı, Ankara 1976, s. 267.
[8]M. Tatçı, a.e., s. 16.
 

yunus_emre_kimdir.jpg

Bu konuyu yazdır