Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,058
» Son Üye: Doo92
» Toplam Konular: 2,832
» Toplam Yorumlar: 3,062

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 1243 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 1243 Ziyaretçi

Son Aktiviteler
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 6,531
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 23,629
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 414
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 5,440
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 902
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 775
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 676
Samsunlu Spiritüalist ark...
Forum: SAMSUN SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:30
» Yorumlar: 0
» Okunma: 517
Ra'yı gördüm ne anlama ge...
Forum: Bilinçaltı
Son Yorum: spiruelistra
28-05-2023, Saat: 13:43
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,684
MUCİZE YARATAN KELİMELER
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Emka
29-01-2023, Saat: 16:53
» Yorumlar: 11
» Okunma: 96,009

 
  illuminati Nedir ?
Yazar: Emka - 21-05-2016, Saat: 13:18 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

İlluminati "aydınlanmışlar" anlamına gelen Latince kökenli bir sözcüktür.
İlluminati nedir? Oldukça merak edilen bu sorunun cevabı yıllar boyu birçok kişi tarafından merak edilmiş ve araştırılmıştır. Sonuçlara göre illuminati batıl inançlara, ön yargılara, dinin sosyal hayat üzerindeki etkilerine karşı gelen bir örgüttür. Ancak sonradan amacından saptığı düşünülür. Amacından sapan illuminatinin yeni hedefi araştırmacılara göre dünyadaki düzeni değiştirmek, dinsel inançları, devletleri yıkmak, kendi hakimiyetlerini oluşturmak olarak iddia edilmektedir.

İlluminati'nin tarihçesi
 İlluminati 6 kişinin katılımı ile 1776 yılının Mayıs ayında Bavyera'da kurulmuştur. Temel amaçları arasında insanların özgür düşünmesinin engellenmesini ortadan kaldırmak, bu düşünceleri dinsel düşüncelerden uzaklaştırmak ve Newton'cu pozitif bilimi geliştirmek vardır.Kurucularından Adam Weishaupt örgütün adının "mükemmelleştiriciler" olmasını istemesine rağmen şimdiki adı ile faaliyetlerine başlayan illuminati örgütü, zaman zaman 'Baveryan İlluminati' olarak da anılmış ve savundukları düşüncelere de 'İlluminizm' denilmiştir. Kurulan bu örgütün üyeleri gizlilik yemini ederek ve üst kademelerde bulunan kişilerin sözlerine itaat edeceklerini söyleyerek gruba dahil olmuşlardır. Özünde Masonluğu örnek alan, bu şekilde ilerleyen İlluminati, örgütlenmesini de ona göre yapmıştır.[img=718x0][/img]
İlluminati örgütü zaman zaman sorunlar yaşamıştır. Bunlardan biri 1777 yılında Bavyera yöneticisi Karl Theodor'un aydınlanmacıların taraftarı olması ve bütün gizli örgütlere yasaklama getirmesi sonucu İlluminati'ye de yasaklama getirmesidir. 1785 yılında hükümetin yayınladığı bildiri sonucu grup dağılmış ve zamanında grubun kurulmasına öncülük edenler kaçmıştır. Bunun sonucu olarak da örgüte ait yazışmalar, belgeler yayınlanmıştır.
1874 senesinde tamamen yasaklanması sonucu yok olmaya başlayan örgüt Alman bir filozof olan Hegel'in örgüte katılması ile canlanmıştır. Bu olay örgütün kaderini değiştirmiş ve "İlluminati ne demektir?" sorusunun cevabına yeni bir soluk getirmiştir. Hegel'in katılmasıyla bu sorunun cevabı ve illuminatinin gidişatı 'Yeni Dünya' kavramını benimsemek, bunun üzerinde tezler sunmak haline gelmiştir.
lluminati örgütünün günümüzde de olduğu ve uzun vadeli planlar yaparak amaçlarını gerçekleştirmek istedikleri iddia edilmektedir. Tarihteki ABD başkanlarının, günümüzde de güçlü ve önemli isimlerin örgütün üyesi olduğu düşünülmektedir. Bu üyeler sanatçılar, siyasetçiler ve bankacılardan oluşuyor olabilir. Ayrıca, özellikle çocuklara hitap eden çizgi filmlerde büyük etkisi olduğu düşünülen Hollywood sektörünün de örgüt kontolünde işlerini yürüttüğü düşünülmektedir.


İlluminati'nin faaliyetleri ve komplo teorileri
 Araştırmacı ve yazarlara göre tarihte olan önemli olayların arkasında veya oluşum sürecinde İlluminati'nin etkisi büyüktür. Düşünürler, bu olaylar arasında Waterloo Savaşı, Fransız İhtilali, John F. Kennedy suikastı gibi olayların olduğunu iddia etmektedir. Ancak bu düşünceler kanıtlanamamaktadır, bu da İlluminati'nin yapılanması ile ilgilidir.[img=718x0][/img]
İluminati ile ilgili iddialardan biri, geçen yüzyıllarda önemli bir güç haline gelen ABD'nin örgütün planlarının hazırlanması ve uygulanma sürecinde olduğunun iddia edilmesidir. Örneğin 1 Amerikan Doları üzerinde bulunan örgütün simgesi veya geçmişte örgüte üye olduğu düşünülen ve örgüte dahil olanlar tarafından yönetildiklerine inanılan ABD başkanlarıdır.
Bir başka iddia ise, üyelerin şeytana tapmasıdır. Bu iddianın doğruluğu ne kadar tartışmaya açık olsa da dinden uzaklaşmak için yapılan çalışmalar olduğu düşünülmektedir. Özellikle gençlere odaklanılan bu noktada, şarkılar, oyunlar, filmler aracılığı ile bilinç altına yerleştirilmek istendiği düşünülmektedir. Buna göre daha önce de belirttiğimiz Hollywood film sektörü de buna odaklı çalışmalar yapmaktadır.
Örgüt, iddia edilen çalışmaların hepsini içeriyorsa oldukça fazla maddi imkana ihtiyaç duymaktadır. Peki bunu nasıl sağlamaktadır? Düşünürlere göre İluminati, bünyesinde bulunan zengin insanlar yardımı ile çalışmalarını sürdürmektedir.

İlluminati'nin popüler kültüre yansımaları ve üyesi olan ünlüler

 İlluminati örgütü ile ilişkilendirilen semboller müzik ve film sektöründe fazlaca yer almaktadır. Özellikle Stanley Kubrick'in Eyes Wide Shut adlı filmi, bugüne kadar yapılmış en kapsamlı İlluminati deşifresi olarak kabul edilir. Filmde sadece örgütün ritüellerine ve semiyolojisine hakim insanların anlayabileceği pek çok göndermenin olduğu bilinmektedir.Müzik dünyasında ise Lady Gaga, Rihanna, Jay Z, Kanye West, Beyonce ve Katy Perry gibi şarkıcılar kliplerinde İlluminati sembollerini kullanmışlardır. Bu semboller genellikle piramit, tek göz, üçgen ve güneştir.


İlluminati'nin sır perdesinin ardındaki gerçekler
     İlluminati örgütü dünyada yönetici kategorisinde bulunan insanlarla bir şekilde bağlantılı olduğu için hayatımızı bir şekilde kontrol ediyor desek çok da yanılmış olmayız aslında.
Örgüt içinde bulunan üyelerin bilgileri tamamen gizlidir ve kimse tarafından öğrenilememektedir. Her üyenin kod adı bulunmaktadır ve bu şekilde birbirleri ile iletişim halinde kalmaktadırlar. Örneğin, örgütün kurucularından olan Adam Weishaupt’un kod adının ‘Spartacus’ olduğu bilinmektedir.
Peki İlluminati nasıl yürütülmektedir? Çalışmalarını nasıl yapmaktadırlar? Örgüt, her sene toplanmakta ve temel amaçları olan konuları masaya yatırıp tartışmaktadırlar. Peki devamlılığını nasıl sağlıyorlar? Öncelikle oldukça güçlü olmaya özen gösteriyorlar, bu sayede dünyanın geleceğine yön verebiliyorlar. Bunu da ekonomik krizler, terör saldırıları ile sağlamaktadırlar. Esas ilkeleri 'kaostan kaynaklanan düzen' olduğu için kurulu düzenleri bozarak, tek devlet, tek din esasına dayanarak dünya düzenini tekrar kurmayı amaçlamaktadırlar.
Tarihe bakılığında İlluminati örgütü ile ilgili ilginç noktalar göze çarpmaktadır. Örgütün üst kademesinde bulunan üyelerin her sene toplanıp, amaçları doğrultusunda konuştukları ve karar aldıkları ortamda 'Yuvarlak Masa' adını verdikleri bir konsey oluşturdukları söylenmektedir. İlluminati içinde bulunan üst kademe üyelerinin oluşturduğu alt kadrolar ülkelere yayılmış devlet adamlarından oluşmaktadır ve 1. Dünya Savaşı zamanında bunun etkileri oldukça hissedilmektedir. Savaş sırasında karşıt ülkelerin temsilcileri Yuvarlak Masa'da toplanarak savaşın gidişatını ve sonucunu tartışmışlardır. Savaşın başlama sebebinden, Osmanlı Devleti'nin yıkılışından, savaşın sonuna kadar herşeye hakim olan İlluminati, savaşın sebep olduğu düzensizlikten beslenerek temel amaçlarından olan "tek düzen, tek dünya" mantığını tamamlamış olacaklardı.
İlluminati örgütünün oldukça fazla maddi kaynağa ihtiyaç duyduğunu ve bunu zengin üyelerinden karşılıyor olabileceğinden bahsetmiştik. Örgüt içinde bulunan liderlerin toplam servetinin yüzden fazla bağımsız devletin gayri safi milli hasılasından daha fazla olduğu düşünülmektedir. Araştırmalara göre şu anda ABD'nin bir diğer stratejisi ise enerji kaynaklarına yoğunlaşmak ve onları ele geçirmek yönündedir. Hatta ABD’den Christoper Fettews, Parameter dergisindeki makalesinde şöyle demiştir: Orta Asya ve Hazar Denizi'ni merkez bölge olarak niteleyip, bu bölgenin önemli enerji kaynaklarına sahip olunmuştur. Söz konusu rezervlerin kontrolü için ABD, Rusya, Çin, İran ve Türkiye büyük satranç oyununda rol almaktadırlar. 11 Eylül olayı da bu satranç oyununun hamlelerinden biriydi sadece. Fakat bu olayların suçlusu olarak görülen ABD yönetimi bu planın sadece aracılığını üstlenmiştir. İlluminati'yi asıl yönetenler, üst kademe dediğimiz seçkin üyelerdir. Yazar ve araştırmacıların düşüncelerine göre ise ABD çok uzun süredir bu örgütün etkisi altındadır.
Masonların etkisinde olan, Dünyanın en büyük siyonist örgütü olarak kabul edilen İlluminati'nin bünyesinde ABD’nin tanınmış zengini David Rockefeller olduğu iddia edilmektedir. 91 yaşında olan Rockfeller dünyanın en büyük şirketlerinden olan; Chase Manhattan Bank, Citibank ve Standard Oil, Mobil gibi dünya petrol pazarını elinde tutan dev şirketlerin en büyük hissedarıdır. Şirketlerinin cirosu dünyadaki pek çok devletin yıllık gelirlerinden daha fazla olduğu söylenmektedir. Bu sayede illuminati'ye de yardımda bulunduğu düşünülebilir.

Bu konuyu yazdır

  Kurgu Nedir ?
Yazar: Spiritüeller - 20-05-2016, Saat: 23:41 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok




içinde bulunduğumuz dünyanın gerçek yüzü bir kurgudur.

Bu konuyu yazdır

  NE DÜŞÜNÜRSEK O OLURUZ NE DÜŞÜNÜRSEK ONU YAŞARIZ
Yazar: Archilles - 20-05-2016, Saat: 23:23 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

KUANTUM DÜŞÜNCE TEKNİĞİ

Gelecekte olmasını istediğimiz durumlar, kendimizde görmek istediğimiz özellikler hakkında; hayaller, sesler ve duygularla oluşturulan bir düşünce biçimidir. Bu düşünce biçimi bizim hücresel bellek düzeyimizi, bilinçaltımızı ve tüm hayatı etkileyerek zincirleme reaksiyonlara neden olur.
Kuantum Düşünce üst nitelikli bir düşünme biçimidir. Sıradan düşünce biçimleri kendisini tekrar eden, etkisiz ve sınırlı enerjilerdir. Değiştirme ve oluşturma güçleri yoktur. Daha çok kaygı, kuruntu, birbirini çağrıştıran zincirleme hayaller biçiminde akar. Oysa Kuantum Düşünce; derin düzeyde, atom altı alanda etkili olabilecek tarzda bir yaratıcı düşünme biçimidir. Özel bir bilinç düzeyine girerek, özel olarak kurgulanmış sözel ve imgesel oluşumları içerir. Bu düzeyde insan, kendi hayatının efendisi durumuna geçer. Kişi, varlığını sürdürmesini sağlayan ortak enerjiyle işbirliğine girdiğinde, tek bir "kişi" olmanın sınırlı olanaklarını aşar, "bütün"ün gücüne ulaşır. Bu durumda da gücünüz tabii ki bütünün gücüne eşit olacaktır.


NE DÜŞÜNÜRSEK ONU YAŞARIZ NE DÜŞÜNÜRSEK O OLURUZ

Bireylerin bilinçaltı düşünce kalıplarını kısa sürede değiştirmek çok da kolay değildir, çünkü bilinç tutucu bir yapıya sahiptir ve yeni gelen mesajları kabul etmesi uzun sürebilmektedir. Özellikle bireyin kendisi ile ilgili değiştirmek istediği bir özelliğin kalıcı olabilmesi için, bilinçaltında yatan temel söylemlerin değişmesi gerekmektedir. Aksi takdirde birey, hevesle başlayıp, kısa bir süre devam eden değişimlerle yetinmek zorunda kalmaktadır. Örneğin, kilo vermek için bir heves diyete başlayıp bir süre sonra vazgeçenleri hatırlayın.

Bilinçaltı düşünce kalıplarının değiştirilmesi, aslında, bireyin kendisine ve dünyaya bakış açısını yeniden yapılandırmaktır. Örneğin, ‘’ben değersizim’’ ya da “ben yeteneksizim” düşünce kalıbı bilinçaltında yer etmiş bir kişinin, her zaman başkalarının onayını araması ve sonuç olarak hayatta pasif, özgüveni olmayan, karar veremeyen, liderlikten uzak biri olması çok doğaldır. Genelde bireyler bunu inkâr etse de, var olan durum, bilinçaltında yatan düşünceyi doğrular.

Düşündüklerimizi yaşıyorsak, düşündüklerimiz bizi biz yapıyorsa, olumsuzluklarla dolu bir bilinçaltı ile başarıya ve mutluluğa ulaşmamızın ne kadar imkansız olduğu çok açıktır. Olumlu düşünce kalıplarının doğrudan bilinçaltı tarafından edinilmesi, bireyin arzu ettiği pozitif değişimi kısa sürede kalıcı olarak değiştirmesi ise bir mucize değildir. Beynin büyüleyici gücünü, bireyin lehine çevirmektir.
Bizler mutlak gerçeklerin var olduğu bir dünyada, gerçeklerin peşinde koşan varlıklar mıyız, yoksa gerçekleri üreten, ürettiği gerçekleri yaşayanlar mıyız? Kuantum Düşünce hayatımıza daha çok bolluk ve bereket çekmemizi de sağlar. Kendimizle ilgili derin içsel vizyonumuzu değiştirdikçe daha çok bolluk hayatımıza akmaya başlar. Genel anlamda zenginlik; sahip olduğumuz şeylerle ruhsal varlığımıza kattığımız değerler arasındaki dengeyi anlatır. Çok paraya sahip olmak tek başına zenginlik işareti olmayabilir. Önemli olan bu parayla ne yaptığımızdır. Daha çok kahkaha, daha çok dostluk, daha çok sevgi, daha çok deneyim ve daha çok hayır üretebiliyorsak işte o zaman zenginiz demektir. Özetle Kuantum Düşünce Tekniği, yaşamın temel amacı olan sevinç duygusunu yüreğimizde hissetmemiz için bize imkânlar sunar.

fdfdfd.jpg



KUANTUM SIÇRAMA NEDİR?

Suya ısı uygulandığında suyun sıvı halden gaz haline geçmesi niteliksel bir dönüşümdür. Suyun sıcaklık derecesindeki niceliksel değişimler birikerek niteliksel bir dönüşüme neden olur. Bu durum hal değiştirmesidir ve bir tür sıçrama olarak kabul edilebilir. İnsanlar da hep yaşadığı, sürekli tekrar eden kalıptan faklı bir kalıba geçtiğinde bu tür sıçrama gerçekleştirmiş olur. Daha önce olmayacağını sandığı, mucize gibi gördüğü, istediği ama bir türlü gerçekleşmeyen şeyin gerçekleşmesidir. 





KUANTUM DÜŞÜNCE TEKNİĞİ’Nİ HERKES UYGULAYABİLİR Mİ?
Siz; sınırlayıcı, engelleyici düşünce kalıplarınızı fark edip bunların yerine güçlendirici inançlarınızı koyduğunuzda, hayatınız bu yeni inançlarınız doğrultusunda değişmeye başlayacaktır. Sizin için en uygun kişi, en uygun imkân, en uygun zamanda karşınıza çıkacaktır. Yapmanız gereken şey uzanıp onu almaktır.

KUANTUM DÜŞÜNCE TEKNİĞİ PRATİK OLARAK HAYATIMIZA NE GİBİ YARARLAR SAĞLAR?
Kuantum Düşünce, sağlıklı ve güçlü bir beden için de uygun bir zemin hazırlar. Çünkü, bizim düşünce ve kabullenişlerimiz doğrudan bedene etki yapar. Bedenimiz aslında bir enerji okyanusundan başka bir şey değildir ve korku, kaygı, öfke, suçluluk gibi olumsuz duygular, bütün hücrelerimizin beslendiği enerjide azalmalara yol açar.

Kuantum Düşünce Tekniği bizi; kendimizi tanımaya, başkalarını anlamaya, evrensel sistemin işleyişini fark etmekten doğan bilgeliğe ulaştırarak beden enerjimizi de düzene sokar. Kişiler daha güçlü canlı ve güzel olurlar. Hayat misyonumuzu fark etmek ve ona adım adım ulaşmak yönündeki çabalarımızı destekler.


Kuantum Düşünce, bize kişiler arası iletişimin en derin boyutunu sunar. Ortak insanlık alanında gerçekleşen bu iletişim, derin ve etkili bir uzlaşma sağlar. Bu yöntemle, beden dili ve sözel iletişimden daha da etkili bir şekilde düşüncelerimizin direkt muhataba ulaştırabiliriz.

Bu konuyu yazdır

  Yüz Okuma Sanatı FİZYONOMİ
Yazar: Emka - 20-05-2016, Saat: 19:47 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Gözler yalan söylemezmiş; ama yüz okuma sanatına bakılırsa yüzünüzde gözler haricinde yalan söylemeyen onlarca bölge ve çizgi var. Dudaklarınızın sakladığını kaş biçiminiz, göz şekliniz ya da alnınız ele verebiliyor.
Ağzınız kalbinizin tertemiz olduğunu söylese de kulaklarınız veya çene yapınız onu yalancı çıkarabiliyor. Gerçek kimliğimizin kendini görünür kıldığı, zihinsel/ruhsal varlığımızın fiziksel bir niteliğe kavuştuğu yüzümüz duygularımızın ve sağlık durumumuzun kendisini aşikar ettiği ilk yer. Yani yüzümüz okunmayı bekleyen bir kitap gibi... 
Yüzünüzün şekli, bakışlarınızın derinliği, dudaklarınızın rengi; duygusallık düzeyiniz, yalana meyletme ihtimaliniz, problemleri çözme yollarınız, ne kadar paragöz olduğunuz, hırslarınız, tutkularınız ve iletişim becerileriniz gibi pek çok karakter özelliğine dair ipuçları veriyor. 
Antik Çin’de ve Antik Yunan’da kullanılmaya başlanan ve günümüzde de  popülerliğini sürdüren yüz okuma sanatıyla yüz çizgileriniz ...


 
 
 



Gözler yalan söylemezmiş; ama yüz okuma sanatına bakılırsa yüzünüzde gözler haricinde yalan söylemeyen onlarca bölge ve çizgi var. Dudaklarınızın sakladığını kaş biçiminiz, göz şekliniz ya da alnınız ele verebiliyor. Ağzınız kalbinizin tertemiz olduğunu söylese de kulaklarınız veya çene yapınız onu yalancı çıkarabiliyor. Gerçek kimliğimizin kendini görünür kıldığı, zihinsel/ruhsal varlığımızın fiziksel bir niteliğe kavuştuğu yüzümüz duygularımızın ve sağlık durumumuzun kendisini aşikar ettiği ilk yer. Yani yüzümüz okunmayı bekleyen bir kitap gibi... 
Yüzünüzün şekli, bakışlarınızın derinliği, dudaklarınızın rengi; duygusallık düzeyiniz, yalana meyletme ihtimaliniz, problemleri çözme yollarınız, ne kadar paragöz olduğunuz, hırslarınız, tutkularınız ve iletişim becerileriniz gibi pek çok karakter özelliğine dair ipuçları veriyor. 
Antik Çin’de ve Antik Yunan’da kullanılmaya başlanan ve günümüzde de  popülerliğini sürdüren yüz okuma sanatıyla yüz çizgileriniz, kulaklarınız, çeneniz, dudaklarınız  sizin hakkınızda pek çok doğruyu gün yüzüne çıkarıyor. Doğu kültüründe ‘ilm-i sima’ diye bilinen, bugün ‘fizyonomi’ olarak adlandırılan yüz okuma sanatı günümüzde iş dünyasında, emniyet kuvvetlerinde, istihbaratta, psikolojide ve iletişim alanında kişileri tanıma ve karakterleri analiz etme işinde kullanılıyor. 
Ancak yüz okuma sanatı, azaların belirli özelliklerine kabataslak bakarak kişinin karakter yapısının çözüleceği ve çeşitli saptamalar yapılabileceği anlamına gelmiyor. Bu alanda eğitim gören fizyonomi uzmanları yüzün her bir bölgesini teker teker inceleyip analiz etmek yanında, organların bütünsel duruşunu da değerlendirme kapsamına alıyorlar. Aynı zamanda bir yüz okuyucusu olmak için coğrafi ve iklim koşullarının, kalıtımın, gelişimin yüz şekli ve organları üzerinde oynadığı rolü de hesaba katmak gerekiyor. Yani yüz okuma sanatı, kısıtlı kurallarla hemen sonuç alınan basit bir yöntem olmanın ötesinde, içinde pek çok değişkeni barındıran zorlu bir uygulama alanı. 
Fizyonomiyi bir tür fal veya tahmin aracı olarak görmek de hatalı. Geçen yüzyılda yapılan istatistiksel verilere göre yüz okuyarak yapılan karakter tahlillerinde %93 oranında doğruluk saptanmış. Yıllarca süren deneylerin ortak sonuçları ve istatistiksel veriler ışığında en son halini almış bu alan. Aynı zamanda unutulmaması gereken bir nokta var. Fizyonomi uzmanlarına bakılırsa fizyonomi, çevrenizdeki insanların sizin gerçek karakterinizi belirleyebilecekleri ve davranışlarınızı kestirebilecekleri anlamına gelmiyor. Bu alan diğerlerinin sizi nasıl gördüğünü, yani dış dünyada nasıl algılandığınızı anlamanıza imkan veriyor sadece. Karşınızdakinin birkaç yüz çizgisine bakarak onun bir düzenbaz olduğuna karar vermek ya da size düşmanca hisler beslediğine kanaat getirmek gibi peşin hükümlerden de olabildiğince kaçınmak gerekiyor. Aksi takdirde yanlış değerlendirmeler neticesinde çevrenizdekileri daha iyi tanımak yerine onları birer birer kaybetme tehlikesi yaşayabilirsiniz.  

Yüz Okumanın Tarihçesi

Antik çağlardan beri binlerce yıldır bilgeler yüz özelliklemizin kaderimizi veya karakterimizi belirleyip belirlemediğini merak ettiler. Bu anlamda bir insanın yüz özelikleriyle yaşam çizgisi arasında bir korelasyon olup olmadığını anlayabilmek için yapılan çeşitli çalışmaları bir araya getirdiler. Aristo, Antik Yunan’da fizyonomi üzerine bir kitap yazdı ve yüz, beden ve sesin fiziksel özelliklerini inceledi. Homer ve Hipokrat pratik felsefenin antik bir yöntemi olarak yüz okuma hakkında yazılar yazdılar. Ortaçağ’da fizyonomi astrolojiyle birleştirildi ve ilahi sanatların bir parçası haline geldi. Doğu kültüründe de kendine yer bulan yüz okuma, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın, 1756 yılında yazdığı Marifetname’sinde de karşımıza çıkmaktadır. 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da potansiyel suçluları bulabilmek için krimolojiye ait bir çalışma alanı olarak kullanılan fizyonomi, 20. yy’a gelindiğinde halk arasında yaygın olan bir batıl inanç olarak görülmeye başlandı. Bugünse psikanalizde, istihbaratta, yönetimde ve iletişm alanında etkili bir kaynak olarak kullanılıyor.

YÜZ OKUMA ALFABESİ

Yüzün hangi bölümünün büyüklüğü, küçüklüğü ve biçimi neye işaret eder, öğrenmek isteyenler için ayrıntılı bir kaynak sunuyoruz size. İşte karşınızdakinin sizi nasıl algı-ladığını için anlamak için yüz okuma alfabesi.
ALIN
Geniş: Entelektüel, hayal gücü kuvvetli
Normal: Dengeli, yetenekli
Açık: Sosyal, paylaşımcı, eli açık 
Dar: Çok dikkatli, dakik, rakamlarla arası iyi 
Dörtgen: İyi kalpli, alçak gönüllü, asil
Dik: Bağımsız 
Yuvarlak: Hınçlı, çabuk sinirlenen
Aşırı enli: Kibirli, övünmeyi seven
Bombeli: İnisiyatif sahibi, uyumlu 
Çökük: Zorluklara karşı direnci olmayan, ürkek
Aşırı küçük: Cimri, çabuk sinirlenen
Kırışıksız ve düz: Kibarlığa yatkın, dış görünüşe önem veren, süslü

KAŞLAR
Kalkık: Dinamik, hırslı, kolay sinirlenen 
Düz: Rahatına düşkün, iyimser, dünyayla barışık
Geniş: Ufku geniş, güvensiz, hassas 
Uzun: Güçlü, dirençli
Aşağıya doğru inen: Ters, hoşgörüsüz, kendisinden başka hiçbir fikri kabullenmeyen
Kısa: Sakin karakterli, duygusal, aktif 
İnce: Esnek, başarılı, kolay pes eden 
Çalı gibi: Güçlü yaradılışlı, başarılı 
Kalın ve siyah: Dürüst, alçak gönüllü
Burnun üzerinde birleşen: Çabuk sinirlenen, cimri, dengesiz, maceracı 
Kalın, aşağı doğru kavisli: Hayal gücü kuvvetli
Gözlere yakın, hilal şekilli: Ters, başına buyruk
Kavisli ve yüksek: Hayat aşkıyla, enerjiyle dolu
Aşağı doğru: Centilmen, sahiplenici, ciddi ilişkiler yaşayan


 


GÖZLER
Çukur: Ciddi, gizemli, zaman zaman gaddar, sezgileriyle hareket eden 
Burna yakın: Konsantrasyonu kuvvetli, titiz, kararlı 
Büyük: Açık, kibar, sözüne güvenilir, tembel
Küçük: Odaklanmış, özel, cesareti ve iradesi zayıf 
Ne büyük ne küçük: Asil karakterli
Patlak: Hevesli ve meraklı 
Parlak: İhtiraslı
Dış uçları aşağı doğru: Empati yeteneğine sahip, problemleri öngörebilen; bu nedenle de hayal kırıklığına uğramayan, merhametli

Göz rengi:
Koyu kahve veya koyu mavi: Güvenilir, ciddi
Koyu gri: Cimri
Gri: Sadık
Yeşil: İsabetli karar veren, kinci ve son derece kıskanç 
Kahverengi: Diğerlerini düşünen, uysal ve uyumlu, zaman zaman sadakatsiz ve işler istedikleri gibi gitmeyince de çabuk sinirlenen
Kestane rengine yakın: Dengeli
Kurşuni mavi: Şair ruhlu, romantik, pratik işlerde başarısız, hayalci ve dalgın
Siyah-kahverengi-yeşil: Enerjik.
Siyah: İhtiraslı, ateşli, coşkulu, kurnaz
Mavi: Hassas, çevresi tarafından çok sevilen, çevrenin sevgisine ve takdirine bel bağlayan, üstlendiği vazifelere pek düşkün olmayan

Göz Kapakları
Görülebilen göz kapakları: Verdiği sözü tutan, ilişkilerde samimiyete ve sadakate önem veren, karşısındaki kişilere karşı da aynı beklenti içinde olan
Az görülebilen göz kapakları: İlişkilerde bağlılığa da bağımsızlığa da eşit derecede önem veren, dengeyi sağlamayı bilen
Görünmeyen gözkapakları: Çok iyi odaklanabilen, kişisel özgürlük alanına çok önem veren ve buna saygı gösterilmesini isteyen Aşırı büyük gözkapakları: Ciddiyetsiz, düşünmeden hareket eden
Alt göz kapakları sarkık: Alkole meyilli

BURUN
Dar: Kontrolcü 
Geniş: Kendine güveni tam, iyi bir lider
Dolgun: Güçlü, inatçı, cömert ve sabırsız 
Küçük ve kısa: Kibirli, cimri, kötü kalpli
Dışa doğru: Lider ruhlu, idare etmeyi seven ve temsilci ruhlu
Düz ve kalkık: Şehvetli, ihtiraslı
Kambur: Barışçı, cömert, eli açık
İçe doğru: Yardımlaşmayı seven, girişken
Sivri: Çabuk sinirlenen, meraklı
Uzun, ağza kadar uzanmış: Cesur, kahraman, akıllı, adil
Geniş ve düz: Sosyal ama kararsız 
Burun deliklerinin duvarları kalın: İyi kalpli
Burun deliklerinin duvarları ince: Hırçın
Burun delikleri geniş: Sinirli
Dairevi burun delikleri: Alçakgönüllü
Burnun alınla birleştiği yer çökük: Şehvetli


 


DUDAKLAR
Geniş ve düşük: Cömert 
Kısa ve kalkık: Gururlu 
Büyük: Cesur, savaşçı ruhlu
Ensiz, büyük: Hilekar, yalancı
Aşırı büyük alt dudak: Tembel
İnce, ensiz: Şan ve şöhret tutkunu
Kalın ve kalkık: Ağzı kalabalık
Birbirine çok yakın ve sıkışmış: İtici mizaçlı, geçimsiz
Kalın, sarkık: Zevke ve eğlenceye düşkün 
İnce ve düşük: Öz konuşan
Üst dudak ve damak önde: Huysuz ve kavgacı

ÇENE
Geniş: Otoriter, dediğim dedik 
Aşırı enli, dörtgen: Acımasız, enerji dolu, kaba
Aşırı yuvarlak: Enerji dolu
Dar: Yumuşak başlı 
İkiye ayrılmış: Kararsız
İleriye doğru çıkık: İnatçı, hoşgörüsüz
Gamzeli: İnatçı
Keskin uçlu: Çabuk sinirlenen
Yukarı doğru eğik: Zevkine düşkün
Küçük: Kararsız, tereddütlü

YÜZ ŞEKLİ
Enli, etli ve yuvarlak: İyi kalpli
Aşırı uzun: Kibirli, kendini beğenmiş
Çökük: Kötü ahlaklı
Düz şekilli: Ters, başına buyruk ve bazen zalim
Kemikli ve kare: Tedbirli, zaman zaman acımasız, sert, baskın karakterli
Şişman: Maddiyatçı, eğlenceyi seven ve rahatına düşkün
Uzun ve oval: Aptal, kendini beğenmiş
Aşırı küçük: Bayağı
Keskin hatlı: Alçak hislere yatkın
Küçük: Cesaretsiz ve iradesiz
Balon şekilli: İyi kalpli, alçak gönüllü
Uzun, dikdörtgen: Asil
Kemikli: Çalışmayı seven, ürkek
Üçgen: Az duyarlı
Zayıf: İhtiyatlı, derin düşünceli
Seyrek sakallı: Dengeli

BAŞ
Büyük: Hassas
Uzun, sivri çene ve sivri kafa: Yalancı, yaltaklık etmeye yatkın
Küçük: Duyarsız, hoyrat, incitici
Yukarı doğru ensiz: Pişkin ve yırtık

SAÇ RENGİ
Sarı: Cesur
Bal rengi: Soğuk
Kızıl: Kurnaz
Siyah: Korkak




Divan Edebiyatı’nda Yüz Okuma Sanatı ve Kıyafetnameler
Dış görünüşü, göz, saç rengini inceleyerek insanların huylarına dair çıkarımlar yapan bilim Osmanlı’da “İlmü-I kıyafet’ül beşer” ve “İlmü’l feraset” adıyla anılır. Öte yandan, dış görünüşün iç dünyayı yansıtacağı fikri, Divan edebiyatında “kıyafetname” denilen metinlerin hazırlanmasına yol açmıştır. XV. yüzyılda yaşayan Akşemsettin’in küçük oğlu Hamdullah Hamdi’nin Kıyafetname’si bu eserlerin en bilinenidir. XVIII. yüzyıl ozanı İbrahim Hakkı’nın Marifetname’si ise oldukça meşhur başka bir kıyafetnamedir. 
Kıyafetnameler, kumral, siyah saçları, siyah gözleri över. Bu özelliklere sahip kişilere akıllılık, sabır, zekâ gibi nitelikler yakıştırır. Küçük başı akıl azlığına, büyük başı zekiliğe, uzun dili budalalığa işaret gösterir. Parmaklar, dişler, burun, dil, dudaklar, tırnaklar, kulaklar, benler, saçlar, hatta tüyler, renk, şekil, kalınlık ve incelik bakımından anlamlandırılır. Kıyafetnamelere göre güzellik öğesi sayılacak pek çok özellik ise sakıncalar taşır. İri dalgalı saç inatçılık, kıvırcık olan saç da koyun gibi bir bağlılığa işarettir. Ucu kalkık burun hayalcilik ve gurur göstergesidir.



Kıyafetnamelerin söylediğine göre benler bile büyüklükleri, bulundukları yere göre birçok karakter özelliğine ipucu olurlar. Mesela sağ şakaktaki et beni, kararsızlığı; alnın sağ yanındaki ben, güçlü bir belleği ve hızlı kavrayışı, uzun ömrü; alnın solundaki ben, dengeliliği; iki kaş arasında sağda ben, aşka düşkünlüğü, hoşsohbetliliği, iyi bir geleceği; iki kaş arasında solda ben, mantıkla iş görmeyi, duygululuğu; göz kapağındaki ben, hassas bir mizacı; gözün alt kapağındaki ben, meraklı ve kuruntulu bir yaradılışı gösterir.

Bu konuyu yazdır

  Spiritüel insan Kimdir
Yazar: EvrimBilge - 20-05-2016, Saat: 19:24 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Bilgi çağ Spiritüel Realitesi'nin insanı olmak öylesine kolay ve yapmacık uygulamalarla olamaz. Spiritüel Realite'nin İnsanı, her şeyden önce vicdanlı ve elçi, yani toplumcudur. Kendi varlığını toplum varlığında bulan ve kendinden önce başkalarını düşünen ve bunu her koşul ve yerde kanıtlayabilendir.

Spiritüel İnsan, maddi düşkünlüğü yok etmiş, kişiliğini yüksek yardımlaşma, dostluk ve hizmet ile yeni baştan düzenlemiş ve ışıtmış kişidir. Çıkar duyguları körelmiş, ard düşünce ve amacı olmayan, karşılıksız verebilen ve bilgi ile sevebilen kişidir.

Spiritüel İnsan, Yıkıcı değil, yapıcıdır. Hak ve liyakat esaslarına göre hareket eden, düşünendir. Yarımın bütünden ne çok olduğunu bilir ve bunu yaşantılarının doğal davranışı edebilmiştir. Çalışkan temiz ve bilgilidir. Erdem ve ahlak onun temel meziyetleridir.Özveri duyuları çok güçlü ve bunu her zaman uygulayabilendir. Dürüst ve hakbilirdir.

Doğruluk yolunda, sayısız ve sonsuza değin kötülük ve eğrilik köylerinden kovulmayı göze alabilirse de, amaç oralardan gitmek değil, oraları doğru ve dürüstleştirmek olduğunu bilerek, bunun mücadelesini verir. Anlamsız bir hoşgörüye gerek olmadığını bildiği için, doğruluğun savaşçısıdır, fakat savaşı yakıp yıkmadan ve can yakmadandır. Çünkü böylesine savaşmak, sürekli galip gelmenin biricik yoludur. Ve çünkü yenilemeyecek tek güç, ışık bilgeliktir.

Bu konu, işte böylece yazmakla bitmez bir enginliktedir ve bu enginliğin engin insanlarıdır bizim tanımlamaya çalıştığımız Spiritüel İnsan. Salt bir sevgiye dayalı Spiritüel İnsan olmak yetersizdir. Ancak Göksel Bilgiler'e dayalı Spiritüel Insan olmak yeterlidir.

Salt bir vicdan'a dayalı Spiritüel İnsan olmak yetersizdir.

Ancak, makul vicdan'a dayalı Spiritüel İnsan olmak yeterlidir.


Bilgili olmalıdır, Bilinçli olmalıdır. Bulunçlu olmalıdır. Akıllı olmalıdır. İdrakli olmalıdır. Zeki olmalıdır. Çalışkan olmalıdır. Muhakemeli olmalıdır .. Toplumcu olmalıdır. Erdemli olmalıdır.

Bilgi Çağ insanı olmalıdır, özetle.

Bu konuyu yazdır

  Evren Bir Simülasyon Mu? 2: Hologram Evren
Yazar: Archilles - 20-05-2016, Saat: 18:31 - Forum: EVREN VE BİLİM - Yorum Yok

Evren Bir Simülasyon Mu? 2: Hologram Evren




Bilgi kapasitesinin yüzey alanına bağlı olduğu sonucu oldukça şaşırtıcı olmakla beraber, ancak 1993’te, Nobel ödüllü fizikçi, Gerard’t Hooft tarafından önerilen ve Leonard Susskind tarafından geliştirilen holografik ilke doğruysa doğal bir açıklamaya sahip hale geliyor. Günlük yaşantıda hologram dediğimiz şey, doğru uygulandığında tam bir 3-boyutlu görüntü verebilen özel bir tür fotoğraftır. 3-boyutlu görüntüyü tanımlayan bütün bilgi, karanlık ve aydınlık alan desenleri halinde 2-boyutlu film parçalarına kodlanır.

Holografik ilke ise bu görsel illüzyonun bir benzerinin, 3 boyutlu olan tüm fiziksel sistemlerin tam bir tanımı olarak uygulanabileceğini söyler. Başka bir deyişle, 3 boyutlu fizik, bu ilkeye göre, ancak ve ancak 2 boyutlu fizikle 3 boyutlu fiziğin sınırındayken tam olarak açıklanabilir. Eğer 3 boyutlu bir sistem, sadece 2 boyutlu sistemle olan sınırdan tanımlanabiliyorsa, sistemin bilgi içeriğinin, sınırdaki tanımı aşmaması beklenebilir. Şimdiye dek üzerinde durduğumuz en önemli durum, fizik  biliminde süreçler incelenirken işe yarayacak olan en önemli şeyin bilgi olduğudur.

Madde ve enerji ile beraber, bilginin de fiziksel bir yapısı olduğu kabul edilerek, bilginin bir limitinin olup olamayacağı tartışıldı. Belli bir bölgeye maksimum ne kadar bilgi sığdırabileceğimiz sorunundan başlayan macera, önemli sonuçlar getirdi. Bilgiyi ölçebilmek için, klasik termodinamikte kullanılan entropi kavramına başvurulduğunu söyledik. Buradan hareketle, belirli bir yarıçapa ve olay ufku dolayısıyla, belirli bir yüzey alanına sahip karadelikler içine sığdırabileceğimiz bilgi miktarını hesapladığımızda, bunun karadeliğin hacmi ile değil, yüzey alanıyla orantılı olduğu sonucuna ulaştığımızı söyledik. Bunu, karadeliğe bir madde (dolayısıyla bilgi) eklediğimizde, eklediğimiz bilgilerin sanki kara deliğin hacmine değil de yüzeyine kodlandığı şeklinde basitleştirebiliriz.



Kara deliklerdeki bilginin yüzey alanıyla ilişkisi evrene uyarlandığında, 4 boyutlu –daha doğrusu 3 boyutlu olarak algıladığımız evrenin, 3 boyutlu bir küre üzerine yazılmış bir hologram olabileceği sonucuna ulaşılır. Peki, bu evren modeli elimizdeki mevcut fizik problemlerine bir çözüm getirebiliyor mu? Uzun süredir evrene dair ki farklı bakış açımız olan kuantum ve görelilik kuramlarını birleştirmek için yapılan çalışmalara destek verebileceği gösterilen holografik evren modeli sayesinde, farklı boyutlardaki olayların birbirleriyle eş olabileceğini ortaya koyarak, süpersicim fikri bağlamında tutarlı matematiksel yapılar oluşturabiliyoruz.

2 boyutlu şeylere örnek aradığımızda işimiz oldukça zor demektir. Belki bir kâğıt parçasını pekâlâ 2 boyutlu bir cisim olarak ele alabiliriz; ancak bu kâğıt parçasının hâlâ bir yüksekliği bulunur. Yüksekliği olmayan; sadece bir en ve boya sahip bir örneği, bir bardak suyun yüzeyi için sunabiliriz. Bardaktaki suyu havadan ayıran sınır düzlem, 2 boyutludur. Hologram olgusu da tıpkı bu yüzey gibi, daha önce değindiğimiz şekillendirmelerle beraber özelleşebilen, 2 boyutlu bir yüzeydir. Böylesine basit bir nesneyi ilginç hale getiren özellik, uygun bir lazer ışını ile aydınlatıldığında, 3 boyutlu bir görüntü verebilmesi olur. Daha önce sözünü ettiğimiz ve Susskind ile ‘t Hooft’un uyarlaması da, 3 boyutta meydana gelen tüm olayların, 2 boyutlu bir yüzey üzerinde yer alan fiziksel süreçlerin, hologram benzeri izdüşümleri olabileceği yönündeydi.



‘T Hooft ve Susskind’in holografik ilkesine en güçlü desteğin, uzayın bir bölümünün içerebileceği en büyük entropinin (bilginin), bu bölümün hacmiyle değil; yüzeyinin alanıyla orantılı olduğunun ortaya çıkması olduğunu söyledik. Şu halde, evrenin temel bileşenlerinin en basit özgürlük derecelerinin, evrenin içinde değil, onu çevreleyen yüzeyde bulunacağını çıkarsamamız yerinde olur. İçinde bulunduğumuz evrenin toplam hacminde yaşadıklarımız, fizikçilerin genel olarak kullandığı olgular, evreni saran yüzeydeki olaylar tarafından belirlenir. Fizik yasaları, bir anlamda evrenin lazeri gibi çalışarak, evrendeki gerçek süreçleri gün ışığına çıkarır ve günlük yaşantımızın holografik yanılsamalarına sebep olur. Holografik ilkenin sorunlarına da değindik; örneğin, problemlerden biri, evrenin sonuna ilişkindir. Evrenin olası nihai durumlarından biri, sonsuza kadar yaşaması, diğeri de bir küre gibi bir şekilde, kendi üzerine kapanmasıdır. Şu durumda evren, kendisini sınırlayan bir yüzeye sahip olamaz. Dolayısıyla holografik ilke bünyesindeki evrensel holografik sınırı, bu bağlama oturtamayız.

Şimdiye kadar üzerinde durduklarımızın kısa bir özetini yaptıktan sonra, günümüze yaklaşma zamanı. 1990’lı yıllarda, daha önceki sicim teorisyenlerinin görüşlerinden faydalanan Arjantinli fizikçi, Juan Maldacena, ilke üzerindeki bulutları dağıtmaya yönelik bir atılım yaptı. Maldacena’nın keşfi, evrende holografinin işlevi konusuyla doğrudan ilişkili değildi; ancak holografideki soyut kavramların, matematik yoluyla somut ve kesin hale getirilebildiği, varsayıma dayalı bir evren önerdi.



Matematiksel standart çözümleme burada, örneğin 5-boyutlu uzay zamanı çevreleyen yüzeyin, çevreleyen bütün yüzeylerde olduğu gibi, çevrelediği şekilden bir düşük sayıda boyutu olması gerektiğini gösterir: 3 uzay boyutu ve bir zaman boyutu. Bu noktada yüksek boyutlu uzayları hayal etmenin zorluğunu hatırlatmamız gerekiyor. Ancak eğer zihinsel bir figür oluşturmamız gerekirse, bir konserve kutusunu analoji için kullanabiliriz. Üç boyutlu –yani en-boy-yükseklik uzaysal özelliklerine sahip konserve suyu, 5-boyutlu uzay-zamana, kutunun 2-boyutlu yüzeyi ise bu su kütlesini çevreleyen 4-boyutlu uzay-zaman sınırına karşılık gelir. Yani Maldacena esasında, bu evrende yaşayan bir gözlemcinin tanık olduğu fiziğin, evreni çevreleyen yüzeyde meydana gelen fizikle (kutunun yüzeyindeki fizik) tanımlanabileceğini gösterdi.

Maldacena’nın çalışmasında, hacim ve çevreleyen sınır yüzey kuramları birbirinin çevirisi gibidir. Söz konusu çevirideki çarpıcı fark ise hacim kuramının çevreleyen yüzeyde tanımlanan eşdeğer kuramdan daha fazla boyuta sahip olmasıdır. Buna ek olarak hacim kuramı, kütleçekimini içerirken, hesaplamalar, çevreleyen yüzeydeki kuramın kütleçekimini içermediğini gösteriyor. Yine de bu kuramlardan birinde sorulan bir soru veya yapılan bir hesap, diğerindeki eşdeğer bir soruya veya hesaba çevrilebiliyor. Çeviri için sözlükten habersiz olan biri, bu soruların ve hesapların, eşdeğerleriyle kesin olarak hiçbir ilişkisi olmadığını düşünse de, örneğin çevreleyen sınır yüzey kuramı kütleçekimini içermediğinden, hacim kuramındaki kütleçekimiyle ilgili sorular, yüzey kuramında kulağa çok farklı gelen; kütleçekimi içermeyen sorulara dönüşürler.



Yorumu geliştirirsek, Maldacena, kütleçekimi içermeyen belirli bir kuantum kuramının, kütleçekimini içeren, ama bir fazla uzay boyutuyla formülize eden bir başka kuantum kuramının çevirisi olabileceğini göstermiştir. İlkenin evrendeki yansımalarını gözlemleyebilmek için henüz erken; bununla birlikte, artık sicim kuramının, en azından bazı noktalarda holografik ilkeyi desteklediği bilgisine sahibiz. Bu destek, başta da söylediğimiz gibi, kavramsal ilişkiler kanalıyla –burada matematiksel ilişkiler kanalıyla sağlanır.

Evren hakkında yorumlar yapabilmek adına belirli bir kuramı kullanan herhangi bir gözlemciye göre uzay kavramı, gerçek ve son derece temel görünebilir. Ancak eğer aynı gözlemci, kullandığı aracın –örneğin kullandığı kuramın, eşdeğerine geçiş yaparsa, bir zamanlar gerçek ve temel olarak görünen şeyler de zorunlu olarak değişecektir. Dolayısıyla holografik ilke, gerçekliğe dair oluşan öngörülerimizi ve hatta önyargılarımızı değiştirebilme olasılığına sahiptir.



[i]Maldacena (ayakta) ve bir çalışma arkadaşı derin düşünürken.[/i]

Son Bir Gelişme, Felsefi Bir Yorum ve Final

Tamam, bu kadar fantezi yeter. En başta bilimin, gerçeklik bileşenlerini birbirleriyle ilişkilendirerek, farklılıkların yataklarından akarak havzasını yarattığını söylemiştik. Bilim eğer bize elektronun belli bir kütlesi ve yükü olduğunu söylediğinde ona şükran duyuyorsak, bunların sadece, başka parçacıkların ve kuvvetlerin belli şekillerde elektronu etkilemesini sağlayacak özelliklerden ibaret olduğunu söylediğinde de onu hoş görmemiz gerekir. Tartışılan konu, dünyayı oluşturan elemanların has özelliklerine geldiğinde, bilim sessiz kalır ve hoş görmemiz gerekir. Çünkü bilimin bize sunduğu şey, esasında dev bir ilişkiler ağıdır.

Matematik, biz bir yolculuğa çıkarken yanımıza daha az bagaj almamızı sağlar ve bu sayede birçok karmaşık olguyu cebimizde taşıyabiliriz. Doğal fenomenleri soyuta dökmek, daha sonra onları somutlamadan önce bize zaman kazandırdığı gibi, önemli bir dağarcık da vaat eder; asıl üzerinde durulması gereken de bu dağarcıktır. A Beautiful Mind’da, Batı Virginia’lı, gizemli dahi, John Forbes Nash’i canlandıran Russell Crowe, -her ne kadar anlamsız olsalar da- cama bazı şekiller çizerek ders çalışıyordu. Tam da böyle bir ev hayal ederek işe başlayabiliriz. Cama çizilen geometrik şekiller ve matematiksel denklemler, gece yarısı dışarıdan gelen bir ışıkla odanın içine yansıyıp canlansaydı hayal gücümüz hakkında iyi şeyler söyleyebilir miydik? İşte kabaca bir hologram evren! Denklemlerin ve matematiksel formların içeride canlanmasına vesile olan nedir, bilemiyoruz.



Evreni, barındırdığı tüm bilgisayarların toplamından daha büyük bir bilgisayar olarak değerlendiren bilim insanları vardı. Holografik ilke bağlamında da ifade ettiğimiz bitler, şüphesiz bizlerin kurguladığı binlerce modelden sadece biri ve daha da sıradanı, henüz elimizde buna dair gözlemsel ya da deneysel bir veri yok. Öncelikle kendimizden başlamamız gerekiyor; algılayan olarak. Mesela varoluş ifadesini kullanırken kastettiğimiz şey, düşünen ve hisseden varlıkların var olduklarını düşünüp hissetmelerinden başka bir şey değil.

Tüm bunlarla beraber, eğer holografik ilke doğruysa, biz ve bizim 4-boyutlu evrenimiz, çok daha büyük, 5-boyutlu uzay-zamanın sınırında bir gölge olabilir. Şu durumda bizlerin durumu, dışarıda, düz bir çizgi üzerinde hareket eden karıncanın hareketini, bir eğri olarak algılamasına rağmen, dışarıdan, aynı karıncanın hareketini düz bir çizgi olarak algılayan insanla eşit olmayan, ancak tutarlı bir gözlem yapan akvaryumdaki balığın durumuna benzer.

Yapılan son araştırmalara göre, 10-boyutlu bir kütleçekim kuramı, daha düşük boyutlardaki standart kuantum fiziği kuramlarıyla, açıkladığımız bağlamlarda eşdeğer. Oluşturulan model, aynı zamanda evrenin, büyük bir simülasyon olabileceğine dair en açık kanıt olabilir. Japonya’da bulunan Ibaraki Üniversitesi’nden Yoshifumi Hyakutake ve arkadaşları, doğrudan bir kanıt olmasa da, Maldacena’nın öngörülerinin doğru olmasını gerektiren bir çalışmaya imza attılar. Hyakutake, interaktif akademik makale paylaşım sitesi, arXiv’de paylaştığı iki makaleden birinde, bir kara deliğin iç enerjisini, olay ufkunun pozisyonunu ve sicim teorisi tarafından öngörülen diğer bazı özelliklerini hesapladı.



İki makalenin diğerindeyse Hyakutake ve arkadaşları, daha düşük boyutlardaki kütleçekimsiz bir evrenin iç enerjisini hesapladılar. Söz konusu iki hesaplama, birbiriyle oldukça uyumlu sonuçlar verdi. Modeli doğrulanmanın eşiğinde olan ve şimdilerde Princeton Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Maldacena ise “Doğru bir hesaplama gibi duruyor.” değerlendirmesini yapıyor. Maldacena’nın 1997’de ortaya koyduğu model, kuantum fiziği ile Einstein’ın göreliliği arasında bulunan tutarsızlığı çözüyordu. Model, adeta fizik dünyasının bu iki yaygın dilini birbirine çeviren bir sözlük gibiydi ve şimdi bu kestirim için güçlü bir kanıt bulunmuş durumda. Ancak yine de, bu fikre dair her şey matematiksel; diğer bir deyişle, gözlemsel ya da deneysel değil.

Maddenin nihai yapısını, kuarklardan sonrasını araştırmaya devam ederken, bilim insanlarının aklına gelen bir soru da söz konusu: Dünya nihai materyalden yoksun olabilir mi? Dünya’yı, uzayı, tüm evreni bir ilişkiler ağıyla açıklayabiliyor oluşumuz, soyut bir bilgisayar programı –yani bir simülasyon olarak düşünülen evren bağlamında tutarlı sonuçlar veriyor; yani birbirini tamamlayan başka ilişki ağları ortaya çıkarıyor. Buna rağmen, gerçekliğin bir de matematiksel bağlantılardan ve saf ilişkilerden bağımsız yönü vardır ve biz ona bilinç deriz. Tablodaki her şeyi silip attıktan sonra “İşte hiçlik!” dememizi engelleyen şeydir bilinç.



Hologram Evren fikri, çok sayıda bilimkurgu filminin ilham kaynağı.

Onu tablodan silebilir miyiz? Olası bir simülasyon içerisindeki varlıkların, çevrelerindeki olguları ve olayları yorumlamasını sağlayan bir aparat olan bilincin bu simülasyon dâhilindeki rolü nedir? Kesinlikle bilgi işlemekten daha fazlası olduğunu söyleyemeyiz; zira bu kesinliği söz konusu bağlama atfettiğimizde, gerçekliğin önemli bir parçasını dışarıda bırakmış oluruz ve o parça da öznel, indirgeyemediğimiz, niteliksel bir parçadır. Bununla beraber, bunu reddedebilen bilim insanları da vardır ve bu konuda ateşli bir materyalist olarak görülebilecek Daniel Dennett da bunların en ünlüsüdür. Onun savunmasına göre, bir şeyi bütünüyle niceliksel ve ilişkilere dayalı bir biçimde açıklayamıyorsak, bu şey gerçekliğin bir parçası olamaz.



Aristoteles’in, zamanında gerçekliğin malzeme ve yapı unsurlarının toplamından oluştuğunu temellendirmesi, konumuz açısından büyük önem arz ediyor. Zira bu temellendirme, bilinç ve varlık üzerine düşünebilmemiz için çok iyi bir başlangıç olmasına rağmen, önce Sir Isaac Newton, kütleçekimi teorisindeki, kütleçekiminin kozmik cisimler arasındaki bağı nasıl kurduğuna ilişkin uzaktan eylem[1] kavramıyla, sonra ise modern fizik, atom altı dünyaya doğru kat ettiği yolla evreni gayrimaddileştirdi.

Örneğin kuantum kuramında atom altı parçacıklar, küçük toplar yerine, soyutlanmış matematiksel özellik yumakları olarak algılanmaya başlandı. Evreni keşfetmeye devam ettikçe, Aristo’nun malzemesinin, hızla yapıya dönüşmeye başladığına tanık oluyoruz. İşte tüm bu maddi evreni, safi geometriden türetebilen son girişimler de, donanımlı sicim teorileri, holografik ilkeler ve gerçeklik kavramını da ilgilendiren, bugünün biliminin çok ötesindeki simülatif evren fikirleridir. Biyolojik formlar olarak algımız, üç uzay boyutuna aşina olmakla beraber, daha zaman kavramına bile tam olarak aşina değildir. Daha yüksek boyutları öngören bir fikir, bu sebeple sadece büyülü bir dil olan matematikte gizlidir.

Eğer tüm bu kurulanları doğaya doğru tutabildiğimiz gün geldiğinde tam olarak tutarlı sonuçlar elde edersek, doğadaki evrimlere bir yenisi eklenmiş olacak: somutun soyuttan evrimi. Büyük Avusturyalı filozof, Ludwig Wittgenstein’ın dil fenomenine dair temellendirmelerinde geçen tuzak kavramı belki birçok açıdan ele alınabilir; ancak kaba bir yorumla, diller yanlış anlaşılmalar, sürçmeler ve kifayetsiz kelimeler şöyle dursun, iletişim bağlamında tanımlanmış ihtiyaçların tatmininden fazlasını vaat etmiyor. Ancak doğanın konuştuğu dil olan matematik, gelinen noktada bizlere kusursuz araçlar sunuyor. Belki de matematiğin kendisi, bizatihi, bütün bu trajedilere ve komedilere; savaşlara ve barışlara; varlığın ürkütücü kıpırtısından canlının ve daha sonra da bilincin kıpırtılarına giden yolu açtı; henüz bunu kesin olarak ortaya koyabilecek gücümüz yok, ancak şunu biliyoruz ki, bu evrenin destanı, bir yerlerde yazılı olabilir.



Kaynak : kozmikanafor

Bu konuyu yazdır

  Evren Bir Simülasyon Mu? 1: Bilgi ve Entropi
Yazar: Archilles - 20-05-2016, Saat: 18:27 - Forum: EVREN VE BİLİM - Yorum Yok

Evren Bir Simülasyon Mu? 1: Bilgi ve Entropi



Torunlarımızın zamanda yolculuğu başarıp geçmişe dönerek bizleri kontrol altına alma olasılığı nedir? Yaşadığımız evren, tıpkı bir bilgisayar oyunu gibi, bağıl bir gerçekliğe mi sahip? Bizlerden daha gerçek varlıklardan söz edebilir miyiz? Alvan R. Feinstein, “Aptalca sorular sorun. Eğer sormazsanız, aptal kalmaya devam edersiniz.” sözünü söylerken kendinden oldukça emin görünüyordu; ancak bu sorular her ne kadar günümüz biliminin cevaplama gücünün çok ötesinde olsalar da, hiç de aptalca değiller.
Evren tam olarak neden oluşur? Verilebilecek en aklı başında ve güvenli cevap, “Madde ve enerji.” olurdu. Bu ikisi ayrı şeyler mi? Hayır; madde, enerjinin yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan bir enerji formu. Tarihe kara bir leke olarak geçmiş olan ve Hiroshima ve Nagasaki’de patlatılan atom bombaları, atom çekirdeğini bir arada tutan enerjiyi serbest bırakırken, bilim insanlarının CERN’de enerji yoğunlaştırarak yeni parçacıklar, yani madde ortaya çıkarmaları da bunun, gerçek hayattan kanıtları olarak gösterilebilir. Ancak ortada, madde ve enerjiye hiç benzemeyen; ancak onlarla aynı kaynağı, her şeyin başlangıcı olarak modellediğimiz Büyük Patlama’yı paylaşan, hatta yeri geldiğinde madde ve enerjiyi bile kendisine dönüştürebildiğimiz bilgi gibi bir malzeme var.



Baş Aktris: Bilgi
Bir otomobil fabrikasındaki robotlara, otomobilin genel aksamının tüm içeriği sağlanmış olsa da, bu parçalardan hangilerinin hangilerine, nasıl ve hangi öncelikle kaynatılacağının ya da hangilerinin hangileriyle birleştirileceğinin bilgisi sağlanmadan, robotlar ortaya, kullanışlı hiçbir şey koyamaz. Vücudumuzdaki herhangi bir hücrede bulunan ve diğer tüm ribozomlar gibi, protein üretiminden sorumlu olan herhangi bir ribozom, kendisine proteinlerin yapıtaşları olan aminoasitler ve ATP molekülünün ADP molekülüne dönüştürülmesinden elde edilen enerji sağlanmış olsa da, hücre çekirdeğindeki yönetici molekül olan DNA’dan gelecek bilgi olmadan, hiçbir protein üretemez. Bilgi materyali, sadece bu gibi iyi tanımlanmış süreçlerde etkili değildir; sezon sonunda oynanan bir futbol maçında, başka bir maçtan gelecek herhangi bir bilgi, bir başka bilgi biçimi olan taktiklerin değişmesini ve dolayısıyla, doğrudan sürecin kendisinin değişmesini beraberinde getirebilir. Buradan da, bilgilerin birbirlerini değiştirebilen, dinamik ve devingen şeyler olduğu sonucuna varabiliriz.



Fizik biliminin geride bıraktığımız yüzyılının sonları, bize bilgi materyalinin, fiziksel sistemlerin ve süreçlerin en önemli aktörü olduğunu gösterir nitelikteydi. Fiziksel dünyada madde ve enerjinin, bilgiye oranla ihmal edilebilir düzeylerde olduğu –aslolanın bilgi olduğu fikri, İkinci Dünya Savaşı’nın bilimsel kanalında önemli rol oynamış, şimdilerde aramızda olmayan fizikçi, John Archibald Wheeler ile hayat bulmuştu. Söz konusu bakış açısının, “It from bit” [1] gibi bir de sloganı vardı ki, Wheeler’ı tanıyanlar, kara delik kavramını da ona borçlu olduğumuzu bilirler. Slogana ise şöyle bir açılım getirebiliriz: bilim, en temelde bize sadece farklılıklardanbahseder. Mesela kütlenin (başka bir deyişle enerjinin) evrende gösterdiği dağılımın farklılıklarının, uzay-zamanın şeklindeki farklılıklarla nasıl bir ilişkisinin olduğu, elektrik yüküne sahip herhangi bir parçacığın uyguladığı ve maruz kaldığı elektriksel kuvvetlerdeki farklılıkların, elektrik yükündeki farklılıklarla nasıl bir ilişkisinin olduğu gibi. Dolayısıyla, evrendeki tüm durumların, katışıksız birer enformasyona dönüştürülebileceği, hatta saf enformasyondan oluştuğu söylenebilir. Burada durup, büyük İngiliz astrofizikçisi, Sir Arthur Eddington’ın itiraf olarak görülmemesi gereken; tam tersine, gururlu bir söylev olarak görülmesi gereken sözlerine kulak vermemiz gerekiyor:
“Fizikte ele alınan nesnelerin doğasına ilişkin bilgimiz sadece, aygıtların göstergelerindeki işaretlerin okunmasından ileri gelmektedir.”
Ancak üzerinde durulması gereken bir nokta var ki, o da bu enformasyon kombinasyonlarının gerçekleştiği ortam ne olursa olsun, fiziksel olguların açıklanmasında hiçbir rol oynamadığıdır.It from bit sloganının nihai ve ayrıntılı bir açıklamasına göre Dünya, evren ya da varoluş; saf birer farklılık akışından, bilginin devinmesine olanak tanıyan dinamik ilişkiler ağından başka bir şey değildir.
Sloganın ilerletilmiş bir açılımı, bu mantığı daha da geliştirir ve evreni devasa bir bilgisayar simülasyonu olarak değerlendirir. Bu bakış açısını benimseyenler arasında, evrenin, iyi tanımlanmış yasalarla karmaşık fiziksel sonuçlar üretebilen hücresel bir otomat olduğu varsayımını kullanan, dijital felsefe kavramının yaratıcısı olan fizikçi, Ed Fredkin ile teorik fizikçi,Mathematica yazılımının ve Wolfram Alpha cevap motorunun yaratıcısı, aynı zamandaWolfram Research’ün de CEO’su, Stephen Wolfram da bulunuyor. Elbette, akademiden ve çeşitli ortamlardan, böyle çılgınca görüşlerin savunucularının çıkması şaşırtıcı olabilir; ancak kalburüstü denemeyecek açık oturumlarda ortaya koyulan laf salatasının da ötesinde, bu görüşün bilimsel temellerini incelememiz gerekirse nereye varırız?


[i]Teknolojimiz ne kadar gelirşirse gelişsin, üreteceğimiz her cihazın bir “bilgi depolama” limiti olacaktır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle, gelecekte de böyle olacak.[/i]

Üzerinde bir avın tasvir edildiği, ilk çağlardan kalma bir tablet ya da duvar parçasından, son teknoloji bir hard diske[2] kadar, bir şeyler ifade eden tüm materyaller, bilgi taşırlar. Ancak bu -ilk bakışta aklıma gelen- iki ucun arasında bulunan tüm diğer bilgi taşıyıcıları, bir özellik bakımından bir hiyerarşiyi yansıtırlar: depolama kapasitesi. Bu kapasite, giderek artan bir ivmeyle, hatta sıçramalarla büyümeye devam ediyor. Peki, böyle bir süreç ne zaman durur? Kabaca bir bilgisayar yongası kadar, yani 1 gramdan az bir kütleye sahip ve 1 cm3’e sığabilecek böyle bir cihazın nihai bilgi kapasitesi nedir? Soru silsilesini tartıştığımız bağlama daha da yaklaştırmak istersek eğer, bütün bir evreni bu yolla tanımlamak ne kadarlık bir bilgiye mâl olur? Tüm bu bilgiyi bir bilgisayar yongasına sığdırabilir miyiz? Acaba William Blake’in de söylediği gibi, dünyayı bir kum tanesinin içinde görebilir miyiz,[3] yoksa tüm bunlar şiirsel dile hapsolmuş, romantik ışık oyunlarından fazlası değil mi?
Teorik fizikteki son gelişmeler, yukarıdaki soruların bazılarına cevap bulmamızı sağladı. Astrofizikte ve kozmolojide çok önemli bir yere sahip olan kara delik olgusu üzerinde çalışan fizikçiler, uzayın bir bölgesinin veya madde ya da enerjinin bir miktarının ne kadar bilgi içerdiğinin kesin limitlerini ortaya çıkardılar. Bununla ilgili bir başka çalışmaysa, en, boy ve yükseklik adında, algılayabildiğimiz 3 uzaysal boyuta sahip evrenimizin, bir hologram gibi, iki boyutlu bir yüzeye yazılmış olabileceğini söylüyor. Dolayısıyla bizim gündelik üç boyutlu dünya algımız, derin bir illüzyon ya da gerçekliğin iki alternatif yansımasından biri olma olasılığını taşıyor. Belki bir kum tanesi değil, ancak düz bir ekran, arkasından üzerine düşen görüntülerle beraber, çok güzel bir örnek olabilir.

[i]Çeşitli fenomenler, bilgi kapasiteleri ve büyüklüklerine dair bir grafik.[/i]

Baş aktör: Entropi
Bilgi ile entropi arasındaki bağlantıyı nasıl kuracağımıza gelince, kapsamlı bir entropi tanımına ihtiyaç duyarız. Ancak öncelikle şunu ortaya koymamız gerekiyor: entropi, bilgi içeriğinin ölçümü için kullanılan yaygın bir birim olma özelliğini taşır. Entropi olgusu, fizik biliminin, başlı başına ısı kavramıyla ilgilenen dalı olan termodinamiğin merkezinde bulunur. Termodinamik entropi, fiziksel bir sistemdeki düzensizlik olarak tanımlanabilir. Eğer odanızdaki gazeteler alfabetik sıraya göre dizilmişse ve yerindeyse, okumanız gereken makaleler yerlerde değil de masanızın üzerinde, yine belli bir sıraya göre dizilmişse, elbiselerinizin dolabınızla arası iyiyse ve dolabınızdaki her şey güzel görünüyorsa, işte odanızın entropisi gayet düşüktür! Yalnız, son örnekteki güzel kavramı italik yazıldı, çünkü orada yeri yok. Esasında güzel betimlemesi, estetik bir yargıya karşılık gelip, düzenliliğe veya düzensizliğe dair hiçbir şey söylemez; bu şaşırtmacaya dikkat etmemiz gerekir.
Avusturya’nın başkenti, Viyana’da bulunan ve Johannes Brahms, Franz Schubert, Ludwig van Beethoven ve Johann Strauss gibi büyük sanatçıların da mezarlarının bulunduğuZentralfriedhof’taki mezar taşında, dünyanın romantik bağlamda kullanılmış tüm kelimelerini yutabilecek kadar güçlü bir şeyi ifade eden S=k log W ifadesini taşıyan Ludwig Boltzmann, 1877’de bu ifadeye anlam kazandırmıştı. Söz konusu ifade, entropiydi. Tam olarak tanımına, akademik kaynaklar dışında pek rastlanmaz; genellikle neden bahsettiğinden haberi bile olmayan çevrelerin, sosyal medyada anlatmaya çalıştığı konu başlıklarının başında gelir.Entropi, istatistiksel mantığı kullanarak, fiziksel bir sistemi oluşturan devasa sayıdaki bileşenlerle, sistemin toplamda sahip olduğu özellikler arasında ilişki kuran, fiziksel bir kavramdır. Boltzmann, bu kavramı tam olarak, bir madde parçası hâlâ aynı makroskobik madde parçasıyken, mikroskobik bileşenlerinin alabileceği farklı durumların sayısıyla karakterize etmişti.

[i]Ludwig Boltzmann’ın anıt mezarı.[/i]

Örneklendirmek gerekirse, bu satırları okuduğunuz yerde, etrafınızda havayı oluşturan parçacıkların tamamının o yerdeki anlık dağılımı ile bu parçacıkların bulunabileceği olası durumların sayısını düşünebiliriz. Entropiyi bu, termodinamikteki bağlamından, bilgi teknolojisine (belki bilgi fiziğine) uyarlayan ise Amerikan uygulamalı matematikçi, Claude Shannon olmuştu. 1948 yılında yayınladığı çalışmalarında Shannon, örneğin bir mesajın ne kadar bilgi içerdiğini belirlemek için, Boltzmann’ın formülüyle aynı mantığı taşıyan bir formül geliştirmişti. Örnek üzerinden gidersek, bir mesajın Shannon entropisi, bu mesajı kodlamak için ihtiyaç duyulan ikili rakamların (binary digits) ya da diğer adlarıyla, bitlerin sayısıdır. Bize bilginin değeri ile ilgili herhangi bir fikir vermeyen Shannon entropisi, buna rağmen bilginin miktarıyla ilgili objektif bir ölçüm olanağı sunar ve bu özelliğiyle çok kullanışlıdır.
Örneğin ev telefonlarından modemlere kadar birçok cihaz, Shannon entropisiyle sıkı bir ilişki içerisinde çalışmaya devam eder. Önce termodinamik entropiyi, sonra Shannon entropisini söz konusu etmek istedim; çünkü bu ikisi, kavramsal olarak eşdeğer. Buna rağmen, iki entropinin, 2 çarpıcı farkı bulunuyor: birincisi, termodinamik entropinin, kimyagerler ya da bazı mühendislerce, enerji birimlerinin sıcaklığa bölünmesiyle ifade edilmesi söz konusuyken, Shannon entropisinin, iletişim mühendislerince, -özellikle boyutsuz- bitlerle ifade edilmesi. Bu fark, bizler açısından çok önemli bir yerde durmaktadır; zira iki entropi tipi aynı birimlere indirgense bile, büyüklükte inanılmaz bir farklılık gösterir. Bir silikon mikroçipi, örneğin 1 gigabayt miktarında veri taşıyabilirse, yaklaşık 1010 bitlik bir Shannon entropisine sahip olur.

[i]Bir kara deliğin entropisi, olay ufkunun yüzey alanıyla doğru orantılıdır. Açıkça belirtmek gerekirse, 1 Planck alanı, çeyrek entropi birimine karşılık gelir. Bilgi gibi düşünüldüğünde, entropi kara deliğin olay ufkunda her bir bit (dijital olarak her bir 1 ve 0) bir entropi birimini ifade ederken, aynı zamanda 4 Planck alanına karşılık gelir.[/i]
Ne var ki bu, bir yonganın oda sıcaklığında 1023 bit civarında olan termodinamik entropisinden inanılmaz derecede küçüktür (yaklaşık 10 trilyon katlık bir fark söz konusudur ve 1 bayt, 8 bite eşittir ). Bu uyuşmazlık, entropilerin, farklı derecelerdeki özgürlükler için hesaplanmış olmasından ileri gelir. Bir hareketlinin hızının herhangi bir bileşeni veya pozisyonu gibi, bir sistemi tanımlayan değişkenlerin hepsi, o sistemin özgürlük derecesidir. Yonganın Shannon entropisi sadece, silikon kristalinin içine gömülü olan her bir mini transistörün, toplamdaki durumuyla ilgilidir (her bir transistör AÇIK ya da KAPALI durumlarından birindedir; 1 ya da 0 da denebilir). Termodinamik entropi ise aksine, her bir transistörü oluşturan milyarlarca atomun hepsinin –ve bu atomların taşıdığı elektronların durumlarıyla ilgilenir.
Peki, nedir nihai özgürlük dereceleri? Madde atomlardan oluşuyor; atomlar çekirdekten ve elektronlardan oluşuyor; çekirdekler proton ve nötronlardan; bunlar ise kuarklardan oluşuyor. Bugün birçok fizikçi, elektronların ve kuarkların, süpersicim diye adlandırdıkları ve en temel varlık formu olarak varsaydıkları, boyutsuz yapılardan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu da fizik biliminin deneysel kanadını, daha temel yapıları aramaya zorluyor. Maddenin kökeninde bugünün fiziğiyle hayal edebildiğimizden daha fazlası olabilir mi? Soru en net haliyle, bu.
Öncelikle şunu bilmeliyiz ki, bir madde parçasının nihai bilgi kapasitesini, tıpkı termodinamik entropide olduğu gibi, maddenin nihai bileşenlerinin doğasını, diğer bir deyişle, yapının en derin seviyesinin doğasını bilmeden hesaplayamayız. Kuarklara, hatta olası daha temel yapılara da bilgi depolanabileceğini düşündüğümüzde, depolama gücümüzün sonsuza yakınsandığına tanık olabileceğimizi söyleyebiliriz. Bu durum için de her geçen on yılda, kütleçekimi fiziğinden ipucu niteliğinde bilgiler sızıyor.



[i]Atom çekirdeği ve çevresinde bulunan elektronların “olası” yörünge hareketini açıklamaya çalışan bir ilustrasyon.[/i]
Kara Delik Termodinamiği
Kütleçekimi fiziğinden sızan bilgilerden, bizi, tartıştığımız bağlamda en çok ilgilendirenleri, tabii ki kütleçekiminden başka bir şey olmayan kara deliklerden geliyor. Kara delikler, konsept olarak, atom çekirdeğindeki proton ve nötronları oluşturduğu öngörülen kuarklardan farksız; zira bir modelin, Genel Görelilik teorisinin sonucu olarak, evrende bir yerlerde olması gerektiğisöylendi; deneyler yapıldı ve tutarlı sonuçlar elde edildi. Albert Einstein’ın 1915’te, bir anlamda kütleçekiminin geometrisini yazdığı bu modeline göre, kütleçekimi, uzay-zamandaki eğriliklerden ortaya çıkıyor. Uzay-zamandaki eğriliklerse, madde ve enerjinin varlığından dolayı meydana geliyor. Einstein’ın denklemlerine göre, yeteri kadar yoğun madde ya da enerji, uzay-zamanı o denli eğer ki, uzay-zaman yarılır ve kara delik oluşur. Görelilik yasaları, en azından klasik fizikte (yani kuantum fiziğinin dışında), kara deliğe düşen her ne olursa olsun, geri çıkmasını yasaklar. İşte bu geri çıkışın yasaklandığı sınır, hayatî önem arz eden olay ufkudur ve her kara deliğin bir olay ufku bulunur. Yani bu sınırı geçen her ne olursa olsun, klasik fiziğe göre geri çıkışı, imkânsız olur. Bu sınırı bir çizgi olarak düşünmek yerine, bir küre olarak düşünmemiz yerinde olur. Yani uzayda küre şeklinde bir hacim düşünüyoruz; bu hacmin sınırları, kürenin kendisi. Bu sınırlardan içeri düşen hiçbir şey geri dönemiyor. Daha büyük kütleye sahip kara delikler, hacim olarak daha büyük olay ufuklarına sahip olurlar ve daha büyük hacim de, daha büyük yüzey alanı demektir.
Kara deliğin içinde maddeye ne olduğunu bilmiyoruz; zira olay ufkunun içinden dış uzaya hiçbir detaylı bilgi çıkışı olmuyor. Kara deliğin olay ufkundan sonra sonsuza kadar görünmez olan maddeden geriye, yine de kuantum mekaniksel bağlamda kalıntılar kalabiliyor ve bu maddenin enerjisi de, yine Einstein’ın bulgusu olan E=mc2 uyarınca, kalıcı olarak kara deliğin kütlesindeki bir artış olarak yansıyor. Eğer delik dönerken madde yakalanırsa, bu yakalanan maddenin açısal momentumu [4] da kara deliğin açısal momentumuna eklenir. Bir haraç çetesine katılan; katılmak zorunda kalan bir çocuk gibi; cebinde ne varsa boşaltır çetenin kasasına. Böylece bizler, çocuk çeteyle karşılaşmadan önce çetenin kasasındaki ve çocuğun cebindeki paraların toplamının, çocuk kendi parasını çetenin kasasına aktardıktan sonraki paraların toplamına eşit olduğunu görürüz. Yani bazı nicelikler korunur. Bu paragrafa başlarken açıkladığım madde ve enerji kavramları, bir şekilde kara deliğe katılıyor ve toplamda, evrendeki kütle ve enerji sabit kalmış oluyordu. Bizler bunları, kara deliğin uzay-zamana yaptığı etkiden hesaplayabiliyoruz. Ancak bir sorun var! Bir başka temel fizik yasası olan termodinamiğin ikinci yasası, kara deliklerde ihlal ediliyormuş gibi görünüyor.



[i]Karadelik, olay ufku, karadelik ışıması… Hayal etmekte zorlandığımız bu konuları kafasında günlük hayattan olağan sahneler gibi canlandırabilen Hawking ve alaycı gülümsemesi…[/i]

Termodinamiğin ikinci yasası, doğadaki süreçlerin çoğunun geri çevrilemez olduğunu söyler; hiçbirimiz, masanın üzerinden düşen bardağın kırıldıktan sonra, masanın üzerine geri dönerek eski halini aldığına tanık olmamışızdır. Buna tanık olmayışımızın tek sebebi, termodinamiğin ikinci yasasıdır. Esasında bu yasaya göre, çevreden izole edilmiş (yani enerji girişi ya da çıkışı olmayan) bir fiziksel sistemin entropisi asla düşemez; en iyi durumda bile entropi sabit kalır, genellikle de artar. John Archibald Wheeler’ın da zamanında ilk kez vurguladığı gibi, bir madde kara deliğe düşüp görünmez olduğunda, entropisi boşa gidiyorduve bu da termodinamiğin ikinci yasasının ihlali demekti.
Bu problem için ipucu ise 1970 yılında, hâlâ kara delikler hakkında söz sahibi olan, Stephen Hawking’den gelecekti. Hawking, Wheeler’ın öğrencilerinden biriyle yaklaşık zamanlarda ve bağımsız olarak, kara deliklerin birleşmesi sürecinin sonunda ortaya çıkacak olan kara deliğin olay ufkunun yüzey alanının, birleşmeden önceki kara deliklerin olay ufuklarının yüzey alanları toplamından asla düşük olamayacağını ortaya koymuştu.

HAWKING RADYASYONU NEDİR?Bekenstein’ın, kara deliklerin de bir entropisi olabileceği, hatta artacağı yönündeki tezine, başta Hawking olmak üzere birçok bilim insanı, mesafeli durmuştu. Kara deliklere eklenen maddeyle beraber olay ufuklarının da büyümesi, Hawking tarafından da onaylanıyordu; ancak olay ufkunun entropiyle olan bağlantısında anlaşmazlık söz konusuydu. Hawking, Bekenstein’ın savı üzerinde düşünerek değerini anladı ve bu ona, kendi adıyla anılacak özel ışımayı keşfetmesi için bir ilham kaynağı oldu. Kara delikler ışıyabilir, ışınım yayabilirlerdi! Hawking radyasyonu olgusu, “Bir kara delik, varsayımsal olarak hiçbir şey ondan kaçamıyorsa nasıl enerji yayabilir?” sorusunun üzerine doğdu.Uzayın her yeri, kuantum fiziğinde sanal parçacıklar olarak bilinen parçacık çiftleriyle doludur ve bu parçacıklar, Heisenberg’in belirsizlik ilkesi uyarınca, boşluktan enerji ödünç alarak, inanılmaz derecede kısa bir süreliğine var olup, tekrar ödünç alınan enerjiye dönüşerek yok olurlar. Kara deliğin olay ufkuna yakın bir yerde sanal bir parçacık çiftinin oluştuğunu düşünelim; boş uzayda her zaman böyle parçacık çiftlerinin oluştuğunu ve anında yok olduğunu biliyoruz. Ancak böyle bir çift gayet özeldir; çünkü olay ufkuna yakın bir yerde oluşup kaybolurken, çifti oluşturan bir parçacık, kütleçekiminin karşı koyulamaz gücüne yenik düşer ve bu çift, sonsuza kadar ayrı düşer. Biri kara deliğin içine doğru emilirken, diğeri evrenin içine doğru sürgün edilir. Süreç boyunca kara delik, önce yavaşça, sonra ise hızlanarak kütle kaybeder. Kara deliklerin sıcaklıkları, sadece fotonlar gibi kütlesiz parçacıklara olanak tanıyacak derecede düşüktür; dolayısıyla Hawking radyasyonu ya da ışıması da, elektromanyetik bir ışımadır.
 

[i]Bir karadeliğin olay ufkunun hemen üzerinden yayılan Hawking Radyasyonu.[/i]

Bundan ilham alan teorik fizikçi, Jacob Bekenstein, 1972’de, kara deliklerin entropilerinin, olay ufuklarının yüzey alanına eşit olduğunu önerdi. Bekenstein, ardıl yorumlarında ise, kara deliklere düşen maddenin “kayıp” entropisinin, ya tamamen geri ödendiğini ya da fazlasıyla geri ödendiğini öne sürdü. Genellemek gerekirse, kara deliklerin toplam entropisi ve kara deliklerin dışında kalan sıradan entropi asla düşemezdi. Söz konusu genelleme, birçok testten geçmişti. Bir yıldız, kara delik oluşturmak üzere çöktüğünde, kara deliğin entropisi, yıldızın entropisini katlayarak aşar. 1974’e gelindiğinde, Hawking, bugün bile öneminden hiçbir şey kaybetmemiş olan, kara deliklerin, bir kuantum mekaniksel süreçle, kendiliğinden yaydıkları bir termal radyasyonun (ısıl ışımanın) olması gerektiğini gösterdi. Dolayısıyla, birkaç yıl önce savunduğu görüşünden vazgeçmek zorunda kaldı; söz konusu ışıma nedeniyle, kara deliklerin kütleleri, dolayısıyla olay ufuklarının yüzey alanları azalabiliyordu.
Bekenstein’ın geliştirilen genellenmiş ikinci yasası, izole edilmiş tüm fiziksel sistemlerin bilgi kapasitesine sınırlar getirebilmeyi mümkün kıldı. Evrensel entropi sınırı olarak bilinen bu varsayıma dayalı sınır, “Belirli bir büyüklükte ya da kütlede ne kadar entropi taşınabilir?”sorusuna cevap olarak getirilmişti. 1995’te, holografik sınır fikriyle ortaya çıkan ünlü teorik fizikçi, Leonard Susskind, uzayın belli bir hacmini işgal eden madde ve enerjinin ne kadar entropi barındırabileceğini sınırlamayı öneriyordu. Susskind, çalışmasında, yaklaşık olarak küresel, izole edilmiş, kendisi kara delik olmayan ve kapalı, A kadar bir alana tam olarak sığan bir kütle düşünmüştü. Eğer bu kütle, çökerek bir kara deliğe dönüşseydi, bu delik, A’dan küçük bir olay ufkuyla bitecekti. Dolayısıyla, bir önceki başlıktan da hatırlayabileceğimiz gibi, kara deliğin entropisi, A/4’ten daha küçük olacaktı.sürecinin sonunda ortaya çıkacak olan kara deliğin olay ufkunun yüzey alanının, birleşmeden önceki kara deliklerin olay ufuklarının yüzey alanları toplamından asla düşük olamayacağını ortaya koymuştu.
Ne var ki, Bekenstein’ın genellemesi, bu sorun ile baş edebilmişti. Gelişen radyasyonun entropisi, kara deliğin entropisindeki düşüşten daha fazla olduğundan, Bekenstein haklıydı. Daha sonra, olay ufkunun, kara deliğin içindeki bilginin, dışarıdaki olaylardan etkilenmesini engellediği modellendi. Hawking radyasyonu, kara deliğin entropisiyle olay ufkunun yüzey alanı arasındaki sabit oransallığı hesaplamaya yardımcı oldu: kara deliğin entropisi, Planck alanı cinsinden ölçülen olay ufkunun yüzey alanının tam olarak dörtte biriydi. Planck uzunluğu, yaklaşık 10-33cm olup, kütleçekimine ve kuantum mekaniğine göre temel uzunluk birimidir; Planck alanı ise bunun karesidir. 1 metrelik bir uzunluğun karesi nasıl ki 1 m2 ise, Planck uzunluğunun karesi de 10-66cm2 olur. Başka –ve daha basit bir deyişle, 1 cm’lik bir çapa sahip kara deliğin entropisi, yaklaşık 1066 bittir. Bu, kabaca 10.000.000.000 km3 suyun termodinamik entropisine karşılık gelir.
Bu hazırlığı da yaptıktan sonra, pek de aptalca olmayan soruları cevaplamaya başlayabiliriz. İlkesel olarak 1 cm’lik bir cihaz, 1066 bitlik bir bilgi taşır. Gözlemlenebilir evrenin en az 10100entropi biti taşıdığını göz önüne alırsak, bu bilgi, 1 ışık yılının 10’da 1’ine, yani yaklaşık 1 trilyon km’ye denk gelen bir çapa sahip küresel bir hacme sığabilir. Bu da Güneş’e olan uzaklığımızın yaklaşık 6000 katı kadar bir mesafe ediyor. Evrenin entropisini tahmin edebilmek, tahayyül edilemeyecek derecede zor bir iştir; daha büyük sayılar söz konusu oldukça, evrenin kendisi kadar büyük bir küresel alana yaklaşılabilir. Holografik sınırın ilginçliği de burada başlıyor: Mümkün olan maksimum entropi, hacim yerine, yüzey alanına bağlı! 

Bilgisayar yongalarından düzenli ve büyük bir yığın yaptığımızı düşünelim. Transistörlerin sayısı (yani toplam bilgi depolama kapasitesi) yığının hacmiyle beraber artacaktır; tüm yongaların toplam termodinamik entropisi de öyle. Bisküvinin kremasına gelmiş bulunuyoruz: yığınımızın işgal ettiği uzayın teorik nihai bilgi kapasitesi, sadece yüzey alanıyla artıyor; dikkat edelim, bu, teorik olarak belirlenmiş bir üst limit. Yığının hacmi, yüzey alanından daha hızlı artacağından, bir noktada, tüm yongaların entropisi, holografik sınırı aşabilecektir. Bu da demek oluyor ki, genellenmiş model de dâhil, bu konudaki tüm aday modellerimiz kaybediyor. Acaba? Elbette hayır; kaybeden, yığının kendisi olacaktır. Bu içinden çıkılmaz duruma ulaşana kadar yığın, kendi kütleçekimi sebebiyle kendi üzerine çökecek ve bir kara deliğe dönüşecektir. Sonrasında eklenen tüm ek yongalar, kara deliğin kütlesini ve yüzey alanını artırarak genellenmiş modeli doğrulamaya devam edecek şekilde devinir. 


Kaynak : kozmikanafor

Bu konuyu yazdır

  Uzay ve Zaman 11.Boyut
Yazar: Archilles - 20-05-2016, Saat: 18:03 - Forum: EVREN VE BİLİM - Yorum Yok

11. boyut
Evren neden var oldu? Araştırmacılar, bu sorunun yanıtını "Her Şeyin Teorisi" adını verdikleri bir evren formülüyle yanıtlamayı umuyorlar. İngiliz astrofizik uzmanı Stephen Hawking, yeni bulgularıyla, içinde eşizlerimizin bulunduğu fantastik bir "hiper uzay"ın kapılarını açıyor. Biz diğer evrenleri göremiyoruz; ancak, Hawking teorisinde, paralel evrenlerde olanların bizim korkularımızı, becerilerimizi ve özlemlerimizi etkileyebileceğini ileri sürüyor.Diğer boyutlar, yuvarlanmış küçük küreler şeklinde uzay-zamanın bütün noktalarında yer alıyor Şu sırada, siz bu cümleleri okurken, paralel evrenlerdeki eşizleriniz de bu cümleleri okuyor olabilirler. Onlar da, bu teoriyi okuyunca, büyük olasılıkla sizin gibi inanmayacak ve başlarını sallayacaklardır.İlk bakışta çılgınlık ya da bir bilimkurgu fantezisi gibi görünse de, bu teori tamamen matematiksel temellere dayanıyor. Stephen Hawking, "Sonsuz sayıda eşiz evrenler var" diyor. Hawking, Cambridge Üniversitesi'nin Matematik Bilimleri Merkezi'nde profesör olarak görev yapıyor. "Amyotrofik lateral skleroz" adı verilen bir sinir hastalığı nedeniyle, ünlü fizikçinin vücut kasları her geçen gün biraz daha eriyor. 1986'da bir soluk borusu ameliyatı sonucu sesini de kaybetti. O günden bu yana bilgisayar aracılığıyla iletişim kuruyor. Şu anda tamamen felçli, ancak zihni, inanılmaz bir hareketliliğe sahip. 59 yaşındaki astrofizikçi, evrenin var oluşunu açıklamak amacıyla yıllardır üstünde çalışılan "Her Şeyin Teorisi"sinin (Theory of Everything) formülünü oluşturmayı başardı ve buna "M-teorisi" adını verdi. Buradaki "M" (magic, mysterios, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin (bütün teorilerin) anası olarak değerlendirilebilir. 

Teori, uzayı, içlerinde bizim eşizlerimizin bulunduğu başka evrenlerden oluşan çok boyutlu bir labirent olarak görüyor. Hawking, bu "kobold evrenler"in yaşayanlarını "gölge insanlar" olarak nitelendiriyor. Yani, bizim evren olarak tanımladığımız belki de, gerçekte iç içe geçmiş, birbirini şekillendiren ve hatta belki birbiriyle iletişim halinde olan, birbirine paralel çok sayıda evrenlerin bulunduğu sonsuz bir uzayın minik bir kesiti.

Bu, sadece birçok esrarengiz olguya aniden bambaşka bir açıdan baktığı için değil, aynı zamanda sıradan yaşamımızın bu kadar basit olmadığını göstermesiyle de büyüleyici bir evren tasviri. Birçoğumuz, yaşadığımız olaylara hep daha fazla anlam yükleme eğilimindeyiz. "Yaşamımda, ne olduğunu bilmediğim bir değişiklik olacağını hissediyorum" dediğimiz anları hepimiz yaşamışızdır. Korkular, hayaller, özlemler, fikirler... Ortada neden yokken, birden bire nasıl çıkıyorlar, nereden geliyorlar?

Genç iş adamı, her pazar sabahı eşiyle birlikte tenis oynuyordu. O gün de, bütün diğer pazar sabahları gibiydi. Daha farklı geçeceğini gösteren en ufak bir belirti yoktu. Ancak, bir süre sonra iş adamı oyunu savsaklamaya başladı. Servis atışları hep fileye takılıyordu. Konsantrasyonu tamamen dağılmıştı. Huzursuzluğu giderek arttı. Birden aklına annesi geldi ve bu düşünceyi bir türlü kafasından silemedi. Eve döndüklerinde telefonları çaldı, arayan babasıydı. Öğlene kadar her yerde onu aramıştı. Annesi bir kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. İş adamının konsantrasyonu, bu olayı sezinlediği için mi dağılmıştı? Peki nasıl sezmişti bunu? Böyle bir olaya, şimdiye kadar sadece parapsikoloji uzmanları açıklama getiriyorlardı. Bilim adamları, ciddiyetsizlikle suçlanmamak için böyle konuların üstünde durmamayı tercih ettiler. Uzay-zamanın bükülmesiyle oluşan "solucan delikler"in zaman yolculuğunu mümkün kılabileceği düşünülüyor.

Stephen Hawking'in geliştirdiği evren teorisi, hesaplamalara dayalı yepyeni bir açıklama getiriyor. Hawking, mantıksal olarak, beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Yani, tenis kortundaki olayları şöyle açıklayabiliriz: Görülebilir evrenimizin dışında, iç içe geçmiş ve eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen daha çok sayıda evren var.İş adamı, annesinin geçirdiği kalp krizini telefonla öğrenmediğine göre, dolaylı yollardan öğrendi; yani eşizlerinden biri aracılığıyla.

Eğer Hawking haklıysa, daha pek çok olgu paralel evren teorisiyle açıklanabilecek. Hiçbir neden ya da bulgu olmadığı halde neden bazen korkuya kapılıyoruz? Eşizlerimiz o anda bu korkuları yaşadıkları için mi? Neden bazı insanlarla ilk kez tanıştığımız halde, sanki onu uzun süredir tanıyormuşuz duygusuna kapılıyoruz? Başka bir dünyada onu uzun süredir tanıdığımız için mi? Ya ilk bakışta aşk? Aslında böyle bir şey belki de yok ve her şey başka bir evrende yaşanan bir aşkın o an için hissedilmesinden ibaret. Gerçekten de, bir bilimkurgu senaryosuna benziyor. Stephen Hawking, bu fantastik fikre nasıl ulaşmıştı acaba? 

Bilim adamı, böyle bir evren teorisine nasıl ulaştığını, "Ceviz Kabuğundaki Evren" adını verdiği son kitabında açıklamış.

Bu adı verirken İngiliz oyun yazarı William Shakespeare'in "Hamlet"inden esinlenmiş. Eserde Hamlet, "Ey Tanrım, ceviz kabuğunun içine hapsolsam da, kendimi bütün âlemlerin kralı gibi görebilirdim, keşke şu kötü rüyalarım olmasaydı..." diyordu. Hamlet'in bu derin iç çekişi, sanki düşünür Hawking'i tarif ediyor. 

Hastalığı onu, ceviz kabuğu olarak nitelendirilebilecek hareketsiz vücudunun içine hapsetmiş. Ancak, o aklıyla, sonsuzluğa, yani evrene hakim olmak istiyor. Hawking, Hamlet'in sözlerini şöyle yorumluyor; bütün fiziksel engellere karşın, sadece beynimizin gücüyle uzayı araştırabilir ve teknik açıdan ulaşılması mümkün olmasa da, teorik olarak, ilginç bölgelerin kapılarını aralayabiliriz. 

Hawking'in geliştirdiği formül, makroskobik evreni ve temel parçacıkların mikroskobik dünyasını tanımlamakla kalmayacak, "Büyük Patlama" ve onunla birlikte zaman ve uzay boyutlarının başlangıcını da hesaplanabilir hale getirecek. Böylece insan, evrenin en büyük gizemine, daha doğru bir yaklaşım gösterebilecek: Evrenin, var olmak için bir tanrıya ihtiyacı var mı? Yoksa varlığı, tamamen bilinen fiziksel yasalara mı dayanıyor? 

Bugün 59 yaşında olan fizikçi, bazı basın organları tarafından Albert Einstein ile bir tutuluyor. Ancak birçok meslektaşı, bu karşılaştırmanın Einstein için bir haksızlık olduğunu belirtiyor. Ne de olsa bilim adamı, evreni açıklamaya yönelik geliştirdiği "görelilik teorisi"yle, tam bir devrim yaratmıştı. Ama Hawking yeni bir teori kurmamış, Einstein'ın kuramını temel alan bir teori geliştirmişti.

Bilim olimpiyatında Hawking, 1974'te keşfettiği ve kendi adını verdiği ışınım ile ön plana çıktı: Fizikçi, temel parçacık demetinin bir kara delik yakınında bulunduğunda, nasıl davranacağını hesapladı. Belirli kütleye sahip bir yıldız, ömrünün sonunda, kendi çekim kuvvetinin etkisiyle çöküyor ve uzay ile zamanın anlamını yitirdiği, yani kaybolduğu, sonsuz yoğunluğa sahip bir yapıya, yani kara deliğe dönüşüyor. Kara deliğin çekim alanı o kadar güçlü ki, ışın da dahil hiçbir şey çekim alanından kurtulamıyor. Fizikçiler bu duruma "tekillik" adını veriyorlar. Hawking, çevresindeki her şeyi yutan bu tuzakların tamamen karanlık olmadıklarını, ışın yaydıklarını gösterdi. İçinde yaşadığımız evrenin de, "tekillik" durumundayken, Büyük Patlama ile birlikte şekillenmeye başlaması, Hawking'in buluşunu daha da önemli kıldı. Bu sayede bir gün, belki de yaratılış hikâyesinin sıfırıncı saniyesine ulaşılabilirdi. Hawking, "hiçlik" ile "varlık" arasındaki geçiş anının aydınlatılmasının, "Tanrı'nın planı"nı ortaya çıkarmak anlamına geldiğini düşünüyor.

Bilim adamları, bir "tekillik" durumunun olup olmadığını; bir büyük patlamanın yaşanıp yaşanmadığını; zaman ve uzay boyutlarının bu patlama sonucu ortaya çıkıp çıkmadığını uzun süre tartıştılar.
Çünkü, İngiliz fizikçi Isaac Newton'ın 300 yıl önce kabul ettiği gibi, zamanın sonsuz bir geçmişten sonsuz bir geleceğe uzandığına inanıyorlardı. 
Newton'ın teorisi, Albert Einstein tarafından geliştirilen "Genel Görelilik Teorisi"yle geçerliğini kaybetti. Yeni teori, zaman, uzay ve maddeyi bir birinden ayrılamaz bir bütün olarak düşünüyordu.

Bütün kütleler, ister dev gökadalar ister küçücük asteroitler, uzay-zamana şekil veriyorlar. Bu şekillenme, madde ve ışığın uzaydaki hareketini belirliyor. Önce Roger Penrose, sonra da Hawking, 1969'da Büyük Patlama'nın gerçek olduğunu ispatladıktan sonra, çekim kuvvetine dayalı teoriyi daha da geliştirdiler.

Yoğunluk, Büyük Patlama sırasında kuşkusuz çok daha fazlaydı; ne de olsa, evrendeki bütün kütleler bir aradaydı. Patlama gerçekleşince, çevreye hayal edilmesi güç büyüklükte bir enerji yayıldı. Bu ilk enerji, temel parçacıklara ve maddenin kaderini belirleyen dört kuvvete dönüştü. Kozmologlar asıl sorunu, işte bu dört kuvvet konusunda yaşıyorlar. Bir evren formülü, bütün zamanlar ve evrendeki bütün olaylar için geçerli olmalı; yani son bir denklem, mikrokozmoz ve makrokozmozda etkili bütün kuvvetleri içermeliydi. Bugüne kadar yapılan matematiksel hesaplamalar, sadece üç kuvveti kapsıyordu: elektromanyetik kuvvet (elektronları atom çekirdeğine bağlıyor), "güçlü kuvvet" (atom çekirdeğini bir arada tutuyor) ve "zayıf kuvvet" (radyoaktif parçalanmayı sağlıyor)... Buna karşılık, bütün çabalara rağmen, dördüncü kuvvet olan kütle çekimi, bir türlü "Her Şeyin Teorisi" ne dahil edilemedi. Nedeni ise, çekim gücünün sadece maddelerde bulunması. Büyük Patlama sırasında kütle, maddesel olmayan bir nok-tada, "hiçlik"i ifade eden bir kuvantumda yoğunlaşmıştı. Araştırmacıların, "tekillik" durumunu daha iyi anlayabilmeleri için her iki teoriyi "Kuvantum Çekim Kuvveti"nde birleştirmeleri, yani "Çekim Kuvvetinin Kuvantum Teorisi"ni geliştirmeleri gerekiyordu. Ancak, bunu bir türlü başaramıyorlardı. 


uzayzaman.jpg

"Her Şeyin Teorisi"ne giden yolda başka bir sorun da, atomun standart modelinde yaşanıyordu. Parçacıklar, bazı matematiksel işlemlere tabi tutulduklarında, ortaya anlamsız ve sonsuz değerler çıkıyordu. Ayrıca standart model, ne parçacık kütlelerini ne de doğal kuvvetlerin şiddetini açıklıyordu. Bunlar formülde sabit değerler olarak yer alıyordu. 
80'li yılların ortalarında, fizik uzmanları John Schwarz ve Michael Green'in uğraşıları sonucu bir çözüm yolu bulundu. Onlara göre anlamsızlıklar, parçacıkların, denklemlerde sonsuz küçük noktacıklar olarak ele alınmasından kaynaklanıyordu. Peki ama, parçacıkların iplikçikler gibi esneme yetenekleri olsaydı ne olurdu? Yaklaşık 10 yıl önce geliştirilen, ancak daha sonra hesapları çıkmaza sokan "sicim teorisi", atomaltı parçacıkları nokta şeklinde değil, iplik (sicim) şeklinde tanımlıyordu. Sicimler, bir kemanın telleri gibi salınan, 10 (üzeri -33) santimetre uzunluğunda, minicik iplikçiklerdi. Sicimler şimdiye kadar gözlenemedi; ancak, büyüklüğü matematiksel olarak hesaplanabiliyor: Bir sicimin bir atomun büyüklüğüne olan oranı, bir atomun bütün Güneş Sistemi'ne olan oranına eşit. Ayrıca, belirli bazı sicimlerin, kütle çekimine sahip olduğu ve sicimlerin, aynı zamanda kuvantlar oldukları da bilinenler arasında. Hawking, buradan yola çıkarak "kütle çekiminin kuvantum teorisi"ni geliştirdi. 
Stephen Hawking, sicimlerle ilgili çok sayıda hesaplama yaptıktan sonra şu sonuca ulaştı: Evreni üç veya dört boyutlu kabul ettiğimiz sürece, geliştirilen "Kütle Çekiminin Kuvantum Teorisi" bizi tek bir evren formülüne götürmüyor. Dolayısıyla çözümü, çok boyutlu alanlarda aradı. Bu nedenle de sicimde takılıp kalmadı ve hesaplar yaparak, sicimlerden çok boyutlu kuvantlar elde etti. Bunlara "membran" adını verdi ve daha da kısaltarak "bran" olarak kullandı. Bu bran'lar, birden fazla boyutta varlık gösteriyorlardı. Hesaplamalarına devam ederek bir sınıra ulaştı: Evrende on bir boyut vardı.

Peki bütün o boyutları neden algılayamıyoruz? Hawking nedenini şöyle açıklıyor: Büyük Patlama'nın ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk, genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü. Kalan yedi boyut, konumlarını değiştirmeden, yani sicim kadar bir alanı kaplayacak büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar. Bilim adamına göre, böyle yedi boyutlu bir yumak, evrenin her noktasında mevcut.

MTeorisi'ne göre, evren iki boyutlu bran'larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, bran'ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir "hiper uzay". "Üç boyutlu kütlecikler" hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, "dört boyutlu kütlecikler" beş boyutlu bir uzaya vb. giriyorlar. Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: "Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?" Yanıtını ise şöyle vermiş: "Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiper uzayda süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil. Çünkü, sürekli yeni evrenler, yeni bran'lar doğu-yor.

Fizikçiler, bu olaylara "kuvantum fluktuasyonu" adı veriyorlar. Hawking, böyle bir kuvant oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşumuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor. 
Bilim adamı, sürekli bir üst boyuta geçen branlar'la ilgili, insanın başını döndüren bu varsayımı biraz daha somutlaştırabilmek için, hologram örneğini veriyor: Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle, daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz? Hawking'e göre bu soruların yanıtı evet! 
Yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir bilgisayar oyunu, biz de bilgisayarlarla üretilmiş oyuncular olabiliriz. Belki de, sadece bakıp eğlendikleri hologramlarız. 

Hawking'in teorisiyle, kehanet ve telepati gibi metafizik konular da belki daha doğru yorumlanabilir: Bir hologramda, üç boyutlu bilgiler, iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunuyor. Hologram levhasını kırdığınız ve parçalardan birini ışık altında incelediğiniz zaman, içinde kodlanmış olan üç boyutlu nesnenin yine tamamını görürsünüz. Çünkü, nesneye ait üç boyutlu bilgilerin tamamı, yüzeyin her noktasında ayrı ayrı kodlanmış bulunuyor.

Dünyamız eğer bir hologram ise, bütün bilgiler, yine Dünya'nın her yerinde ayrı ayrı bulunuyor olmalı. Bu açıdan bakıldığında, bu matris bütününün bir parçası olan kişinin, normalde görülemeyen bilgileri bazen fark etmesi çok da olağanüstü sayılmaz. Belki de kâhinler, böyle bilgileri algılayabilen ve okuyabilen insanlardır. 

Hawking bu düşüncesinde yalnız değil. Bu varsayımı geliştirirken Hawking'e eşlik eden evrenbilimci Alexander Vilekin, "Uzayda, Al Gore'un ABD başkanı olduğu ya da Elvis Presley'nin hâlâ yaşadığı paralel evrenler olabilir" diyor.

Hawking daha da ileri giderek paralel başka bir evrene geçmeyi hayal ediyor. Fizikçi, bilimkurgu dizisi "Star Trek"e, konuk sanatçı olarak katıldığı bölümünde, Isaac Newton ve Albert Einstein ile poker oynamış, Marylin Monroe da dizinde oturarak ona şans dilemişti. Bilim adamı "Her türlü hikâye gerçek olabilir; bir evrende Marylin Monroe, diğer evrende de Kleopatra ile evli olabilirim. Böyle olduğuna dair elimizde bir kanıt yok. Keşke olsaydı, o zaman poker oyununda çok para kazanabilirdim" diyor. 

Sicimler ve branlar'dan oluşan bu fantastik bakış açısı gerçek olabilir mi? Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak "Her Şeyin Teorisi" nin henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olacağını belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında da Tanrı'nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını belirtiyor. 

Kaynak : focusdergisi

Bu konuyu yazdır

  Bilimsel Olarak 10 Boyutlu Evren
Yazar: Archilles - 20-05-2016, Saat: 17:58 - Forum: EVREN VE BİLİM - Yorumlar (1)

  Evrenin Büyük Patlama’yla başlangıcının zaman çizelgesi. Sicim Teorisi’ne göre evrenimiz muhtemel evrenlerden sadece teki 

  Bilimsel açıdan düşündüğümüz zaman,  “farklı boyutlar” ,dediğimizde aklımıza paralel evrenler gelebilir. Bizimkine paralel evrenlerde farklı gerçeklikler ya da benzeri gerçeklikler yaşanabilir. Her şeye karşın, boyutların gerçekliği ve Evrenin düzeninde aldığı rol , gerçekte popüler değerlenmeden oldukça farklıdır. Interstellar ‘Yıldızlararası’ filminde de kahramanımız farklı boyutlarda yolculuk yaparak sonunda da geleceğe gidiyordu.

  Boyutlar basitçe farklı yüzeyleri algılayarak gerçekliği analiz etmemizi sağlayabilir. Günlük hayatta üç boyut  yani en, boy ve derinlik algımız evrendeki cisimlerin hepsi için geçerlidir. Bilim insanları gözle görülebildiğimiz bu üç boyutun dışında başka boyutlar da olabileceğine inanıyorlar. Hatta, Süpersicim Teorisi evrende farklı boyutların olabileceğini öngörüyor. Bu farklı yaklaşımlar evreni, doğanın temel kuvvetlerine ve bütün temel parçacıklarına hükmederler. 

  Bir boyutlu(sadece x ekseni)  bir cismin en iyi tarifi düz bir çizgidir ve fazla bir özelliğe sahip değildir. Buna ikinci bir boyut eklersek yani y eksenini (yükseklik) eklediğimizde 2 boyutlu (kare ,dikdörtgen) gibi bir şekil elde edersiniz. 3 boyut içinse z ekseni yani derinliğe ihtiyacınız vardır böylece nesneye boyut katarsınız. En mükemmel örnek olan küpü ele alırsak, en, boy ve yükseklik dolayısıyla hacim oluşur. Bu üç boyutun dışında yer alan 7 boyut ise doğrudan anlaşılamaz. Fakat evrendeki doğrudan etkisi ve gerçekliği algılanabilir.

 Bilim insanları dördüncü boyutun zaman olduğunu ve bilinen maddenin herhangi bir noktada tüm özelliklerine hükmettiğini düşünüyorlar. Üç boyut boyunca nesneler zamana göre evrende bir boyut oluştururlar. Daha derinlere inildikçe boyutların birbiriyle etkileşimleri  özellikle fizikçiler için oldukça alengirli konulardır. 

  Süpersicim Teorisine göre beşinci ve altıncı boyutlarda muhtemel evrenleri oluştuğu düşünülmektedir. Eğer beşinci boyuta doğru bakabilseydik, bizimkinden biraz farklı olabilecek yani bizimkinden benzerlikleri ve farklılıkların olabilecek muhtemel dünyalar görebilirdik. 

  Altıncı boyuta geldiğimizde muhtemel evrenlerin olduğu bir düzlem görebilirdik. Böylece bütün muhtemel boyutları kıyaslayabilir, bizimki gibi diğer evrenlerin başlangıç koşullarını(Büyük Patlama vb.)  görebilirdik. Teoride beşinci ve altıncı boyutlara hükmedebilirseniz zamanda geriye veya geleceğe yolculuk yapabilirsiniz. 

  Yedinci boyutta ise farklı başlangıç koşullarına sahip muhtemel dünyalara ulaşım olanağınız olabilir. Oysa beşinci ve altıncı boyutlarda başlangıç koşulları aynıyken,  sonraki hareketler farklıydı. Burada ise her şey zamanın en başından farklı gerçekleşiyor.

  Sekizinci boyuta geldiğimizde bu gibi her biri farklı başlangıç koşullarına sahip ve sonsuza kadar dallanan muhtemel evrenlerin muhtemel tarihsel düzlemine ulaşırdık. Bu nedenle bunlara sonsuzlar deniyor. 

  Dokuzuncu boyuta geldiğimizde ise, farklı fizik kanunları ve başlangıç koşullarına sahip  bütün muhtemel evren tarihlerini kıyaslayabilirdik. Onuncu ve son boyutta ise hayal edilebilir her şey muhtemeldir. Bunun ötesi ise biz ölümlüler tarafından hayal edilemiyor ve boyutlara ilişkin doğal bir limit oluşturuyor.

 İşte dört boyuta eklenen bu altı boyut algımızın dışında olsa da Sicim Teorisi için gereklidir. Normalde uzayda sadece dört boyutu algılayabilsek de diğer boyutların çok küçük bir yere sıkışmış olabileceği ya da bizim yaşadığımız dünyanın 3 boyutlu bir katman olarak bir tabakaya denk gelebileceği ve bildiğimiz tüm parçacıkların yerçekimiyle sınırlanmış olabileceği düşünülüyor. (Brane teorisi) Eğer ekstra boyutlar sıkıştırıldıysa diğer altı boyut Calabi–Yau manifoldu şeklinde olabilir. Algımızın çok ötesinde evrenin  çok başlarındaki oluşumu etkileyebilir. Bu nedenle bilim insanları evrenin başlangıcına teleskoplarını doğrultmuş durumdalar. Bu sayede diğer boyutların kainatın evrimini nasıl etkilediği anlaşılabilir. 

Her Şeyin Teorisi yani büyük birleştirme teorisinde evrenin 10 boyuta kadar olabileceğini düşünülerek parçacık fiziğindeki standart model ve yerçekimini varoluşu birleştirilmeye çalışılıyor. Kısacası bütün bilinen kuvvetlerin evrenimizle nasıl etkileştiği ve diğer muhtemel evrenlerin nasıl işlediği açıklanmaya çalışılıyor.


Kaynak : Gerçek Bilim 

Bu konuyu yazdır

  YÜZDEKİ ŞİFA NOKTALARINI ÖĞRENELİM
Yazar: EvrimBilge - 20-05-2016, Saat: 17:21 - Forum: SAĞLIK - Yorum Yok

maxresdefault.jpg


Uzak Doğu kökenli olan yüz refleksolojisi, vücudun belli bölgelerinde toplanmış enerjiyi çözüyor ve bedenin kendi kendisini iyileştirme gücünü harekete geçiriyor. Stres, migren ve fıtık gibi birçok rahatsızlıktan yüz refleksolojisiyle kurtulabilirsiniz.

Bu konuyu yazdır