Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,075
» Son Üye: rahmanmutlu
» Toplam Konular: 2,836
» Toplam Yorumlar: 3,067

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 1517 kullanıcı aktif
» 1 Kayıtlı
» 1516 Ziyaretçi
rahmanmutlu

Son Aktiviteler
Nereden Başlamalıyım?
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: desdinova
07-04-2025, Saat: 11:03
» Yorumlar: 0
» Okunma: 251
Ayahuasca çayi hakkinda b...
Forum: ŞAMANİZM
Son Yorum: Gümüşkurt
29-12-2024, Saat: 23:19
» Yorumlar: 0
» Okunma: 356
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 789
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 710
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,558
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,940
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 26,150
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,326
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,580
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,860

 
  Hacı Bektaş-ı Veli
Yazar: Emka - 17-06-2016, Saat: 06:45 - Forum: BEKTAŞİ - Yorum Yok

Gerçek ismi, Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata'dır. Horasan'nın Nişabur şehrinde doğan Hacı Bektaşi Veli'nin doğum ve ölüm tarihleri kaynaklara göre değişiklik göstermektedir. Bazı kaynaklarda doğumu 1248, Anadolu'ya girişi 1270-1280 yılları arası, ölümü ise 1337; bazı kaynaklarda ise doğumu 1209, ölümü 1271 olarak geçmektedir. Gerçek hayatının yanında efsanevi bilgiler de mevcuttur.

Hacı Bektaşi Veli'nin hayatı hakkında bilgi veren Velâyetnâme'ye göre, Horasan Hükümdarı İbrahim-al-Sani diye tanınan Seyyid Muhammed ile Şeyh Ahmet adlı Nişaburlu bir âlimin kızı Hatem Hatun'nun oğullarıydı.

Hacı Bektaşi Veli, ilk eğitimini Lokman Parende'den aldıktan sonra Ahmet Yesevi'nin yanında eğitimini tamamladı. Burada Kur'an-ı Kerim, dini ilimler ve batı ilmine vâkıf oldu. Ahmet Yesevi'den eğitim alması görüşlerinin şekillenmesine ve Yasevilikten etkilenmesine neden oldu. Lokman Parende'nin yanında olduğu dönem "Hacı" lakabını aldı.

Eğitimini tamamladıktan sonra "Horasan diyarından erleri uyandırmak" için Anadolu'ya geldi. Yanına birçok öğrenci alıp eğitimleriyle meşgul oldu. Bu sırada Anadolu'da dini, iktisadi, sosyal ve askeri bir teşkilat olan "Ahilik" ile birlikte çalıştı. Osmanlı sultanlarının da bağlı bulundukları bu teşkilat sayesinde tanındı ve sevildi. Osmanlı padişahı Orhan Gazi ile olan yakın dostluğu sayesinde Yeniçeriliğin üstadı ve hamisi kabul edildi.

Yetiştirdiği talebeler ve "Ahilik" içinde yaydığı birlik ile Moğol istilası etkisindeki Osmanlı Devleti'nin kısa sürede birlik ve beraberlik içinde büyümesini sağladı.

111.jpg

Hacı Bektaşi Veli, Ahmet Yesevi'nin elinde yetiştiği için öz Türkçe kullanmış ve İslam dininin tanınmasında etkili olmuştur. yaydığı düşünce, tekkeleri aracılıyla Anadolu'da hatta Avrupa'da bile yayılmıştır.

Anadolu'da Kapadoya yöresindeki Hıristiyan merkezine karşı bir Türklük merkezi kurmak isteyen Hacı Bektaşi Veli, bugünkü ismi Hacı Bektaş olan yerde tekkeler açtı. Türkistan'dan gelen Hacı Bektaşi Veli, Türk gelenek ve göreneklerinden korunabilenleri tespit etmiş ve bunları bugünki ismi Hacı Bektaş olan Sulucakarahöyük'te kurmuş olduğu tekkede İslam inancı ve Türk kültürü ile birleştirmiştir. hoşgörüye daalı ilmi ve düşünceleri ile kısa zamanda Hıristiyanlığın merkezi Kapadokya'da geniş halk kitlelerine ulaşmayı başarmıştır.

Hacı Bektaşi Veli'nin evli olup olmadığı kaynaklara göre farklılık gösterir. Bazı kaynaklar Hacı Bektaşi Veli'nin evli olmadığını yazarken bazıları Kadıncık Ana(Kutlu Melek, Fatıma Nuriyye) ile evli olduğunu yazar. Ancak başka kaynaklarda Kadıncık Ana başka biri ile evli görülmektedir. Başka bir rivayete göre Kadıncı Ana, Hacı Bektaşi Veli'nin manevi kızıdır.

Hayatının geri kalanını Kırşehir'de tamamlayan Hacı Bektaşi Veli, tahminen 1338 yılında burada vefat etti. Mezarı da Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş ilçesinde bulunmaktadır.


191120121440248213519_2.jpg


Kurduğu Bektaşilik tarikatı, saha sonraki yıllarda halifeleri tarafından devam ettirilmiş ve Yeniçeri Ocağı'nın düşünce temelini oluşturmuştur. Alevi bir tarikat olan Bektaşiliğin, devşirmelerden olan Yeniçeriler arasında yayılmasında, İslamı kolay ve evrensel bir hale getirmesinde etkisi vardır. Hümanist esaslı bir öğretidir. Öğretinin odağında "insan" bulunur. Bektaşilik Türk dünyasının felsefesine birçok katkıda bulunmuştur.

Bektaşilik tarikatının kuruluş süreci hakkında fazla bilgi bulunmasa da Hacı Bektaşi Veli'nin halifleri tarafından devam ettirildiği düşünülmektedir. Haliflerden Balım Sultan zamanında Bektaşilik teşkilatı oluşturulmuştur.

Hacı Bektaş, Horasan Okulu'ndan aldığı "Dört Kapı" anlayışına, her kapıya "onar makam" ekleyerek "Dört Kapı Kırk Makam"dan oluşan tarikatın altyapısını kurar. Buna, "Bektaşi Seyri Sülûğu" da denir. Bektaşiliğin ilk erkannamesini yazan Kaygusuz Abdal, ilk tüzük yapıcı olmuştur. Balım Sultan ise bu erkannameyi sonradan geliştirmiştir ve kurumlaştırmıştır. Hacı Bektaş’tan sonra tarikatın başına Abdal Musa geçmiştir. Bektaşilik; Batınilik, Hurufilik, Ahilik, Kalenderilik, Haydarilik, Melamilik gibi akımlardan etkilenmiş, hatta bazılarını kendi içinde harmanlayarak şekillenmiştir.

Hacı Bektaş dağınık Alevi ve Alevilik türevi akımları ve toplulukları içine almış, yeniden kalıba dökmüş, Aleviliği yeniden derneştirmiş ve Alevi- Bektaşiliğin yolunu çizmiştir. Bunu da doğallıkla kurduğu tarikatıyla yapmıştır. Çevresine bir takım görevliler almış, bunların bir bölümünü kimi yerlere görevlendirerek göndermiş, oralarda "aydınlatma/irşat" çalışmaları yaptırmış, Anadolu'daki diğer Alevi ocakları ile ilişki kurarak kendine bağlamış ve onları yönlendirmiştir. Bu nedenlerle Hacı Bektaş, Alevi-Bektaşi toplumunun gözünde "piri"dir, tarikatın kurucusudur.

Balım Sultan Alevilere göre ikinci pir (piri sani)'dir. Alevilik-Bektaşilik araştırmacısı İngiliz J. K. Birge bu süreci Alevi toplumunun yorumuna göre yapar. Ona göre; "XIII. yüzyıldan başlayarak Küçük Asya'dan ismen ait oldukları çeşitli dinlerden karışmış öğeler içeren bir tür halk dini gelişti. Hacı Bektaş'ın, harekete yardımcı olan gezginci ruhani önderlerden biri olarak giderek artan bir biçimde üstünlüğü tanındı, yalnızca Kırşehir yakınındaki köy adını ondan almakla kalmadı, fakat tüm Küçük Asya'da sayısız köyde onun adı pir olarak ünlendi. Balım Sultan'la kent içi ve yakınlarındaki tekkelerde daha yetkinleştirilmiş bir ritüel ve örgütlenme başladı. Bu örgütlenme, belirli ölçülerde çok benzer inanç ve uygulamaları sürdüren, fakat Bektaşiliğin düzenlenmiş sisteminin dışında kalan köy gruplarından farklılaştı ve daha biçimsel olarak örgütlenmiş Bektaşi Tarikatı haline geldi".



Kaynak:Biyografi.info

Bu konuyu yazdır

  ŞEMS-İ TEBRÎZÎ
Yazar: Emka - 17-06-2016, Saat: 06:25 - Forum: ŞEMS - Yorum Yok

1-mevlana.jpg



Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Muhammed bin Ali olup, Tebrîzlidir. “Şemseddîn=dinin güneşi” lakabıyla meşhûrdur. 645 (m. 1247) senesinde Konya’da şehîd edildi.


Şems-i Tebrîzî şöyle anlatır: “Henüz ilk mektepde idim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği hâlde, O’nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmezdi. Ba’zan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yahut başımla reddederdim. Göklerde olan melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hâllerini müşâhede ederdim. Hocam Ebû Bekr, hâllerimi haber vermekten beni men ederdi.”

Şems-i Tebrîzî, Ebû Bekr-i Kirmânî’den ve Baba Kemâl-i Cündî’den feyz aldı. Onunla beraber, Baba Kemâl’in yanında, Şeyh Fahreddîn-i Irakî de ders almakta idi. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini, şiirler hâlinde Baba Kemâl’e bildirdi. Birgün Baba Kemâl, Şemseddîn’e; “Sana esrârdan ve hakîkatlerden birşey hâsıl olmuyor mu? Neden hiç söylemiyorsun?” dedi. Cevâbında; “Ondan daha çok oluyor. Fakat, ben onun gibi şiir söyliyemiyorum” dedi. Baba Kemâl buyurdu ki: “Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân eder ki, o senin adına her ma’rifet ve hakîkatleri söyler” buyurdu. Şems-i Tebrîzî hocasını çok sever, derslerine çok çalışırdı. Bu bağlılık ve çalışmasının sonunda, kısa zamanda zâhirî ve batınî ilimlerde yüksek derecelerin sahibi oldu.

Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O’na uydurmaya gayret ederdi. Şayet bir kimseden rahatsız olsa; “Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle” derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.

Şems-i Tebrîzî buyurdu ki: “Eğer bir kimse bana âhıretim ile ilgili bir defa iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defa yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir.”

Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâzeyi görse; “Ah! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defn etselerdi” derdi. Bunu işitenler, “Niçin böyle söylüyorsun?” dediklerinde, onlara; “Aşık olanlar maşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir?” diye cevap verirdi.

Kendisine bir şey ikram etseler veya birşey istediğinde getirseler, onlara mutlâka karşılığında birşey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif sahibi olurlardı.

Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübahların fazlasını dahi terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerlere gitti: Bunun için kendisine “Uçan güneş” de derler idi. Şems-i Tebrîzî, seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların neticesi olarak rü’yâsında; “Konya’da bulunan Celâleddîn-i Rûmî’ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması” bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükür ederek; “Böyle dosta canım feda olsun” dedi.

Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam’dan Konya’ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devam ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, câmide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak dedi ki: “Burada yatılmaz kalk!” Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak dedi ki: “Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garîbim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım.” Câmiyi kilitlemek için gelen dedi ki: “Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim.”

Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı. Câmiden çıkmasını istiyen onun arkasından bakarken, aniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine; “İmdat boğuluyorum” diye bağırmaya başladı. Bunun sesini işiten İmâm koşarak geldi. Ona; “Ne oldu, niye bağırıyorsun?” diye sordu. Kayyûm durumu anlatınca, hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti. Kendisine dedi ki: “Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!” Şems-i Tebrîzî hazretleri İmâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde buyurdu ki: “Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak imânla ölmesi için duâ edebilirim.”

Şems-i Tebrîzî, Konya’ya gelip Şekerciler ismindeki hana indi. Günlerini orada geçirirken, birgün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devam etti. Kendi kendine de; “Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nurlu bir yüzü var” diye düşünürken aniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sahibinin o yabancı olduğunu görünce; “Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?” dedi. O kimse; “İsminizi öğrenmek istiyorum.” deyince, o da; “Mevlânâ Celâleddîn Muhammed” diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; “Bir suâlim var. Acaba Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?” diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defa duyan Mevlânâ hazretleri; “Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O’nun hürmetine yaratıldı” dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; “Peki, Muhammed aleyhisselâm; “Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!” dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin “Sübhânî, benim şânım ne yücedir” diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?” diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mübârek kalbi öyle bir derya idi ki, ona ne kadar ma’rifet, aşk-i ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; “Yâ Rabbî! Verdiğin bu ni’metleri daha da arttır” buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî’nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemiyerek ufak bir tecellî ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi.” Bu izahata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, “Allah” diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî’yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmışta, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, aydınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; “Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır” diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide va’zü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahi, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Hergün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkür ederler, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tazelerlerdi. Birgün Mevlânâ havuz kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip, kitapları sordu ve onları suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ; “Ah! babamın bulunmaz yazıları gitti” diyerek çok üzüldü. Şemseddîn, elini uzatap herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ, “Bu nasıl işdir?” dedi. “Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın” buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp; sarsılmaz bir kale gibi oldu. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: “Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, O’nun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etrâflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama ma’rifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve ona muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems’e uyar oldu. Şems babamı muhabbete da’vet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük ma’nevî derecelere yükseldi.”

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ bunları Şems-i Tebrîzî’ye havale etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler.

Şems-i Tebrîzî mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî “Sorun” buyurdu. İçlerinden birini reîs seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: “Allah var dersiniz. Ama görünmez, göster de inanalım.” Şems-i Tebrîzî buyurdu ki:

“Öbür sorunu da sor!” “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz, hiç ateş ateşe azâb eder mi?” Şems-i Tebrîzî: “Peki öbürünü de sor!” “Ahırette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!” Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamanın kadısına gidip, Tebrîzî’yi şikâyet etti ve; “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu” dedi. Şems-i Tebrîzî; “Ben de sâdece cevap verdim” buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî de şöyle anlattı: “Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.” O kimse şaşırarak; “Ağrıyor ama gösteremem” dedi: Şems-i Tebrîzî; “İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Halbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz” dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mes’ele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhıret hayâtında niçin hak aranmasın?” buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.

Şems-i Tebrîzî ile Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek; “Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhıret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu halleriyle ölüden farkları yok” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır” diye duâ etti. Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden “Allah! Allah!” sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems; “İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyâçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve ma’nevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp “Allah! Allah!” demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakikî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakkın sevdiği bir âlimi veya evliyâsı sebebiyle olmaktadır” buyurdu.

Mevlânâ birgün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, ba’zı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled anlattı ki; “Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems’in huzûruna koştum. Geldiğimi görünce; “Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ’nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ’nın yanında bin tane Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsip olmaz” buyurdu.

Şems-i Tebrîzî hazretleri birgün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırkbin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-ı Hakka; “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diye duâ ediyordu, öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar, “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o anda cenâb-ı Hakka münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak; “İste ey Şems! Bütün dileklerin yerine getirilecek” diyen bir ses işitti. Bu cevap üzerine Şems-i Tebrîzî, “Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diye yalvaran bu evliyâ kuluna ihsân eyle” dedi. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefaatiyle, o evliyâ kul, derhal isteğine kavuştu.

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerin zâhirî ve batınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ’nın kendi aralarına katılmamasına üzülen ba’zı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ’nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: “Bu kimse Konya’ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ’nın oğlu olsun da, Tebrîz’den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.” Bu söylentilere Mevlânâ; “Hiç toprağa i’tibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye galip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?” diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya’da kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbabını bırakarak Şam’a gitti.

Şems-i Tebrîzî’nin gitmesi Mevlânâ’yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems’in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. “Şems! Şems!” diyerek ciğeri yakan kasideler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektûpları Şam’a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse; “Şems’i gördüm” diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defasında birisi; “Şems-i Tebrîzî’yi Şam’da gördüm. Sıhhati yerindeydi” dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepisini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse; “O, Şems-i Tebrîzî’yi görmedi. Yalan söylüyor” deyince, Mevlânâ da; “Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakiki haberini getirene canımı veririm” diye cavap verdi. Böylece aylar geçti. Mevlâna artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; “Sür’atle Şam’a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir, İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşrîflerini tarafımdan istirhâm et” dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam’da, babasının ta’rîf ettiği handa, Şems-i Tebrîzî’yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya’da bu hadîseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ’dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya’ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled’in ata binmesi için ne kadar ısrar ettiyse, o; “Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz.” diyerek ata binmedi Sultan Veled, Konya’ya yaklaştıklarında Mevlânâ’ya haberci gönderip, Konya’ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki o kimse zengin oldu. Konya’da tellâllar bağırtılarak, Şems’in Konya’ya teşrîf etmek üzere olduğu bildirildi. Konya’da başta padişah olmak üzere, ileri gelen vezirler hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde mübârek velî Şemseddîn Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems’in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstadının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızler Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur’ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şemseddîn-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ’nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled’in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ’ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; “Benim bir serim (başım), bir de sırrım vardır. Başımı sana feda ettim. Sırrımı da oğlum Sultan Veled’e verdim. Eğer Sultan Veled’in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle, geçirse, ona verdiğim sırra, ya’nî evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz” dedi.

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, ma’nevî bir alemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems, gelince Mevlânâ’nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasihat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems’e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.

Sirâceddîn anlatır: “Kış mevsiminin ortası idi. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî’nin bulunduğu bir mecliste; “Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider?” diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; “Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır” derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık.”

Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat birşeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası birgün Şems-i Tebrîzî’nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur’ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup; “İnşâallah hergün Kur’ân-ı kerîmin bir cüz’ünü (yirmi sahife) ezberler” dedi. Orada olan herkes bu söze şaşırdılar. Ertesi günden i’tibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve hergün yirmi sahifeyi ezberledi. Bir ayda Kur’ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.

Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ’yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devam ederken, halk, Mevlânâ’nın hiç görünmemesinden dolayı Şems’e kızmaya başladılar. Birgün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled’e dedi ki: “Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ’dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!”

645 (m. 1247) senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Birara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ’ya; “Beni katletmek için çağırıyorlar” dedi ve dışarı çıktı. Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücum ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin “Allah!” diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı. Fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled’i uyandırıp, durumun tetkikini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlânâ’nın oğlu Alâeddîn de vardı. Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rü’yâsında Şems-i Tebrîzî’nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Mevlânâ’nın medresesine defn ettiler.

              Sems-i-tebrizi.jpg


Şems-i Tebrîzî’nin kıymetli sözlerinden ba’zıları:

Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse sordu; “Efendim! Ma’rifeti bana anlatır mısınız?” O da; “Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu ma’rifettir.” Soruyu soran; “Peki ben ne yaparsam bu ma’rifeti elde edebilirim?” diye tekrar sordu. “Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Allahü teâlâya vâsıl olamaya mâni olacak şey dört tanedir: 1. Şehvet, 2. Çok yemek, 3. Mal ve makam, 4. Ucb ve gurûr, İşte bu dört şey, kulun cenâb-ı Hakka ulaşmasına mânidir.”

Bir defasında da şöyle buyurdu: “Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O’nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her ân Allahü teâlâyı zikr ederler, şükr ederler, ibâdete devam ederler. Bir kalbden bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz.”

“İlim olmayan bir beden,
suyu olmayan şehre benzer.”

Şems-i Tebrîzî hazretlerine, “İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?” diye sordular. Cevâbında; “Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1. Şükreden zengin, 2. Kanaatli ve sabreden fakir, 3. İşlediği günahlara pişman olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kimse, 4. Takvâ, vera’, zühd sahibi; ya’nî haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmiyen âlimdir” buyurdu. “Bu kıymetli insanların içinde en üstün olanı hangisidir?” diye sordular. Buyurdu ki: “İlim ve hilm sahibi âlimlerdir.”

Cömertliği sordular, buyurdu ki: “Dört türlü sehâvet (cömertlik) vardır 1. Mal cömertliği; zâhidlere mahsûstur. Onlar malı verirler, ma’rifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2. Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsûstur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3. Can cömertliği; şehidlere mahsûstur. Onlar da canlarını vererek Cenneti alırlar. 4. Kalb cömertliği; âriflere mahsûstur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar.”

Birgün dostlarına şöyle nasîhatta bulundu: “Âhıreti terk edip, dünyâya tâlib olup muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhırete tâlib olan kimselere de, ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslama hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın talibi olan kimselere, O’na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur, İlmi taleb edenlere, ya’nî âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır ki, huzûra kavuşabilsin. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmek olur. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarfedenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanaatkar olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp, birisini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi icâb şey nefsidir. Çünkü nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mes’ûd ve bahtiyar olması düşünülemez.”

“Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Neticede Cehenneme götürür.”

Âhıreti kazanmak için çalışmak lâzımdır ki, bu, insanı Cennete götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmeye sebeb olur.”



1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1072

2) Rehber Ansiklopedisi cild 16, sh. 69

3) Nefehât-ül-üns sh. 520

4) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 16

5) Kâmûs-ul-a’lâm cild-4, sh. 2872

6) Menâkib-ül-ârifîn cild-1, sh. 82

Bu konuyu yazdır

  HİNDİSTANDA BULUNAN DENİZ KIZINA BENZER DENİZ CANLISI
Yazar: Emka - 17-06-2016, Saat: 03:34 - Forum: EFSANELER - Yorum Yok

55eb5a0cf018fbb8f8bba1a5.jpg


Hindistan’ın Chennai kentinde tsunami sonrası bulunduğu iddia edilen ve ‘denizkızı’ olduğuna dair görüşlerin oluduğu tuhaf deniz canlısı, büyük ilgi topluyor.
Gizemli yaratık için, tsunami sonrasında kıyıda bulunduğu ve sıkı güvenlik önlemleri altında bulunduğu yerden alınarak Hindistan’daki Egmore Müzesi’ne bağışlandığı iddia ediliyor. 

TUHAF GÖRÜNTÜSÜ KORKUTUYOR 

Denizkızı olduğu iddia edilen varlığın görüntüsü, görenleri korkuttuğu kadar herkesin aklında merak da uyandırıyor. Fotoğraflardan sonra herkesin aklına aynı soru geliyor: Denizkızı masaldan ibaret değil mi?

55eb5a0cf018fbb8f8bba1a7.jpg

EFSANE ASURLULARDAN BERİ DEVAM EDİYOR 

Deniz kızı hikâyeleri neredeyse evrenseldir. Bilinen ilk deniz kızı hikâyesi M.Ö. 1,000 yılında Asurlularda görülmüştür. Asur kraliçesi Semiramis'in annesi Atargatis, ölümlü bir çobana aşık olan ölümsüz bir tanrıçadır.

55eb5a0cf018fbb8f8bba1a9.jpg

Fakat aşık olduğu genç çoban ölür ve o da bir balığa dönüşmek için bir göle atlar. Ama su, onun mükemmel vücudunu ve doğasını gizlemez, bunun yerine ona bir kuyruğu ve suda nefes alabilme yetisi verir. İlk Atargatis betimlemeleri insan kafası ve bacakları olan bir balık şeklindedir . Yunanlar ise Atargatis'i Derketo diye tanımışlar ve Afrodit'in yanında betimlemişlerdir.

Bu konuyu yazdır

  İNANILMAZ GÜÇLERE SAHİP 7 CADI
Yazar: Spiritüeller - 17-06-2016, Saat: 01:55 - Forum: CADILIK - Yorum Yok

cadilar-zamani_4780728.jpg

CATHERİNE MONVOİSİN:
Fransız bir kuyumcunun karısıydı. Çocukluğunda önsezileri çok etkiliydi ve onu ünlü yapan bu oldu. Kocası iflas ettikten sonra, Aşk iksirleri, Zehirler,Kürtaj için uyuşturucu iksirleri yapmaya başladı ve sonrasında insanların ileriye dönük hayatı hakkında bilgiler vermeye başladı, onu ziyarete gelenler içinde kontesler,prensler ve soylular vardı. Paris'te 1680'li yıllarda kızı ile birlikte cadılık suçlamasıyla tutuklandı ve yine aynı yıllarda Place de Grieve de cadı olduğu kanıtlanan Catherine Monvoisin yakıldı. Annesinin ölümünden sonra kızı devam ederek birden fazla suikast girişimini önledi ve birçok gizli dosyayı sezgileriyle Kral'a aktardı.

Suçu :2000 - 2500 kişiyi öldürmek

Özellikleri: El falcılığı,yüz okuma,iksircilik en bilinen özellikleriydi.

caterine.jpg

AGNES SAMPSON:
16.Yüzyıl sonunda iskoçyanın bir köyünde isim yapmaya başladı. Şifacı 1589 prens evlenmek için gemiyle yola çıktı. Agnes Sampson ise prensi kraliçeden intikam almak için öldürmeye karar verdi. Ve denize açılmadan önce presin evleneceği kadın hakkında bir bahane uydurarak, kraliçeye geminin büyük bir fırtınaya yakalanıp batacağını söyledi. Bir süre sonra kendi odasında yaptığı büyü ile denizde büyük bir fırtına çıkarttı ve geminin neredeyse batmasına neden olacaktı. Prens bu durumdan geri dönerek,kraliçeye durumu anlattıktan sonra,prensin evleneceği kızı ve en yakın arkadaşını İskoçya'ya getirtti. Kraliçenin emri üzerine ilk cadı mahkemesi kuruldu ve prensin evleneceği kadın ve arkadaşı cadı ilan edilip diri diri yakıldı. Bundan sonra Agnes Sampson bu güçleri sayesinde 70 kişiyi sahte cadılık yalanıyla yaktırdı. Temmuz ayında cadılık suçlamasıyla tutuklandı ve işkence yapılarak suçu itiraf ettirdi,ayrıca onu koruyan ve zindan da ziyaretine gelen 3 rahip ve birden fazla kadın onun şeytanın annesi olduğunu ve onun gerçek bir cadı olduğunu itiraf ettiler. Onu ziyarete gelenler,koruyanlar dahil olmak üzere kopenhag yakınlarında 12 kişi yakılarak öldürüldü.

Suçu: Prense suikast, 70 kişinin suçsuz yere ölmesi

Özellikleri: Doğaüstü güçlere sahipti.

agnes.jpg

ALİCE KYTELER:
4 kez evlenmiştir,ilginç taraf ise kocalarının hepsi varlıklı ve hepside ölmüştür. Böylece varlık içinde yüzen Alice Kyteler büyük tefecilerden olmuştur. Çevresinde bulunan insanlar ve/veya halk Alice Kyteler'ın kocalarını zehirleyip şeytana kurban ettiğini söylemeye başlamışlardı. Evine girip araştırma yaptıklarında evde birçok farklı şişede tozlar ve hayvan ölüleri olduğunu gördüler. Bunun üzerine tutuklanan Alice Kyteler cadı mahkemesine çıkartılarak suçlu bulundu. Bu suçlardan sonra İrlanda topraklarındaki ilk cadı olma ünvanını da kazanmış oldu,ertesi gün yakılma kararı alındı. Fakat işin ilginç tarafı yakılmak için zindandan alınacağı vakit zindan da bulunamamıştır. Ve hiç bir zaman izine rastlanmadı. Halk'ın ısrarı üzerine hizmetçisi kırbaçlandı ve onun adına aynı saatte diri diri yakıldı.

Suçu: İsa ve Kiliseyi inkar etmek , Geceleri kiliside toplanıp kara büyü yapmak , Hristiyanları kontrol altına almak için büyü yapmak , Kocalarının ölümü 

Özellikler: Kara Büyü

alice.jpg

ANGELE DE LA BARTHE:
Tarihte yaşamış sapkın büyücülerden bir tanesi. Sapkınlıkları arasında:Şeytanla ruhsal ilişkiye girdiğini söyleyip,ondan bir bebek getirdiği söylenir. Bu bebek kurt kafasına sahip yılan kuyruğu bedenli bir canavardır.Çocuğunu beslemek için bebek mezarlarını kazıp onları çıkartır ve çocuğunu beslerdi. Bir gece çocuğunun kaçtığını söyledikten sonra cadı mahkemesine çıkartılıp yargılanır ve suçlu bulunur. Fransa'nın Touluse kentinde yakılmıştır.

Suçu: Şeytanla iletişim kurup onu dünya içinde tutmak.

Özellikleri: Belli değil

mother.jpg

MOTHER SHİPTON:
Dogduğunda bacakları bükük,geniş baş,batık yanaklar ile deforme bir çocuk olarak dünyaya geldi. Tüm halk onu cadıların çocuğu olarak gördü. 9 yaşında nesnelerin etrafında döndüğü ve daha birçok tuhaf olayın gerçekleştiği kanıtlanmıştır. İnsanlardan kaçarak İngiltere'nin Yorkshire kentinde bulunan Mother Shipton mağarasını evi olarak kendisine seçmiştir.En büyük kahinlerden olup Nostradamus kadar iyi olduğu söylenir. 30 saniye ileri dönük söylediği bütün herşey gerçekleşmiştir. 

Suçu:İyi kalpli bir kahin olarak tanındı ve hiç suçu olmadı.

Özellikleri: Telekinesis güçler,ileriyi görme sezgileri

angele.jpg

MARET JONSDOTTER:
İsveçli cadılardan bir tanesi. Gertrud Swendsdotter adında olduğunu söyledikleri bir kızın,suyun üzerinde yürüdüğünü görenler baş rahip ile görüşmeye giderler.Rahip uzun görüşmeler sonunda aileyi ikna ederek bir görüşme sağlarve Gertrud Swendsdotter adındaki kızla konuşmaya başlar,fakat hiç beklemediği zamanlarda farklı bir sesin daha cevap verdiğini sezer. Daha detaylı inceleme yaptığında evin hizmetçisini şeytanın ele geçirdiğini anlar ve gerçek adının da Maret Jonsdotter olduğunu öğrenir. İnanmak için kıza bir teklif yapar ve suyun üzerinde rahiple birlikte yürürler.Eğer daha fazla uğraşırlarsa kıtlık ile tehdit edilen halk,cadı mahkemesi kurulmasını ister. Ve kurulur fakat idam için yeterli delil olmadığı için serbest kalır. Sonraki zaman içinde,söylediği gibi kıtlık yaşanır ve bu sefer suçlu bulunarak yakılarak öldürülür.

Suçu: Şeytanla işbirliği yapması

Özellikleri: Gözle görülmeyen varlıklarla iletişime geçebilmesi

maret.jpg

MARİE LAVEAU:
Dünyada yüksek cadı rütbesi olan tek kişidir. Voodoo uygulayıcısı olarak tarihe adını yazdırdı,ölüleri çağırma,telekinezi gibi birçok özelliği vardı. 1874 yılında öldüğünde 12.000 kişi cenazesinde bulunmaktaydı

Suçu: Bulunmamaktadır.

Özellikleri:Ölü çagrıcılığı,telekinezi,zihin kontrolü

marie.jpg

Bu konuyu yazdır

  rüyamı yorumlar mısınız?
Yazar: Hayat Enerjisi Maneviyat - 16-06-2016, Saat: 21:54 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

rüyamda annesi ben değilim eşim babasıymış ama kızımız olarak kabul etmişim bende cocuk 6-7 yaşlarında onun yuzunu vs gördüm şuanda hatırlamıyorum o cocuktan sonra kendi çocuklarım gelecekmiş böyle bir rüya

Bu konuyu yazdır

  HANGİ ZEKA TİPİNE SAHİPSİNİZ ?
Yazar: Emka - 16-06-2016, Saat: 21:06 - Forum: Zihin - Yorum Yok

maxresdefault.jpg


1) Sözel – Dilsel Zeka:
  • Bu zeka tipine sahip birey dil öğrenmede ve telaffuzda oldukça başarılıdır.

  • Kitap okumayı sever ve yazı yazmada başarılıdır.

  • Karmaşık cümleleri kolaylıkla çözümleyebilir.

  • Kelime ezberleme kapasitesi ve hızı yüksektir. Rahatlıkla büyük bir kitabı ezberleyebilir.

  • Şiir yazma kabiliyetleri bulunur, şiir okumaktan hoşlanırlar.

  • Karşıdaki kişiyi dinler ve ne denilmek istendiğini daha iyi farkeder.

  • İkna kabiliyetleri yüksektir.

  • Okuduklarını ve anladıklarını kolaylıkla yorumlarlar.

  • Hitap gücü ve nutuk becerisi yüksektir.

  • İnsanlara kendilerini dinletebilir.
2) Sayısal – Mantıksal Zeka:
  • Bu zeka tipine sahip birey klasik IQ testlerinde oldukça başarılı olur.

  • Matematik işlemlerini kolaylıkla yapar ya da yeni kuramları çabuk kavrarlar.

  • Mantıksal örüntüleri ne kadar karmaşık olursa olsun çözmenin yolunu bulur.

  • Bilgisayar programlama – algoritma ve elektronikteki mantıksal kapılar gibi sistemleri rahatlıkla kavrar ve özgün buluşlar yapabilir.

  • Kesin doğru veya yanlış bilgiler daha tatmin edici bulunur.

  • Satranç, dama gibi oyunlarda başarılıdır.

  • Soyut düşünme becerisi oldukça gelişmiştir.

  • Karar verme kabiliyeti oldukça gelişmiştir.

  • Grafik ve istatistik okuma becerisi gelişmiştir.
3) Görsel – Uzamsal Zeka:
  • Bu zekaya sahip bireyler için geometrik şekiller karmaşık gelmez.

  • Üç boyutlu geometrik şekiller üzerinde matematiksel işlemleri gerçekleştirirken oldukça başarılıdır.

  • Çizim kabiliyeti oldukça gelişmiştir.

  • Resim çizme konusunda başarılıdır ve ünlü ressamların tümünde bu özellik bulunur.

  • Hafızasında görüntüleri inceleyebilecek düzeyde saklar. Örneğin bir defa gördüğü bir kişinin yüzünü unutmaz ve kağıda çizebilir.

  • Evde veya ofiste eşyalarını kolaylıkla kaybetmez. Koyduğu bir nesnenin yerini hatırlar.

  • Gözleri en önemli duyu organlarındandır.

  • Hayal kurma durumu daha fazla gözlenir.
4) Bedensel – Kinestetik Zeka:
  • Fiziksel etkinliklerde daha başarılıdır.

  • Mutlaka uğraştığı bir spor dalı vadır.

  • Kaslarının kontrolüne %100 e yakın oranda sahiptir.

  • Uzun süre bir yerde sabit kalmaktan hoşlanmaz, bu tür durumlarda ellerini ya da ayaklarını hareket ettirmeye başlar.

  • Genellikle hızlı hareket etmeyi sever.

  • Kısa mesafelerde zamanı varsa ulaşım araçlarını tercih etmek yerine yürümeyi tercih eder.

  • Vücut dili kullanımı oldukça fazladır. Duygularını hareketleri ile belli eder.
5) Ritmik Zeka:
  • Bu zeka alanına sahip bireylerin müzik kulakları gelişmiştir.

  • Müzikleri hafızalarında doğru notalarla ve ritimle saklayabilir.

  • Seslere duyarlıdır.

  • Müzik aletlerini çabuk öğrenir ve kullanır.

  • Sesini doğru kullanabilir.

  • Ritmik konuşma veya hareket etme kabiliyeti vardır.

  • Kulakları en önemli duyu organlarındandır.

  • Duyduğu sesin hangi nota olduğunu bilir.
6) Doğacı Zeka:
  • Doğayı sever ve korur.

  • Hayvan besleme ve bitki yetiştirmeye istekli olur.

  • Çevrenin temiz tutulması konusunda duyalıdır.

  • Açık havayı (doğayı) kapalı ortamlara tercih eder.

  • Yeni bitki ve hayvan türleri görmek onların ilgisini çeker.

  • Belgesel izlemeyi sever.

  • Bahçede çalışmayı sever.

  • Doğa olayları ilgisini çeker.
7) İçsel Zeka:
  • Bağımsızdır.

  • Kendi belirlediği hedefleri vardır.

  • Bireysel başarıya odaklanır.

  • Güçlü ve zayıf yönlerini tanır.

  • Öz saygı ve sevgi yüksektir.

  • Başkaları ile paylaşmadığı iyi özellikleri vardır.

  • Kendi kararlarını kendisi verir.
8) Sosyal Zeka:
  • Grup içinde doğal bir lider görünümündedir.

  • Arkadaşları ile vakit geçirmekten hoşlanır.

  • İletişim becerileri yüksektir.

  • Başkalarına yardımcı olmada gönüllü olur.

  • Problemli arkadaşlarına destek olur.

  • Bir ya da iki tane çok sıkı dostu vardır. Bunun yanında onlarca yakın arkadaşı vardır.

  • Organizasyon becerisi yüksektir.

  • Diğerleri tarafından arkadaşlık için aranır.
zeka tipinizi ya da tiplerinizi belirlediyseniz aşağıdan anketimize katılarak bunu bize belirtebilirsiniz.

Bu konuyu yazdır

  ABORJİNLERİN ŞAŞIRTAN HAYATI
Yazar: Emka - 16-06-2016, Saat: 19:42 - Forum: ABORJİNLER - Yorum Yok

Kapak.jpg


Avustralya kıtasının yerlileri olan Aborjinler, görüp göremeyeceğiniz en farklı kabile… Gelenekleri ve yaşam şekilleriyle yüzlerce yıl geriden gelen Aborjinler, kendi alanlarının dışına çıkmadan ve sınırlarına kimsenin girmesine izin vermeden çok uzun yıllar yaşamlarını sürdürmüşler. Şimdi bir kısmı bizim dünyamıza adapte olmuş olsa da onlar, şu anda dünya üzerinde yaşayan kabileler arasında ruhlarını ve bedenlerini bizden çok daha farklı kontrol etmeyi başarabilen ender kabilelerden.  


1.jpg


İngilizler 18. Yüzyılda Avustralya’ya yerleştiğinde orada, 300.000’den fazla Aborjin yaşamaktaydı. Ancak maalesef bu sayının büyük bir kısmı İngilizler tarafından öldürülüp, topraklarından sürüldüğü için bu sayı eksildi ve 1900’lere gelindiğinden Aborjin nüfusu 45.000 olarak kayıtlara geçti. Ancak 1960’lar, Aborjinler için ‘yaşama dönüş çizgisi’ oldu ve hükümet onlara toprak hakkı tanıyarak kendi yaşam alanlarını yaratmalarına ve korumalarına izin verdi. Böylece Aborjinler de nüfusları tükenmeden önce derin bir nefes aldılar ve neticesinde şu anda 300.000 ile 400.000 arasında bir nüfusa sahip oldular.

2.jpg


Avustralya’da yaşamlarını sürdürmeye çalışan Aborjinler, zannedildiği kadar vahşi bir toplum değil, aksine çok hümanist kabilelerdir. Aborjin halkı şimdiye kadar birçok zorlukla karşılaşıp, fazlaca kayıp verdiği için kendi benliğine olan güvenini de büyük ölçüde kaybetmiştir aslında. Yani saldırgan olduğu düşünülen Aborjinlerin esasında, sadece doğayla bütünleşen ve insanlara zarar veremeyecekleri bir inanç sistemi vardır. Aborjinlerin dini inanışlarına göre ‘Hayal Zaman’ denilen bir dönemde ruhlar toprağın üzerinde dolaşıp tüm hareketli hareketsiz varlıkları, ağaçları, taşları, nehirleri ve insanları yaratmışlardır. Bazı yorumlamalara göre toprak ve barındırdığı her varlık bütünüyle kutsaldır. Çitleri, demiryolları ve hayvanlarıyla beraber gelen beyaz adam da bu kozmosun bir parçası olduğundan yerlilerin ona karşı bir müdahale hakları olamaz. 


3.jpg

Aborjinler koyu tenli, kahverengi ya da siyah saçlıdırlar. Avcılık ve toplayıcılıkla uğraşan Aborjinler, kanguru ve opossum gibi hayvanları, sürüngenleri ve kuşları avlayarak, balık tutarak, kabuklu deniz hayvanları toplayarak, böcek, yaban balı, yumurta, tırtıl, meyve, tohum ve kökler arayıp bularak yaşarlar. Toprağı işlemedikleri ve hayvan beslemedikleri halde, doğal kaynakları dikkatle kullanır ve korurlar. Ustalıkla değerlendirdikleri doğal çevrelerini, bugün olduğu gibi eskiden de çok iyi tanırlardı. Evcilleştirdikleri tek hayvan dingo denilen bir tür yabani köpektir. Göçebe olarak yaşayan Aborjinler, çok fazla eşya sahibi olmazlar… 

4.jpg


Her ne kadar Aborjinler’in tek bir kültürü paylaştığı düşünülse de bu aslında kocaman bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Avustralya gibi büyük bir toprak parçasına tek başlarına egemen oldukları için ada içerisinde birbirinden çok farklı kültürlere, dillere ve yaşam şekillerine sahip olmuşlardır. Avrupa gibi dünyanın en küçük kıtasında bile birbirinden çok farklı dil ve kültürün bulunduğunu düşünürseniz, aynı durumun Avustralya yerlilerinde yaşandığını da anlamak zor olmayacaktır. Aborjinler açıkta, ağaçlardan yapılan ilkel barınaklarda yaşayan ve doğayla bağlantılarını asla kesmeyen bir topluluktur. Üstlerine sürdükleri boyaları bir giysi gibi kullanırlar, örtünmeye çok fazla ihtiyaç duymazlar. Kıyafetler için kanguru derisini tercih ederler. Ancak bugün Aborjinlerin büyük bir çoğunluğu kasaba ve şehir hayatına uyum sağlamış durumdadır.


5.jpg


Aborjinler için ‘Rüya’ çok ayrı bir anlama sahiptir. Rüya görmek önemli bir ritüeldir ve bu durum, alternatif tıbbın yoluna da ışık tutmayı başarabilmiştir. Öyle ki, Didgeridoo adı verilen Aborjin çalgılarının tamamen uyku seansları düzenlemek için çalındığı düşünülmektedir. Günümüzde “Uyku Apne Sendromunu” tedavisi için alternatif yöntem olarak Aborjin çalgılarının sesleri kullanılır. Aborjinler için uyku geçmiş, gelecek ve şimdinin bir karmasıdır ve Aborjinler için düş görmek bir iletişim aracıdır. Onların inancına göre, hiç kimse ölmez ve yaşam son bulmaz çünkü gerçek hayat rüyalarda görülen dünyalardır ve bu dünya, düş zamanı denilen bir çizgide ilerler. Ölüm ve doğum bu düş zamanının parçalarıdır; hayat döngüsü rüya ile başlar ve devam eder. Aborjinlerin olabildiğince sade kalan hayatları ve medeniyetlerini geliştirmemelerindeki en büyük etken de bu felsefedir. Aborjinler dünyayı o kadar fani görürler ki, deyim yerindeyse bu dünyaya dikili tek bir ağaçları bile olmadan yaşayabilmeyi başarmışlardır.


6.jpg


Aborjinlerin belirgin özelliklerinden birisi de telepati yetenekleridir. Seslerini, şarkı söylemek ve ayin yapmak için kullanan Aborjinlerin, duygu ve düşüncelerini algı yoluyla iletmekte oldukları düşünülür. Aynı soruya birbirleriyle konuşmadan ortak cevap veren Aborjinlerin, kendi aralarında telepati yeteneklerinin ne derecede yoğun yaşandığı da tamamen bizim anlayamayacağımız bir şey... Bir Aborjin'e verilen bilginin, herhangi bir görüşme olmadan diğerinden edinilebilmesi bu şüpheleri kuvvetlendirmektedir. Her ne kadar bu konuda kesin bir bilimsel kanıt ortaya çıkartılmamış olsa da, mevcut testlerde ilkel hayatını koruyan, asimile olmamış Aborjinlerin telepatiyle iletişim kurduklarına dair şüpheler oldukça yoğundur. İşte tam da burada şöyle bir not düşmeliyim; telepati yeteneğinin gelişmesi ve kullanılır olmasındaki en büyük etken, Aborjinlerin hayatlarında yalana yer olmayışıdır. Yalana yer olmamasından da ziyade Aborjin kültüründe “yalan”, tanımlanmış bir kelime bile değildir aslıda. Yalan olmadığı için de duygularını tüm gerçekliğiyle karşı tarafa aktarmak mümkün hale gelebilmiştir.   

7.jpg


Aborjinler soyları boyunca çölde yaşamak için denenecek ve yapılacak her şeyi yapmışlardır. Bu sebeple Aborjinler, su içmeye çok fazla ihtiyaç duymazlar çünkü bünyeleri en kötü şartlara alışıktır. Aynı zamanda buldukları su birikintileri fazla olmadığı için banyo da yapamazlar. Ancak temizlenmelerini sinekler sağlar. Sabah güneşi ile gelen sinekler vücutlarını kaplar ve tüm vücudun üzerinde bulunan mikrop ve benzeri şeyleri yerler ve bu iş bitince herkes yoluna devam eder.


Aborjinler daha birçok yeteneğe sahiptir ki bunlardan bir tanesi de iz belirleme kabiliyetleridir. Bu insanlar herhangi bir ayak izine bakarak o ayak izini yapan kişinin yaşını, sağlık durumunu ve ne zaman geçtiğini belirlerler. Bunun yanı sıra gövdesi toprakta olan bitkilerin toprak üzerinde bulunan yapraklarına dokunarak bu bitkinin ham mı yoksa olgun mu olduğunu anlarlar.
Dünya üzerinde yaşayan en ilginç kabilelerden birisi olan Aborjinleri görmek ise hiç de kolay değildir. Bir Aborjin kampı ancak özel izinle ziyaret edilebilir. Eğer ziyaret için özel bir sebep belirtebiliyorsanız Toprak Konseyine yazıp dört ila altı hafta arasında cevap beklemelisiniz. Daha fazla bilgi için büyük şehirlerde bulunan Aborjin Destek Guruplarına başvurabilirsiniz. Avustralya'nın kuzey batısında rezerve kampları dışında az sayıda Aborjin misyon evlerinde yaşamaktadır.


8.jpg

Düşündüğünüzün aksine Aborjinler ile iletişime geçmenin hiç de kolay olmadığından bahsetmiştik. Küçük bir uyarı daha; Alice Springs'e trenle yolculuk ederken geçilen küçük kasabaların istasyonlarında rayların dibine oturmuş, cansız gözlerle kameralara, trenlere ve kalkan tozlara bakan Aborjinler görebilirsiniz. Bazı yerlerde turistleri durmamaları ya da bakmamaları için uyaran levhalar vardır. Bu uyarılara aldırmayan birçok kişi araçlarına gelen taşlara katlanmak zorunda kalmıştır. Ancak bazıları da tıpkı beyaz Avustralyalılar gibi güler yüzlüdür. Eğer onlara denk gelirseniz çok daha başarılı bir iletişim gerçekleştirebilirsiniz. Ülkenin kuzeyinde oto stop yapıyorsanız onlarla beraber olma şansınız yüksektir. Onlarla konuşmayı deneyebilirsiniz fakat bu, rastladığınız Aborjin'in ruh haline ve dünya görüşüne bağlıdır. Eğer Aborjin kültüründeki yabancılarla sohbeti hoş karşılamayan kurallara bağlı birine denk geldiyseniz pek şansınız yoktur. Kuzey Queensland'de bir parkta sigara içen ve polisi görür görmez hemen ortalardan kaybolan Aborjin guruplarını da görebilirsiniz.

Bu konuyu yazdır

  55 Yıllık Ayın Karanlık Yüzü Gizemi Çözüldü
Yazar: Emka - 16-06-2016, Saat: 16:02 - Forum: AY - Yorum Yok

thumbnail_detail_460859.jpg



Astronomlar ayın karanlık tarafına ilişkin sırrı çözdü. Normalde aya baktığınızda meteor çarpışmalarından dolayı bazalt taşlarından oluşan düz yüzeyler ve maria adı verilen karanlık bölgeler görünüyor. İşte bu nedenle ayda sanki bir yüz varmış gibi görünüyor. Fakat ayın uzak tarafında böyle bir yüz yok. Pensilvanya Eyalet Üniversitesi’nden astrofizikçiler ise bunun nedenini bulduklarını düşünüyorlar. Bu gizem 1959’ da Sovyet uzay mekiği Luna 3 tarafından, Ay’ın karanlık tarafına ilişkin ilk fotoğraflar çekildi. Ay Uzak Bölgesi  Yüksek Yerler Problemi (Lunar Farside Highlands Problem ) olarak bilinen bu problem,  güneş ışığının ulaşamadığı bölgelerden kaynaklanıyor. Karanlık bölgede daha az maria gözleniyor . Astrofizik bölümünden profesör Wright, Steinn Sigurdsson ve yüksek lisans öğrencisi  Arpita Roy bu yüzde neden az maria olduğunu şöyle açıklıyor;  karanlık yüzde manto kalınlığı fazla olduğundan , ayın başlangıçta oluşumuna ilişkin bir farklılık var.  Ay’ın Dünya’nın oluşumu esnasında Mars büyüklüğünde bir nesnenin çarpmasıyla Dünya’dan koptuğu düşünülüyor.

Bu hipotezden dolayı Dünya’nın dış tabakalarını  ve uzaya giden nesnelerin ayı şekillendirdiği düşünülüyor. Gerçekleşen bu çarpışmadan sonra  Dünya ve Ay çok sıcaktı. Dünya ve çarpan nesne hemen erimedi ve bazı kısımları buharlaşarak, taş, magma ve buhar oluşturdular. Normalde ay ilk oluştuğunda Dünya’ ya 10-20 kat daha fazla yakındı. Fakat ayın dönüşü nedeniyle bir süre sonra ay bugünkü konumuna kilitlendi  ve orbital periyodu dünyanınkine eşitlendi. İşte bundan dolayı ayın hep aynı yüzü Dünya’ ya dönük.  Zamanla gerçekleşen gelgit kilitlenmesi bu iki uzay nesnesinin birbirine uyguladığı yerçekiminden kaynaklanıyor. Ay Dünya’ya göre çok daha küçük olduğundan daha çabuk soğudu. Dünya ise uzun süre sıcak kaldı. İşte Dünya’dan uzakta olan ayın karanlık tarafı kaynayan yüzden uzakta kaldığından yavaşça soğuyarak eriyiği koruyarak iki yarı arasında bir sıcaklık aşamalı değişimi (gradyant) yarattı. Gerçekleşen bu sıcaklık değişimi manto oluşumu için çok önemli. Fakat bu mantoda bulunan yüksek konsantrasyondaki alüminyum ve kalsiyum elementleri nedeniyle buharlaşma oldukça zor .

 Atmosferde yoğunlaşan alüminyum ve kalsiyum nedeniyle, ayın dünyaya yakın tarafı halen çok sıcaktı. Fakat milyonlarca yıl sonra bu elementler ayın mantosunda silika ile birleşerek ayın yüzeyinde plagioclase feldspatı oluşturdu. Bu nedenle ayın karanlık yüzünde daha fazla mineral var ve oldukça kalın. Ay bugün tümüyle soğudu ve yüzeyinin altında magma yok.  Tarih öncesi devirlerde büyük meteorlar ayın bize bakan yüzüne çarptığından bu mantoyu ezdi marianın yakından büyük bazaltik göller oluşturarak aydaki adamı yarattı. Fakat ayın karanlık yüzüne düşen meteorlar mantonun kalınlığından iyi erimedi ve bu şekilde göller oluşturmadı. Bu nedenle karanlık yüzde vadiler, kraterler tepeler ve göller gibi yapılar fazla görülmüyor. Bu da karanlık yüze değişik bir gizem katıyor


KAYNAK : Gercekbilim.com

Bu konuyu yazdır

  BAŞMELEK GABRİEL Günlük Mesajı 15.06.2016
Yazar: Emka - 16-06-2016, Saat: 07:08 - Forum: Gabriel (Cebrail) - Yorum Yok

angel_gabriel_by_reunaa-d6n2vny.jpg


BAŞMELEK GABRİEL - Günlük Mesajı – 15.06.2016 Çarşamba
HER SALIVERİŞ BİR KUTLAMA NEDENİDİR(Every Release is Cause for Celebration)

Gerçekleştirmekte olduğunuz o sonsuz gibi görünen salıverme işleminin size en iyi ihtimalle ağır geldiğini anlıyoruz. Salıverme sürecinize bakışınızı hafifletseydiniz ne olurdu? Ötesine geçtiğiniz eski enerjileri serbest bırakmayı, kutlama sebebi olarak görmeye başlasaydınız ne olurdu? O enerjilerin sizi terk etmesinin size daha hafif ve daha mutlu hissettirdiği fikrini kucaklasaydınız ne olurdu?

Sizler kutlamalarınızda çoğu kez havaya balon salarsınız. Sizden ayrılan herhangi bir eski enerjiye tıpkı böyle –rengarenk ve neşeli bir biçimde, teslim alınmak üzere göklere yükselirken¬– baksaydınız ne olurdu? Gidişlerini izlerken onlara el sallayıp gülümseyebilseydiniz ne olurdu?


Sevgililer, içinden geçtiğiniz her bir değişim –her salıverme, her bütünleşme, kendinizi yeni bir biçimde deneyimlemek için her fırsat, büyük bir kutlama nedenidir. Işığı ait olduğu yere, bilgiye (aydınlanmaya) verin! Süreci merak ve zevkle kucaklayın, çünkü onun her bir parçasını hassas kalpleriniz, cesaretiniz ve istikrarlı çabalarınız sayesinde hak eden sizsiniz! Bizler sizi en başından beri kutluyoruz. Partiye(eğlenceye,kutlamaya) katılmanızın vakti gelmedi mi? ~Başmelek Gabriel

Bu konuyu yazdır

  SUBLİMİNAL MESAJ 25.KARE TEKNİĞİ DİKKAT!
Yazar: Emka - 16-06-2016, Saat: 07:00 - Forum: Bilinçaltı - Yorum Yok

Kısa bir tanım yapmak gerekirse,Bilinçaltınıza sizin isteğiniz dışında ve sizin hayatınıza,alışkanlıkarınıza,fikirlerinize,düşüncelerinize yön verebilecek,farklı düşünmenizi sağlayacak şekilde gizli bir biçimde uygulanan sistemli ve planlı bir uygulamadır.Kimi zaman bir ses dosyası içine gizlenmiş halde (ki bu muhtemelen Müzik Kliplerinde mevcuttur) , kimi zaman Görsel olarak Film,Reklam,Çizgi Film,Haber,Belgesel içinde,Firma ve ürünlere ait logolarda,simgelerde,sembollerde ve yine ürünlerin tanıtımı için çekilmiş reklam filmlerinde 25. Kare uygulaması veya daha basit anlamda Bilinçaltı Telkin'ler kullanılmaktadır. İlk dönemlerde görsel anlamda her biri bir kare şeklinde sıralı ve hızlı halde gösterilen Filmlerde 25. Kareye gizlenen ve flaş şeklinde bir anda ekrandan geçen sizin o an için görmediğiniz ama beyninizin algıladığı bir sistem olan 25. kare tekniği zamanla Teknolojik imkanların artması sonucunda şimdi artık kısa süreli reklamlarda bile görüntü içerisine programlar vasıtasıyla ustaca gizlenmiş Telkinler halinde yer almaktadır.

[b]televizyonda_25_kareye_dikkat_h71654.jpg[/b]

Peki bu teknik ne amaçla kullılıyor ?Kullanım Sahası çok fazla olduğu gibi kullanım amacı da oldukça fazla.İyi niyetle kullanıldığı saha çok az hatta yok denecek kadar az.Bir Dini İnanışın reklamını yapmak,insanlarda sorunsuz ve şartsız kabullenmeyi sağlayacak alt yapıyı oluşturmak maksadıyla,İyi'nin Kötü,Kötünün İyi gösterilmesi maksadıyla,Bir Ürünün kolay yoldan tanıtılması ve çok satılması maksadıyla ekonomik açıdan,Toplumun Değer Yargılarını değiştirmek maksadıyla ( ki en çok bu alanda) kullanıldığını görmekteyiz.


subliminal-resimler%2B%25281%2529.jpg



Şimdi birkaç örnek resimle anlatımı pekiştirelim.Vereceğimiz resimler hep Cinsel içerikli Obje ve Kelimelerin Bilinçaltı Telkini için nasıl kullanıldığını gözler önüne seriyor.Bu resimleri çevremdeki pekçok insana gösterdiğimde önceden bu mesajta saklanmış bir kelime veya bir şekil var dikkatle bak diye uyarmama rağmen uzun uzadıya bakmaları sonucunda resimdeki Bilinçaltı Gizli Mesajları göremediklerini belirtmemde fayda var.Birde bu tarz görüntülerin ekranda 1 saniye veya daha az bir süre kaldığını gözönünde bulundurursak işin vehameti daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.

Subliminal,25. kare veya Bilinçaltı mesaj aramalarıyla daha detaylı resimlere ulaşabilirsiniz.Konuyu daha fazla dağıtmayalım.Özellikle Televziyon izlerken insanlar yoğun bir Subliminal Tehdidi ile karşı karşıya kalmakta.

Ticari anlamda Subliminal yoluyla sizlere neler sattıklarını tekrar bir gözden geçirmenizi rica ediyorum.İzlediğiniz bir Reklamdan sonra apar topar Cola ve Cips almaya gitmeniz,canınızın sürekli aynı çikolatayı çekmesi,izlediğiniz bazı normal görüntülerden yada programlardan sonra Cinsel istek duymanız,bazı programların yada sanatçıların müptelası olmanız belli başlı örnekler.


279743.jpg


Keza geniş açıdan baktığımızda olayın sadece Ekonomik anlamdaki Subliminal mesajlarda görüntü bazında bir etkileme ile bitmediğini de belirtelim.

Cola,Cips vb. yiyecek ve içeceklerde tıpkı Sigara ve Alkol'deki gibi sizi bağımlı kılan,sürekli alma ve yeme,içme isteği uyandıran ek maddeler kullanıldığı da bariz bir gerçektir.Sürekli şu yönde eleştiriler gelmekte bunları anlatıyorsunuz fakat çözüm önerisi sunmuyorsunuz.


img-subliminalmesajvekareteknigi-415.jpg

Ben bu eleştirileri şuna benzetiyorum.Ben çok yemek yiyeyim ama hiç kilo almayayım,ben hiç kitap okumayayım ama çok bilgili olayım vb. Sizlere Subliminal nedir ve kullanım sahaları nelerdir bunları uzunca bir süredir anlatmaktayım.Artık Düşmanımızı tanıyoruz,ne şekilde hareket ettiğini biliyoruz.Öyleyse çözüm önerisini bizden beklemek niye.

Karşınızda size düşman bir sistem mevcut bu sisteme karşı koyabilmek için yapmanız gereken evinizdeki o küçük kutudan uzak durmak,ona bağımlı kalmamak,özellikle sizde aşırı derecede izleme,alma,yeme,içme isteği uyandıran program ,reklam vb. şeylerden kaçınmak.

Bu konuyu yazdır