Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 676 kullanıcı aktif » 0 Kayıtlı » 676 Ziyaretçi
|
Son Aktiviteler |
Nereden Başlamalıyım?
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: desdinova
07-04-2025, Saat: 11:03
» Yorumlar: 0
» Okunma: 270
|
Ayahuasca çayi hakkinda b...
Forum: ŞAMANİZM
Son Yorum: Gümüşkurt
29-12-2024, Saat: 23:19
» Yorumlar: 0
» Okunma: 367
|
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 797
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 719
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,580
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,968
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 26,209
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,347
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,595
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,880
|
|
|
YEDİ UYURLAR GİZEMİ |
Yazar: Spiritüeller - 14-04-2017, Saat: 17:19 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
 |
Hristiyan ve müslüman anlatıları içinde belki de en ilgi çekicisi Yedi Uyurlara ait olanıdır. Hikaye kendi içinde bir gizemi saklamaktadır. Kulağa hoş gelen bu anlatının arkasındaki gerçek neydi?
Hıristiyanlığın Roma Devleti içine iyice yayılmaya başladığı sıralarda yedi Romalı askerin başından geçen ve “Yedi Uyurlar-Seven Sleepers” olarak bilinen bir anlatı hem Hıristiyanlık ve hem de Müslümanlık inanışlarında ölümden sonra dirilişe örnek olarak anlatılmaktadır. İslam dininde “Eshab-ı Kehf – Mağara İnsanları” olarak bilinen bu efsaneden Kehf süresi söz etmektedir.
M.S. 67 yılında Efes kentine gelen İsa’nın havarilerinden Aziz Paulus, üç buçuk yıl burada Hıristiyanlığı yaymak için mücadele etmiştir. Önceleri Romalı yöneticiler bu dinin yayılmasına aldırış etmemişler ve kendileri için tehlikeli bulmamışlarsa da, gittikçe yaygınlaşması ve kitlelere mal olası Romalıları korkutmaya başlamıştır. 249 yılında başa geçen İmparator Decius, devletinin birliğini tehlikede görerek bu yeni dinin taraftarlarına karşı şiddet ve baskı devrini başlatacaktır. Öncelikle bu dini gizli bir örgütleme; devlet birliğini bozmaya yönelik bir suikast girişimi olarak kabul ederek yeni Hıristiyanları ağır bir biçimde cezalandırmak için elinden geleni yapmaya başladı. Artık Roma dininin gereklerinin yerine getirilip getirilmediği sık bir biçimde takip ediliyordu. Bu yükümlülüklerden kaçınanlar derhal cezalandırılıyorlardı. Roma mahkemeleri Hıristiyanları sorgusuz sualsiz yargılayarak mahkum ediyor, işkence uygulamalarına göz yumuluyordu. Bir yandan da Hıristiyanlıktan dönenler “liberlus” denilen bir resmi belge ile bazı ayrıcalıkla tanınarak ödüllendiriliyor ve teşvik ediliyordu.
İşte tam bu sırada Efes kentinde yaşayan altı genç artık dayanılmaz olan bu baskıdan kaçarak dağlara sığınmaya; dinlerinin gereğini olan ibadetlerini burada her türlü baskıdan uzakta gerçekleştirmeye karar verdiler. Bir Ağustos günü kentten gizlice ayrılarak yola koyuldular. Sığınacak bir yer aramaya başladılar. Tam bu sırada karşılarına bir çoban denk geldi. Çobana dertlerini anlattılar. Kendisi de Hıristiyan olmuş ve baskıdan bıkmış olan çoban “- Eğer beni de aranıza alırsanız, bildiğim bir mağara var sizi oraya götürürüm” dedi. Çobanın yanındaki Kıtmir imindeki köpek de gruba katılarak mağaraya doğru yürümeye başladılar. Ne kadar köpeği kovdularsa da, köpek bir türlü yanlarından ayrılmak istemedi. Böylece yanlarında köpek ile birlikte yedi genç mağaraya ulaştılar.

Mağarada uykuya daldılar. Böylece İmparatorun bir ferman ile ilan ettiği Putperest Kurban törenine katılmaktan kurtulmuşlardı. Ama Romalı askerler de bu arada boş durmayacaklardır. Her ihtimale karşı Hıristiyanlar törenden kaçmasınlar diye gördükleri her mağaranın ağzını taşlarla kapatacaklardır. Böylece uyur halde bulunan gençler ve köpek mağara içerisinde kapalı kalacaklardır.
Yedi Uyurların ne kadar süre ile mağarada uyur vaziyette kaldıkları bilinmemekle birlikte Kur’anın Kehf süresinin 25 nci ayetinde 309 sene olduğu söylenmektedir. Hıristiyan tradisyonları ise 200 sene uyuduklarını iddia etmektedir.
Bu süre içinde İmparator ölmüş, Hıristiyanlar üzerindeki baskı kalkmış, herkes yeni dini geliştirmenin yollarını armaya başlamıştır. Gençler bir sonbahar günü (27 Temmuz, 3 Ağustos veya 22 Ekim) uyanılar. Kur’anda mağara içinde geçen süre söyle anlatılmaktadır:
“Bakarsan onları uyanık sanırsın. Halbuki onlar uyumaktadırlar. Biz onları sağ ve sol tarafa çevirir ve döndürürüz. Köpekleri de iki kolunu kapı tarafına uzatmış vaziyettedir”
Ancak bu görünüş pek doğal olmamalıydı ki, Kur’an mağara içinde korkunç bir manzaranın yaşandığını şu şekilde anlatmaktadır:
“Eğer onların bu halini görseydin mutlaka onlara sırtını döner, kaçar; onların bu hallerinden dolayı için korku ile dolardı.”

En sonunda gençler uyanır ve birbirleriyle konuşmaya başlarlar: “ Ne kadar süre burada kaldık” der biri. Diğerleri “bir gün veya daha kısa bir süre” diye cevap verirler. Mağarada kısa bir süre kaldıklarına inana gençler iyice açıkmışlar ve kente inmekten de korkmaktadırlar. Aralarından birini; Yemliha’yı yiyecek alması için kente göndermeye karar verirler. Yemliha elinde üç yüz sene öncesinin parası ile olanlardan habersiz yola çıkar. Yola Hıristiyan hacıları görse bile uyku sersemi onlara kafasını vermez. Ancak kente girerken giriş kapısı üzerindeki haç figürünü görünce, bir gün içinde nasıl olur da bu kadar çok şeyin değişmiş olabileceğine oldukça şaşırır. Ancak kendi açlığı ve arkadaşlarının beklemesi sebebiyle pek inceleme yapmadan doğrudan bir fırına girerek elindeki parayı fırıncıya uzatarak ondan bir ekmek ister. Fırıncı artık tedavülden kalkmış gümüş sikkeye bir bakar “her halde bu adam hazine bulmuş olacak” diyerek etrafı birbirine katar. Hemen üzerinde İmparator Decius’un resminin bulunduğu parayı Romalı askerlere götürür. Polisler Yemliha’yı hazinenin yerini söylemesi için sıkıştırırlar. Yemliha olanlara anlam veremez. Başından geçenleri anlatır. İyice korkuya kapılmış olan genç “Beni İmparator Decius’a götürün, ona her şeyi anlatacağım” der. Çevresindeki şaşkın kalabalık Decius’un iki yüz yıl kadar önce öldüğünü söylerler. Yeni İmparator genci heyecanla karşılar, öyküsünü dinler. Yuhanna kilisesinden bir rahibi de beraberlerine alarak İmparator, Yemliha ve Efes halkı mağaraya giderler.
Bu noktadan sonra efsaneler değişik anlatımlarda bulunmaktadırlar. Birine göre, İmparator diğer gençleri ve köpeği bularak yanına alır, onları kutsayarak ölene kadar sarayında onlara bakar. Diğer bir efsaneye göre ise İmparator ve Yemliha mağaraya gelince; Yemliha önden içeriye girer; yanındakiler korkuya kapılarak giremezler, İmparatorun emretmesi üzerine girmek zorunda kalırlar ve yedi genci köpek ile birlikte uyur vaziyette görürler. Ruhları olmadan ve bedenleri bozulmadan uyuyan gençlere dokunmadan mağaranın yanında bir abide dikerler. Bir başka inanışa göre de, mağara içine girenler hiç bir şey bulamazlar. Yemliha da kaybolur.

Yedi Uyurlar efsanesinin bilindiği ve anlatıldığı her yerde mutlaka bir “Yedi Uyurlar Mağarası” bulunmakta ve buranın gerçek mağara olduğu iddia edilmektedir. İran’da Kiev’de, Fransa’da, İtalya’da, Hindistan’da ve daha bir çok değişik din gruplarının bulunduğu ülkelerde bulunduğu iddia edilen mağaraların en ünlüsü mutlak suretle hikayede adı geçen Efes’deki Panayır Dağı’nın güneyindeki mağaradır. Türkiye’de Afşin, Kahramanmaraş, Tarsus, Antalya ve Urfa’da gene bu efsane ile ilişkilendirilen mağaralar, bölge halklarınca gerçek “Eshab-ı Kehf Mağaraları” olarak kabul edilmektedirler. Yedi Uyurlara ilişkin inanış o kadar etkilidir ki, Çin’de Buddha Tapınağı olarak bilinen bazı mağaralar, burada bulunan Müslüman halk tarafından “Yedi Uyurlar Mağarası olarak sık sık ziyaret edilmektedir.
İslam inanışına göre öykünün kahramanları olan yedi gencin adları; aralarında en büyükleri ve sözcüleri Mekselima, diğrleri Yemliha, Mernuş, Saznuş, Debernuş, Meslina ve Kefeştatayyuş’tur. Hıristiyanlar arasında ise gençler Maximilianos, Iamvlichos, Martinianos, Dionysios, Antoninos, Constantinos and Exacustodianos olarak adlandırılmaktadır. Köpeğin ismi her iki dinde de Kıtmir olarak geçmektedir.
Yedi Uyurların hangi tarihte yaşadıkları tam olarak bilinmemekle birlikte çoğunlukla M.S. 250 yılında uykuya yattıkları kabul edilmektedir. Ancak bazı araştırmacılara göre efsane Hıristiyanlık dinin açığa çıkmasından çok önceleri de anlatılmaktadır. Hıristiyanlık dininin bu efsaneyi kendi bünyesine aldığı savunulmuştur. Bazı din alimlerine göre yedi genc İsa’nın tarih sahnesine çıkmasından çok önceleri uykuya daldığını, ancak Hıristiyanlığın yayılması sırasında bu dinin unsuru olan yediden dirilmeyi kanıtlamak için Tanrı tarafından ortaya çıkarılmışlardır.
Eshab-ı Kehf inanışına benzer daha bir çok inanış vardır. Bunlardan birine göre Havarilerden biri olayın geçeceği kente girmek istediği bir sırada, kapı nöbetçilere tarafından kendisine kapıda bulunan putlardan birine tapması söylenir. Bu teklif üzerin Havari kente girmekten vazgeçer ve civarda bulunan hamamlardan birinde çalışmaya başlar. Etrafına bir çok Hıristiyan toplanır. Bir gün İmparatorun oğlu yanında bir kadınla hamama girmek isteyince, Havari onun bu onursuz davranışını kınayarak kovar. Ama İmparatorun oğlu bir yolunu bularak hamama girecek ve yanındaki kadınla birlikte burada ölecektir. İmparator ölümü bu genç havariden bilir ve peşine öldürmek için adamlarını takar. Havari taraftarlarının bulunduğu bir çiftlik evine kaçar. Burada çiftçi de kendisine katılır. Çiftçi ve havari yanlarında bir köpek ile bir mağaraya saklanırlar. Burada uykuya dalan gençlerin üzerine Tanrı görünmez bir örtü çeker. Askerle mağarayı bulur ancak bir türlü içeri giymeyi başaramazlar. İçerdekileri öldürmek için mağaranın ağzını taşlarla örerler ve çekip giderler. Uzun seneler sonra kaybettiği kuzusunu arayan bir çoban mağarayı bulur girişteki taşları temizler ve içeri girdiğinde gençler uyanırlar. Acıktıkları için içlerinden birini ekmek almak için kente gönderirler. Gerisi bilinen hikaye…
Bir başka rivayete göre ise Eshab-ı Kehf Hıristiyanlığı kabul eden bir grup Romalıdır. Bir mağarada ibadet ederken uyuya kalmış ve yıllarca uyumuşlardır. Hıristiyanlar arasında ruh ve bedenin nasıl dirileceği konusunda şiddetli tartışmalar yaşandığı bir sırada, hükümdarları işin kötüye gideceğini anlayarak Tanrıya bu tartışmaları kesmek için bir örnek göstermesi konusunda yalvarır. Bunun üzerine Tanrı, Eshab-ı Kehf’i diriltecektir.
Bunun gibi daha bir çok anlatıyı derlemek mümkündür. Kuran’ın Bakara Suresinin 259 ncu ayetinde yüz sene eşeği ile çöken bir yapının altında kalan ve daha sonra dirilen bir adamdan bahsedilir. Eshab-ı Kehf’in nasıl olur da hiç bozulmadan üç yüz yıl mağarada kaldığı, olayın gerçek olup olmadığı tartışılmıştır.
Zaman içinde yolculuk yapmak artık bilim çevrelerinde de çok tartışılan konulardandır. Gençler mağara içinde manyetik bir çekimin etkisi ile uykuya dalmışlar ve zaman içinde bir sıçrama yapmış olmalıdırlar. Eskinin bir çok efsanesinde mağaraların bu çeşit yolculuklar için çok müsait yerler olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.
Heredot , İskit rahibi olan Zalmoxis’in yer altında üç yıl boyunca yaşadığını; müritlerinin ondan ümidi iyice kesip yas tutmaya başladıkları dördüncü sene ortaya çıktığını anlatmaktadır ( Tarih IV:95 ). Gılgameş destanında da güneşin hareketine bağlı olarak bir perde ile kapatılmış ağzı olan Meşu Dağından bahsedilir. Eski Hindu, Türk ve Moğol destanlarında mağara ve yer altlarında zamanın bir su gibi hızla aktığı kabul edilmektedir.
1382 yılında İsviçre’de bir kış mevsimi evinde uyuyan Olaf Bjornson ilkbaharda, tabiat uyanırken uyanmıştır. Kendisinin yıllar önce kaybolduğuna inanan insanlarla karşılaştığında Olaf önceleri olanlara bir alam verememiştir. Çevresindeki insanlardan evi ile birlikte sekiz yıl kadar önce gözden kaybolduğunu öğrenmiştir. Gene bir kış günü Olaf evi ile birlikte ortadan kaybolmuştur. Sekiz yıl son hiç ihtiyarlamadan yeniden uyanan Olaf çevresindeki insanların ilgi kaynağı olacaktır. Ev hiç bozulmamış, Olaf genç kalmıştır. Ancak bir gün sonra Olaf ölür ve olay da unutulur.
Almaya’da uykuya dalan bir başka çift Hans Schmidt ve 1723 yılında İngiltere’de Thomas Durst isimli kişiler uyandıklarında üç yıl gibi uzun bir zamanın geçmiş olduğunu görmüşlerdir.
Evliyaların da uzun süreler mağaralarda ibadete daldıkları, yıllarca yanlarına hiç yiyecek almadan dağlarda yaşadıkları anlatılır.
|
|
|
ŞAMAN ŞİFACILIĞI VE JUNG |
Yazar: Spiritüeller - 14-04-2017, Saat: 17:14 - Forum: ŞAMANİZM
- Yorum Yok
|
 |
Özel otların karışımından oluşan tütsünün dumanı ve kokusu etrafa yayılırken, davul sesinin eşliğinde trans halindeki Şaman kâh fısıldayarak kâh çığlık çığlığa bağırarak, ateşin önünde oturan kişiye sesleniyordu:
– İçindeki “siyah cüce” ruhu bastır, siyah cüce ruhu bastır, vur tepesine, güçsüz bırak, öldür onu. Yumruklarını sertleştir, vur yere yatır, karanlığın derin mağarasına kapat, ört kapısını taşlarla, kötü ruh çıkamasın dışarıya.
– “Beyaz kartal” ruhundan yardım al, beyaz kartal güçlüdür, senin içindedir, ona güven, onun yardımıyla kötü ruhu yenebilirsin.
– Bunları başarırsan, sonraki mücadelelerinde sana yardımcı olması için “mor tilkiyi” göklerden indirip senin içine yerleştireceğim. Mor tilkinin ruhsal güçleri hep yanında olacak.
Bu töreni ve içeriğini; “Avcı-toplayıcı toplumlarda, doğayla mücadele ederken karşılarına çeşitli hayvanlar çıkmış. İnsanın da içerisinde hayvanlar olduğu zannına kapılıp, oradan şifacılık üretmeye çalışmışlar. Her yerde, dağda, taşta, ağaçta, insanın içerisinde bol bol Tanrılar ve ruhlar olduğuna inanmışlar. Modern toplumun bilimi ve bakış açısıyla, ilkel ve çocukça. İlkel Şaman saçmalığı ve paganların hayvan odaklı şamanik törenleri işte” … Şeklinde değerlendiren önemli bir çoğunluk çıkacaktır… Peki, öyle mi gerçekten?
Anlattığımız hayali ritüelik tören sahnesini, günümüzün anahtarıyla açmaya ve incelemeye çalışalım:
– “siyah cüce”; şeytandır, cindir, karanlık yanımızdır, komplekslerimizdir, anlam veremediğimiz sıkıntılarımızdır, travmamızdır, ruhumuzun hastalıklı olan kısmıdır, negatif enerjidir.
– “beyaz kartal”; bize destek ve yardımcı olacak “iyilik meleğimizdir”, iyi yanımızdır, mücadeleci tarafımızdır, pozitif enerjimizdir.
– Vaat edilen kişiye özel “mor tilki” ise; bireyselleşmenin, artık “herhangi biri” olmaktan kurtulup “belirli, özel biri” olma ihtiyacını karşılamaktadır. Bu özel olma durumu, kişinin yaşamına bireysellikle birlikte anlam ve güç katacaktır. Böylece birey olmayı başarabilen kişi, ruhsal olarak iyileşecek veya iyileşme yoluna girecektir.
Şaman tarafından tedavi edilen kişiye; kendine güven, mücadele gücü, birey olma, pozitif enerjisini ön plana çıkarma telkinleri yapılmaktadır. Kişinin, bilinç dışını temsil eden ruhlar dünyasıyla bağlantı kurması sağlanmaya çalışılır. Şaman hastalarına; hastalıklara ya da ölüme karşı giriştikleri savaşta duygusal ve ruhsal olarak yalnız olmadıklarını gösterir. Şaman, derin bir düzeyde kendi özel güçlerini hastasıyla paylaşır (veya öyle hissettirir). Hastasını, başka bir insanın ona yardımcı olmak için kendisini feda etmeye hazır olduğuna ikna eder.
Şamanlıktaki ruhlar dünyası, yani içsel dünya; analitik psikolojide ortak(kolektif) bilinçdışıdır. C.G.Jung; “İnsanlığın temel sorunun bilinçdışıyla bağlantı kurmak, onu kabullenmek olduğunu” söyler. Ve nevroz dediğimiz şeyin yine temelde bu bağlantıdaki derin kopukluğa işaret ettiğini ısrarla vurgular.
Jung; en derin şifacılık kavramlarının Şamanlıkla pek çok ortak yönü olduğunu kavramıştır. Görünüşteki farklılıklarına rağmen hem şamanlığın hem de analitik psikolojinin; psişenin gelişmesi(bireyselleşmesi) ve şifa bulması üstüne odaklandığını anlamıştır. Jung’a göre şaman bir arketiptir. Bazı kişilerde ve yerlerde diğerlerinden daha çok kendini gösteren, fakat her zaman orada ve kullanılmaya hazır olan, insan psişesinin sürekli ve evrensel parçasıdır. Jung bu modeli bireyselleşmenin (gelişmenin içsel psişik sürecinin) bir yansıması ve şamanlığı da analitik psikolojinin mirasının bir parçası olarak görmektedir.

Şamanlıkla analitik psikoterapi arasındaki bir başka paralellik ise; her ikisinin de derin psişenin çift cinsiyetli olduğunu imgelemiş olmalarıdır. Analitik psikolojide anima erkeğin içindeki kadın imgesidir, animus ise kadının içindeki erkek imgesi. Hem anima hem de animus sadece imgeler olarak değil, aynı zamanda psişede özerk bir varoluşa sahip olan oluşlar (Karmaşalar) olarak düşünülür.
Şamanlığın anavatanının Sibirya olduğu düşünülmektedir. Şaman sözcüğü bir kuzey Sibirya kabilesi olan Tunguz’lardan gelmektedir ve son zamanlara dek orada şamanlık basit biçimleriyle uygulanmaktaydı. Bir yoruma göre: Sha=kadınlık, Man=Erkeklik, Şaman da kadınlıkla erkekliğin, aşkın birlikteliği olarak ta yorumlanır. Şaman kelimesi genellikle erkek uygulayıcı ile ilgilidir, şamanka kelimesi ise kadın şamanlar için kullanılır.
Bir klasik olan; “Şamanizm: Eski vecd teknikleri (1964)” adlı eserin yazarı Mircea Eliade bize Sibiryalı erkek şamanların törenlerde çoklukla bir kadının giysilerini ve tavırlarını takındıklarını hatırlatır. Japonya’da ve Çin’de kadın şamanlar bazen ruhsal kocalarıyla (ya da animus ile) evlenebiliyorlar. Bu törenler gizli bir bütünlüğün üstünü açmak için yerine getirilir. Sembolik olarak sadece kadınla erkeğin değil, maddeyle ruhun da içsel evliliğini temsil ederler (Eliade 1964).
Benzer şekilde analitik psikolojide de anima / animus daha derin psişeye, bütünlüğe giden geçidi temsil ederler.
Bu içsel evlilik, bir Navajo kum resminde çok güzel bir şekilde canlandırılmıştır. Törenlerde toprağa kum ile çizilen bu resimde; Baş taraflarından bir polen (en kutsal madde) çizgisiyle ve kuyruklarından da gökkuşağı ile birbirlerine bağlanmış olan Toprak Ana ve Gök Baba betimlenmektedir. Dışarıdaki doğanın makro evreniyle, içerideki psişenin mikro evreni arasındaki bağlantıyı simgeler. Bu sembolizma aynı zamanda üç kısma ayrılmış şaman evreninin bir tasviridir. Bizler Toprak Ana ile Gök Baba arasındaki orta dünyada yaşıyoruz. Toprak Ana’nın altında ölüler diyarı ve Gök Baba’nın üstünde ruhlar dünyası vardır.
Toprak ana’yla Gök Babanın kozmik evlilik imgesi; bir kadınla bir erkeğin dünyevi evliliğini sembolize etmektedir. Keza aynı zamanda Jung’un animayla(erkeğin dişil yanı) animusun (kadının eril yanı) içsel uyumu kavramını da çok güzel bir şekilde kapsamaktadır. Her seviyedeki bu birlik veya dualite, Jung psikolojisinin temel fikrini oluşturur. Toprak Ana’yla Gök Baba’ya bölünen, sonra tekrar ve tekrar kadınla erkeğin kucaklaşmasında birleşen ebedi tek evrendir bu. Hem şamanlıkta, hem de analitik psikolojide bu birleşme, içte ve dışta bir bütünlük, birlik durumunu temsil eder.
Kartal tüyleri ile kaplı Toltek’lerin yılanı Quetzalcoatl, maddi dünya ile manevi dünyanın, ayrıca içsel – manevi dünyadaki eril – dişil enerjilerin birleşiminin sembolüdür. Yılan sürünmeyi ve maddi dünyayı temsil eder. Kartal ise uçmayı, ruhu temsil eder. Dolayısıyla kartal tüyleri ile kaplı yılan sembolü; ruh ile maddenin birliğinin sembolüdür.
Şamanlık ve acı, sıkı bir şekilde birbiriyle bağlantılıdır. Şifa sürecinin oluşması için, hem şifacının hem de şifayı alanın, değişik bir bilinç durumuna ulaşması gerekir. Acı; bu bilinç durumlarına ve “öteki dünya”ya giden kapıyı açan anahtardır. Acı; acıyla farklı bir şekilde baş edebilen başka bilinç durumlarına –başka dünyalara- girmeyi öğretir. Şamanlar ve şamanlığa kabul törenleri bundan yararlanırlar.
Zayıf bir genelleme ile şamanın dünya görüşünün bileşik bir resmini çizmek mümkündür. Evren çok boyutludur, her boyutunda kendine uygun ruhsal hükümdarlar ve diğerlerinin ikamet ettiği göksel bir üst dünya ve ölü ruhlara ait bir alt dünya bulunur. Aynı zamanda temel yönetim veya bölge hükümdarları bulunur. Evrenin boyutları merkezi bir aks ile birleştirilmiştir, bu “axis mundi” (Yer’in ekseni) dir, ve sema merdiveni veya dünya ağacı olarak ortaya çıkar. Bu merkezi aks ile Şaman, evrenin tüm boyutlarına girmeyi başarır.
Arkeolojik ve etnolojik kanıtlar, Şamanik yöntemlerin en azından yirmi ya da otuz bin yaşında olduğunu bildirmektedir. Şamanik varsayımlar ve yöntemlerle ilgili dikkate değer şeylerden birisi, bunların Avustralya yerlileri yani Aborjinler, Kuzey ve Güney Amerika, Sibirya ve Orta Asya, doğu ve kuzey Avrupa ve güney Afrika’da dâhil olmak üzere dünyanın birbirinden ayrı ve uzak bölümlerinde olmasına rağmen, birbirine çok benzer olmasıdır.
Modern dünyada “büyücü doktor” olarak da adlandırılan Şamanlar, kendilerinin ve topluluklarının üyelerinin sağlığı ve esenliği için geliştirdikleri ve kuşaktan kuşağa devamını sağladıkları son derece olağanüstü kadim tekniklerin taşıyıcıları ve koruyucularıdır.
Günümüzde Şamanlığa olan ilgi yeniden artmaya başladı. Bunun nedeni; her zaman dış gerçekliğin en ince detayına bu denli odaklanmış olan modern zihne bir rahatlama getiriyor olmasıdır. Şamanlık zihni odaklamaz, Egoyu sıkı dış bağlarından kurtarır ve öz psişeyi kendi iç gerçekliğine inmesine yönlendirir. Bu deneyim, yeryüzünde rastlamadığımız, sadece efsanenin içsel psikolojik gerçekliğinde bulunan hayvan ve insan biçimleriyle dolu açık bir evrenin derinliğini, zenginliğini ve görüş açısını yeniden bize kazandırır.
Modern hastalıklarımızı tedavi etmek için, her biri parçalanmış özün sadece bir kısmına odaklanan üç çaresiz meslek gurubu çaba gösterir: beden üstünde tıp, zihin ve duygular üstünde psikoloji ve ruh üstünde de din.
Bir din olmayan, fakat bugün hala yaşayan şamanlık, ruhsal gerçekliğin doğrudan doğruya kişisel olarak algılanma modelidir. Deneyüstü boyut parçalanmış değil bütün olduğu için, bu algılama şekliyle kazanılan bilgi doğal olarak birbiriyle bağlantılıdır ve zihni, bedeni ve ruhu tek bir bütün olarak etkiler.
Demek ki otuz bin yıldan fazladır, Şamanlardan başlayarak aynı yerde mi dönüp dolaşıyoruz, yani “kendini tanı” söyleminin etrafında?
“Kendini tanıyınca” neler olacağını yine C.G.Jung’un görüşleriyle açıklayalım: ‘’Kendi kalbine bakamayanın yaşamı bulanıktır; kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler, gönlünün muradını keşfedenlerdir. Dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur, içeriye bakan uyanır, kendini keşfeder’’
Jung’un bir başka sözü ise, kendini tanıma yolculuğunda karşılaşılacak şeylerden bahsediyor: ‘Işıktan varlıklar olduğumuzu imgeleyerek değil, ancak içimizdeki karanlığı bilinçli hale getirerek aydınlanabiliriz.’
Demek ki, içimize baktık, kendimizi tanımaya başladık. İçimizdeki güzelliklerle birlikte, karanlık noktaların da bilincine varmaya başladık, daha derin “kendimizi tanı”ma yönünde yolculuk devam ediyor. Ee, sonra? Yine Jung’un bir sözüyle cevaplayalım:
“Bilinç ve bilinçdışı çekişmesini şöyle de betimleyebiliriz: Örs ve çekiç arasında ‘demir hasta’, kırılmaz bir bütün, bir birey durumuna gelir. Bireyleşme sürecinden anlaşılması gereken, kaba çizgileriyle budur. Bireyleşmeyi sağlamış kişi, kendi özgün kişiliğinin farkında olmasıyla ve bilinçdışını kabullenişiyle, tüm canlılarla, hatta inorganik madde ve evrenle olan kardeşliğini gerçekleştirmiştir. (Jung; Analitik Psikolojinin ana hatları s:97).
Kendimizi tanıdık ta ne mi oldu? Daha ne olsun, avazımız çıktığı kadar yüksek sesle bağırabiliriz; “Durun, yapmayın, doğaya ve birbirinize kıymayın; siz hepiniz kardeşsiniz”.
|
|
|
ŞEYTAN KAFATASLARINA NE OLDU? |
Yazar: Mutlakguc - 14-04-2017, Saat: 16:39 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
 |
1973 yılında yayınlanan Pursuit Dergisinin 6ncı sayısının 69-70 sayfalarında oldukça ilgi çekici bir haber yer almaktaydı.
Derginin haberine göre 1880 senesinde Amerikanın Pensilvanya eyaletinde bulunan Bradford Kasabası yakınlarındaki Sayre höyüğünde birden fazla boynuzlu insan kafası yüzeye çıkarılmıştı. Yapılan testlerde M.Ö. 1200 yıllarında gömüldüğü tespit edilen bu insanların tahmini 2 metre 10 cm boylarında oldukları tespit edildi. Dev vücut ölçüleri ve kafalarının üzerindeki yaklaşık 6-7 cm. uzunluğundaki boynuzlar dışında iskeletler oldukca doğal gözükmekteydi.
Kafatasları o zamanlarda Presbyterian Kilisesi tarih bölümünde Prof. A. B. Skinner ve American Investigating Museum’da çalışan Prof. W.K. Morehead tarafından detaylı olarak incelendi. Massechusetts’dek müzeye gönderilen kafatasları daha sonra buradan çalındığı iddia edilerek hiç bir zaman ortaya çıkarılmadı.
Ve böylece buluş sansasyonel bir şekilde ortadan kaldırıldı. Geriye sadece bir kaç satırlık dergi ve gazete haberi kaldı.
‘Şeytan ırkına ait kafatasları’ hala sır olarak kalmıştır.
|
|
|
ALTIN ORAN ( Fİ ) |
Yazar: Mutlakguc - 14-04-2017, Saat: 16:29 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
 |
Altın oran. Doğadan varlığını keşfettiğimiz ve matematik bir modele uydurduğumuz olgu. Ancak gerçekten güzelliğin sırrı mı, yoksa göz alışkanlığından gelen bir kabul mü tartışılır.
Altın oran, bir dönem sanata mimarlığa ve diğer pek çok alana etki etmiş biraz da doğadan esinlenerek oluşturulmuş bir kabul ediş ya da matematiksel bir çıkarımdır. Uzun süre bir gerçeklik olarak kabul edilse de günümüzde sorgulanan, belki de modası geçmiş bir kavramdır. Peki nedir Altın Oran?
İnsanoğlu oldukça kibirlidir. Kendisini evrenin merkezinde gibi görür. Oysa biraz açık görüşlü bakış açısından yaklaşıldığında insan, mükemmel olmaktan çok uzak, ancak bir o kadar da şaşırtıcıdır. Örneğin yaşam döngüsü evrene göre çok kısadır. Belki de sırf bu yüzden kendi yaşamı boyunca tüm insanlığı yok edecek felaketlerin yaklaşmakta olduğu gibi uydurma kehanetlere bayılır. Bazen bu konuda o kadar üretken olabilir ki gerçeği yanılgıdan ayırabilmek oldukça güç hale gelir. Bilim her konuda olduğu gibi burada da bize yolu gösterebilecek iyi bir araçtır. Aydınlanmak varken karanlık dehlizlerde kaybolmak akılcı olmaz. O nedenle her türlü bilgimizi değişmez değil, yanlışlanabilir olarak kabul etmeli ve ona göre yaşamalıyız.
Matematik bir bilim dalı değildir. Bilim dallarının sistematiğinde ve hesaplamalarında vazgeçilmezidir. Bilim dalları ve disiplinler gibi matematik de, kötü niyetli ellerde tehlikeli bir oyuncak haline getirilebilir. Düzenbaz falcıların sudan, kahve telvesinden ya da fasulyeden gelecek öngörüleri oluşturmaları gibi, matematik de, din kitaplarından şifreler, Nostradamus manzumelerinden kıyamet günü için tarih hesapları ortaya çıkartmakta kullanılabilir. Bir bıçağı ekmek kesmek için kullanabileceğiniz gibi insana saplamak için de kullanabilirsiniz. Bıçaktan çok, onu kullanın niyeti önemlidir. Altın Oran kavramı bu tür istismarlarda da kullanılabilecek bir konu mudur? Yoksa bilimsel bakış açısıyla ele alındığında anlamlı sonuçlara ulaşmamızda faydası var mıdır, gibi soruları aklımızın bir köşesinde tutmakta fayda var.
Fibonacci dizilimi ve Phi (Fi) sayısı Altın Oran ile matematiğin ilişkilendirilmesi olarak görülebilir.
Altın oran, 1 sayısına eklendiğinde kendi karesine eşit olan iki sayıdan biridir. Altın oran 1,618033…. olarak devam eden ondalık sayıdır. 1 sayısına eklendiğinde kendi karesine eşit olan diğer sayı da – 0,618033… olarak devam eden ondalık sayıdır.
Altın orana ilişkin matematik bilgisi ilk kez İ.Ö. 3. Yüzyılda Öklid’in Stoikheia (“Öğeler”) adlı yapıtında “aşıt ve ortalama oran” adıyla kayda geçirilmiştir. Esasen, eski Mısır’da İ.Ö. 3000 yılına kadar altın oranın izinin sürülebildiği dile getirilmektedir. Grek dünyasına da Pythagoras ve Pythagoras’cular tarafından tanıtıldığı ileri sürülür.
Altın orana, “göze hoş gelen oran” denilebilir. Ancak kime ve kimin gözüne göre? İşte o kısım biraz tartışmaya açık.
En basit şekli ile altın oran şöyle anlatılabilir. Kağıttan iki eş kare kesin. Bu karenin aynısını tam ortadan katlayıp, diğerinin yanına koyun. Şimdi de bir kare daha yapın daha önce yan yana koyduğunuz kare ve dikdörtgenin toplam en uzun kenarları yeni karenizin bir ölçüsü olsun. Bu döngüyü sonsuza ya da canınız sıkılana kadar devam ettirebilirsiniz. Gözünüze güzel görünüp görünmediği konusunda kararı siz verin.
Büyük sanatçılar bu özelliğe dikkat ederek eserlerini ortaya çıkartmışlardır. Bu bir zorlama düşünce midir? Belki evet. Örneğin Mona Lisa tablosunun boyunun enine oranı altın oranı verir. Mona Lisa’nın yüzünün etrafına bir dikdörtgen çizdiğinizde ortaya çıkan dörtkenar bir altın dikdörtgendir. Bu dikdörtgeni, göz hizasında çizeceğiniz bir çizgiyle ikiye ayırdığınızda yine bir altın oran elde edersiniz. Resmin boyutları da altın oran oluşturmaktadır. Belki de böylece bir standartlaştırma ortaya koyulmuştur. Biri çıkıp, “güzelliğin ölçüsü budur!” demiş ve herkes buna boyun eğmiş olamaz mı?
M.Ö. 500’lü yıllarda yaşamış matematikçi Pisagor (Pythagoras), altın oranla ilgili bakın ne demiş:
“Bir insanın tüm vücudu ile göbeğine kadar olan yüksekliğinin oranı, bir pentagramın uzun ve kısa kenarlarının oranı, bir dikdörtgenin uzun ve kısa kenarlarının oranı, hepsi aynıdır. Bunun sebebi nedir? Çünkü tüm parçanın büyük parçaya oranı, büyük parçanın küçük parçaya oranına eşittir.” (Eğer normal bir pentagonun AB kenarlarını içersine çizilecek bir pentagramın AC uzunluğu ile karşılaştırırsak uzunluğunu ϕ = (1 + √5)/2 = 2cos(Π/5) = 1.61803… olarak buluruz yani altın oran sayısı.)
Sanırım onun zamanında insanların hepsi heykel gibiydi. Günümüzde yaşayıp obezite illetine yakalanmış insanları görse belki de fikirlerinde biraz değişiklik olurdu.
Altın oranın gizeminin ne olduğunun cevabı, Fibonacci lakaplı İtalyan matematikçinin (belki de yeniden) bulduğu bir dizi sayıda gizlidir. Fibonacci sayıları olarak da adlandırılan bu sayıların özelliği, dizideki sayılardan her birinin, kendisinden önce gelen iki sayının toplamından oluşmasıdır.
Leonardo Pisano ya da takma adıyla “Fibonacci” Kimdir?
Orta çağın en büyük matematikçilerinden biri olarak kabul edilen Fibonacci İtalya’nın ünlü Pisa şehrinde doğmuştur. 1170 – 1240 yılları arasında yaşamıştır. Çocukluğu babasının çalıştığı Cezayir’de geçmiştir. Hint-Arap sayı sistemini de burada öğrenmiştir. İlk matematik eğitimini Müslüman-Arap bilim adamlarından almış ve İslam uygarlığının kitaplarını incelemiş ve bu konuda çalışmıştır. Yaklaşık olarak, 1200 yıllında bu seyahatinden döndü. 1202 yılına gelindiğinde, öğrendiklerini “abaküs kitabı” veya “hesaplama kitabı” anlamına gelen Liber Abaci (cebir kitabı) isimli eserinde topladı. Yayınladığı bu eserinde Hint-Arap Sayı Sistemi’ni Avrupa’ya duyurdu. Kitabında Arap rakamlarını ve bugün kullandığımız sayı sistemini Avrupa’ya tanıttı. Kitapta, temel matematik kurallarını birçok örnek vererek anlattı. Dönemi için Avrupa’da bilinmemekle birlikte bu kadim bilgilerin matematikte bir sıçrayış için başlatıcı etki yapmıştır. Avrupa unutulan bilgileri, Fibonacci sayesinde yeniden hatırlamıştır…
Fibonacci Sayıları: 0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987, 1597, 2584,…
Fibonacci dizisinde bir sayıyı kendinden önceki sayıya böldüğünüzde birbirine belirgin şekilde yakın sayılar çıkar. Serideki 13. sırada yer alan sayıdan (233) itibaren bu sayı sabitlenir.
ALTIN ORAN = 1,618
233 / 144 = 1,618
377 / 233 = 1,618
610 / 377 = 1,618
987 / 610 = 1,618
Altın Oran (golden ratio, the golden ve divine proportion olarak da bilinen golden section), Fibonacci sayılarına ait bir özelliktir. Sanatta, doğa da hatta yaşayan organizmalar da bile görünen bu ilgi çekici oran çoğu kişi tarafından yüce bir Yaratıcı’nın varlığının ispatı olarak görülür. Yaratıcının varlığının ispat edilmesinin gerekip gerekmediği tartışmasını konu dışı olması nedeniyle bir yana bırakıyorum.
Fibonacci diziliminin genel olarak anlamı: ”Dizideki bir sayıyı kendinden önceki sayıya böldüğünüzde birbirine çok yakın sayılar elde edersiniz. Hatta serideki 13. sırada yer alan sayıdan (233) sonra bu sayı sabitlenir. İşte bu sayı ‘altın oran’ olarak adlandırılır”
Bildiğimiz “Π” Pi sayısı gibi belli bir sıradan sonra yani 13. sıradan sonra sabitleşen Altın oran 1.61803398874989…’a eşittir. Yunan alfabesinden gelen “ϕ” PHi ile sembolize edilir.
İnsan bedeni
İnsan bedenine bağlı beş belirgin parça vardır. Bunlar iki kol iki bacak ve kafadır. Aynı zamanda kollar ve bacaklara bağlı el ve ayaklarda beşer tane parmak bulunmaktadır. Ayrıca yüzümüzde de dışarıya açılan 5 nokta bulunmaktadır. Bunlar iki göz iki burun deliği ve ağızdır. 5 sayısının da phi ile ilginç bir bağlantısı bulunmaktadır.
Buradaki 5 sayıları aşağıdaki şekilde bizi phi sayısına ulaştırır.
50.5 * .5 + .5 = Ø
İnsan İşaret Parmağı
Elinizin işaret parmağınızın şekline bir bakın. Eğer standartlar dışında bir yapısı yoksa parmağınızda da altın oranı bulabilirsiniz.
Şekilde işaret parmağınızın her bölümü bir öncekinden 1,618…( yani altın oranın değeri ) kadar büyüktür ve üstteki cetvele dikkat ederseniz her bölüm 2, 3, 5, 8 e yani ardışık fibonacci sayılarına karşılık gelmektedir. Şekilde pembe, yeşil, sarı ve mavi çizgiler altın oranı gösterir.
İnsan Yüzü
Mona Lisa resminde gördüğünüz gibi yüz bir altın dikdörtgenin içinde. Resmi incelerseniz başka altın oranlar da görebilirsiniz.
Üst çenedeki ön iki dişin enlerinin toplamının boylarına oranı altın oranı verir. İlk dişin genişliğinin merkezden ikinci dişe oranı da altın orana dayanır. Bunların bir dişçinin dikkate alabileceği ideal oranlar olduğu ileri sürülür. Belki de zaten doğadan ve evrimden kaynaklanan ve gözümüz alıştığı için güzel olarak algıladığımız bir görünümden ibarettir durum.
Mimari
Eski Yunan Uygarlığında da altın dikdörtgen birçok yapıda kullanılmıştır. Bunlardan biri de Atina’daki Partenon’dur. Partenon İ.Ö. 430 ve ya 440 yıllarında tanrıça Athena için yapılmıştır. Tapınağın orijinal planları elimizde olmasa da, tapınağın uzunluğu genişliğinin kök 5 katı olan bir dikdörtgen üzerine inşa edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca tapınakta daha başka altın dikdörtgenler de göze çarpmaktadır (altın dikdörtgen kenarları oranı altın oran olan dikdörtgenlerdir).
Altın oran sadece Yunanlılar tarafından kullanılmamıştır. Mısır’daki Keops piramidinde, Paris’in ünlü Notre Dame Katedralinde altın oranın izlerini görmek mümkündür.
Bitkiler
Ayçiçeğinde yer alan ayçekirdekleri saat yönünde 55 adet buna karşılık saat yönünün tersine 89 adet ayçekirdeği tanesi bulunur. 89/55=1.618 Sanırım artık sürpriz olmuyor.
Papatyalar da büyürlerken her dal Fibonacci serisine uyarak yükselmektedir.
Çam Kozalakları
Çam kozalaklarında saat yönünde 5 sıra varken ters yönde 8 sıra yer alır. 8/5=1.6 sayısını verir ki sanırım bu da phi sayısına oldukça yakın bir değer.
Nautilus Pompilius
Evrimin ilk aşamalarından beri değişmeden aynı büyüme şeklini izleyen kabuklu deniz hayvanlarının büyüme şekilleri ilgi çekicidir. Milyonlarca yıllık fosillerde de günümüzde de karşılaştığımız bu bildik şekil deniz kabuklarının büyümeleri altın oranı karşımıza çıkartır.
İşitme ve Denge Organı
İnsanın iç kulağında yer alan Salyangoz cisimciği ses titreşimlerini beyne aktaran bir sistemin parçasıdır. Bu ilginç organımız da, altın orana uyan salyangoz yapısındadır.
DNA
DNA molekülü tüm yaşamın programını taşımaktadır. Temelinde de altın oran bulunmaktadır. Her tam turunda 34 angstrom uzunluğunda ve 21 angstrom genişliğindeki çift heliks spiral yapısı ile tabi ki altın oranı bünyesinde bulundurmaktadır. 34/21= 1.619 sayısını bulmaktadır. Malum sayımız 1.618 yani phi sayısına ne kadar da yakın öyle değil mi?
Evren
Gezegenlerin birbirlerine olan uzaklıklarından tutun da, Satürn’ün halkalarına hatta evrenin kendi şekline kadar phi sayısı tekrar tekrar kendini gösterir.
Yeni buluşlar göstermiştir ki evrenin şekli bir dodecahedrondur (12 yüzü eşkenar beşgenlerden (pentagon) oluşan bir yapı ki bu da temelinde phi sayısı olan bir yapı olarak kendini gösterir.
Altın oran ile ilgili somut birtakım veriler ve ortaya çıkan gerçek durum söz konusudur. Yazı boyunca anlatılan örneklerde neredeyse baktığımız her yerde görme imkanımız bulunan altın oran için yapılabilecek bir yorum kaosun da bir düzeninin olabileceğidir.
Buna rağmen her güzel görünümlü geometrik şeklin illa altın oranlı olma şartı bulunmaz. Örneğin güncel panel televizyonların 16/9 oranlı şekli ve piksel sayılarının birbirine oranı yakın sayılsa da altın oranı vermez. 1,77 sayısını verir. Şöyle bir baktığımda bana gayet de güzel görünüyor. Yine sosyal medya siteleri resim gösterim oranları için genellikle kare şeklini seçiyor
|
|
|
10 MADDEYİ OKU HAYATIN DEĞİŞSİN |
Yazar: Mutlakguc - 14-04-2017, Saat: 16:13 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
 |
“Hayata Dair Küçük El Kitabı” binlerce küçük öneri getiriyor. Bunlardan bir kısmını açıklamaya çalıştım. Bu diziyi diğer önerilerle devam ettirmememin başlıca nedeni kendi hayatımızda önerilerden çok deneyimlerimizin akılda kalıcı olduğu. O nedenle deneyinlerinizen ders almayı unutmayın deyip son 10 öneriye geçiyorum…
İrademizi ve kendimizi kontrol etmek zordur. İnsanın kendisiyle vermesi gereken savaşın kazananı yine kendisi olur.
1- Sarhoşken kimseye görünme. Eğer madde bağımlısı olduysanız zaten bununla yaşamayı öğrenmişsinizdir. Bu durumda bu durumdan kurtulmak için kendi isteğiniz gereklidir. Buradaki kasıt arada sırada bu duruma düşenler ile ilgili. Hangi nedenle olursa olsun içerken ölçülü olmanız ve kendinizi kontrol edemeyecek kadar alkol almamanız gerekir. Az çok bu sınırı bilirsiniz. Biraz rahatlayıp, keyifleneyim derken ipin ucunu kaçırıyorsanız, yapmayın. Buradaki görünmemekten kasıt eve girip kendiniz kilit altına alıp, şişenin dibini görmek değildir. Sadece sarhoş olmayın ve sonucunda da böyle bir durumda kimseye görünmeyin şeklinde anlaşılmalıdır.
2- Sigaradan arınmış bir yaşama ve çalışma alanı yarat. Sigara içiyor da olsanız çevrenizdekilerin temiz hava soluma hakkına saygı göstermeniz gerektiğini unutmayın. Aslında ihtiyacınız da olmayan bu madde bağımlılıktan kurtulmak daha yüksek bir hayat kalitesiyle yaşamanıza yol açacağı için bu zararlı alışkanlıktan uzak durmak için elinizden geleni de yapın. Ancak işinizin hiç de kolay olmadığını belirteyim. Zararını en iyi bilen doktorlar bile kullanmaya devam ederken sizin bırakmak ve gerçekten ihtiyacınız olmayan bu maddeden uzak durmak için benliğinizdeki vahşi canlıyı da ikna etmeniz gerekiyor. Bu konuda profesyonel yardım almak işinizi kolaylaştırabilir.
3- Kimseye, yorgun ya da bunalımlı görünüyorsun deme. Olumlu bir hava yaymak istiyorsan öyle bile olsa karşındaki kimsenin görünümü ile olumsuz bir yorum yapma. Bunun iki nedeni var. 1. Kendini gerçekleştiren bir kehanet etkisi yapıp karşındakini daha da kötü hissettirebilir. “Neyin var, neden moralsizsin” gibi sorular; morali düzgün insanları bile bezdirip, gerçekten moralsiz bir duruma sokabilir. 2. karşındaki kişinin, taşmak için bir damla suya ihtiyacı olan bir bardak halinde olabileceğini unutma. Böyle bir durumda iyi bir dost, bardaktan bir fırt alır. Üzerine, göre göre su eklemez. Bir iki hoş beşten sonra kendi isterse derdini sana söyler zaten.
4- Kumar oynama. Kolay kazancı kim sevmez? Kumar kolay kazanç yöntemi değildir. Kolay kayıp yöntemidir. En basitinden, en karmaşığına kadar kumarda hep ya kasa, ya da başkaları kazanacaktır. Elindeki küçük birikimi bu şekilde harcamak yerine daha iyi değerlendirebilmek ve binlerce yol bulmak için sadece daha iyi düşünmek yeterlidir.
5- Zor bir sorunla karşı karşıya kaldığında “bunu başarmamak imkansız” de. Moby Dick avına çıksan bile yanında balık sosu götür. Her şeyin nasıl gerçekleştirilemeyeceğini düşünüp yapmamak yerine, bir işin gerçekleştirilebilmesi için gereken yöntemleri bulmaya çalışmak daha yapıcı ve sonuç odaklı olacaktır. Bir işe başlarken iyimser olmak da, morali yüksek tutmak da iyi motivasyon sağlar. İnsanın bir işi başarmakta önündeki en önemli engel yine kendisidir. Bu nedenle başarmak üzere yola çıkmak en iyisidir.
6- Formda ol ve öyle kal. İnsan vücudu kolayca tembelliğe alışır ve çalışmasını yavaşlatır. Bu durumda alınan kaloriler daha çok depolanır. Az hareket etmek, vücudun sağlıksızlaşmasını kolaylaştırır. İhtiyacınız olduğunda gerekli gücü kullanamazsanız bir süre sonra daha da güçsüzleşirsiniz, çünkü kaslarınız kullanılmamaları halinde azalırlar. Günlük egzersiz yapmak, metabolizmanızı hızlandırır, kaslarınızı güçlendirir. Hareketsiz kalmayın.
7- Can sıkıntısını egzersiz yaparak dağıt. Normal şartlarda kafanızda halledemediğiniz sorunlardan egzersiz yaparak uzaklaşabilirsiniz. Sorunlardan kısa süreli olarak uzaklaştığınızda hele bir de spor yapıyorsanız. Kimi zaman çözümü birden bire bulabildiğinizi göreceksiniz.
8- Tasa yastığı sertleştirir. Seni rahatsız eden konular varsa, gece yatmadan önce, ertesi gün sorunu çözmene yardımcı olabilecek 3 konu not et. Böylece uyumak için geçecek o değerli sürede kafanızda birşeyler olmadan rahatlar ve dinlenebilirsiniz. Uyurken günlük sorunlarınızı çözemezsiniz. Ancak sorunları uykuda çözmeye çalışıp, uykusuz kalırsanız günlük sorunları çözmek için ihtiyacınız olan kuvvete ve düşünce gücüne ulaşamazsınız. Uyku bozuklukları tedavi edilmezse başka sorunlara yolaçabilir. Kendi başınıza çözemezseniz yardım alın.
9- İç huzurun için, değerlerinle çelişmeyen kararlar al. İnsan doğduğu andan itibaren değerler bütünüyle yoğrulur. Genellikle aileniz ve çevreniz sizin iyi bir birey olabilmeniz için çabalar. Edindiğiniz bu değerlere aykırı kararlar almanız halinde huzurunuz bozulabilir. Özetle iyi olmayan kararlar almayın ve bu nedenle de iç huzurunuzu kaybetmeyin.
10- Amaçsız bir yaşamdan sakın. İnsan yapısı gereği bir hedefi olduğunda yaşamdan daha çok keyif alır. Çünkü gerçekleştirmesi gereken şeyler vardır. Bu nedenle yoğun bir işiniz de olsa başka küçük hedefler belirlemek ve hobiler edinmek insanın kendini gerçekleştirme kapasitesini de artırır. Bu nedenle Emekliliğinizde de uğraşabileceğiniz hobiler edinmek iyi bir fikirdir. Yapacak bir şeyleri olmayan insanların genellikle yaşamak için bir nedenleri de kalmaz.
|
|
|
Reenkarnasyon Gerçeği ve Tanrı’nın Tekerrürü |
Yazar: Emka - 12-04-2017, Saat: 14:19 - Forum: Reenkarnasyon
- Yorum Yok
|
 |
Gelin biraz farklı açılardan, bize bugüne kadar anlatılanlardan, öğretilenlerden ve inandıklarımızdan bir anlığına çıkarak bir yolculuk yapalım.
Hani deniyor ya; bir kar tanesi diğer bir kar tanesine benzemez ve asla aynı olmaz. Bunu Tanrı’nın yaratımının sonsuzluğuyla benzeştirecek olursak; bu onun hiçbir varlığa benzemezliğinden ve dolayısıyla onun sıfatlarındandır diyebiliriz. Bu bakış açısıyla da defalarca dünyaya gelmemiz kendimizin benzeyen versiyonlarıyla gerçekleşecekse elbette buna gerek yoktur ve bir kere dünyaya gelindiğinde, tekrar tekrar dünyaya aynı varlığın gelmesine de Tanrı’nın ihtiyacı yoktur.
Hal böyleyken her gelen varlık, kendi potansiyellerini kullanmak üzere bir kere dünyaya geliyor diyelim, ama gelin biz şimdi burayı birlikte biraz genişletelim.
O zaman nedir bu reenkarnasyon ve gerçekten var mıdır?
Sonsuzluğu anlayabilmek adına yaşanılan tüm deneyimler, iç içe geçmiş evrenlerde, kendini daha da genişletmek adına bunu tekrar olarak yapmazlar. Sürekliliğinin devamı için her düşünce, çok boyutlu olarak form almak zorundadır. Bu yine tekrar değildir. Kendini tekrar olarak gösteren, formsuz olanın, kendini değişik versiyonlarıyla deneyimlemesidir ve her deneyim onun tekamül etmesi için zorunludur. Buna kısaca reenkarnasyon diyebiliriz. Kaybın ve kazancın olmadığı dünyada yaşamak için ölüm gerçekten bir zorunluluk olarak dayatılıyorsa, bakmamız gereken tam da burasıdır. Oynanan ve tekrar eden döngüler, yeniden doğumun, yeniden başlangıcın da sembolü olabilir mi?
“Cilt hücreleriniz ayda bir kez ölmek zorundadır. Mide hücreleriniz her 5 günde bir ölür. Bağışıklık hücreleriniz, örneğin, kan hücreleriniz her 120 günde bir gibi kısa sürede ölür ama bakterilere nasıl saldıracaklarını da hatırlarlar. Ve aslında her bağışıklık hücresi o hastalık mikrobuna bakar ve der ki; ben bu elemanla bu deneyimi daha önce yaşadım mı? Ben yaşamadım, ama dedem onun hakkında ne düşünüyordu? Çünkü önceki hücrenin hafızası, yeni hücrenin hafızasında yeniden dönüşüp kullanılabilir olmuştur. DNA evrim hafızasının belleğidir. Ama DNA’nın maddesi her 6 haftada bir oluşur ve yok olur. Böylece döngüsel olarak yaşam bulan şey bir HAFIZA MATRİSİDİR Kİ; bu benim kendi derin bilinçlilik kavrayışımla, beyinde değildir ya da bedeninizde değildir. Bir yerde yerleşik değildir, bilinçliliktedir ki, bilinçlilik, zaman ve mekanda bir yere sahip değildir. Yani bizler, bilinçlilik halinin yeniden yaşam buluşuyuz. Eğer bunu anlayabilirsek, ölüm ve yeniden doğum gerçek anlamda YARATICILIK’TIR. Daima yeni içeriği, yeni anlamları, yeni ilişkiler yaratıyor. Reenkarnasyon sözcüğünü kullanmaktan çekiniyorum dini ideolojide kayboluyoruz o zaman.”
Bu noktadan hareket ederek bunu kendi konumuzla ilişkilendirecek olursak, Tanrısal tekerrürün asıl amacı; düşük bilincin, kendini deneyimler aracılığıyla tekrar ede ede, üst bilince tekamül etmek için oynadığı oyunun tamamlanması olabilir mi? Bu konuda gelin Deepak Chopra’nın sözleriyle devam edelim: Aksi takdirde yazının en başında verdiğimiz kar örneği yerine, sanal tekerrür ya da reenkarnasyon illüzyonuyla karşılaşırız ve kendini tekrar eden, ama tekamül etmeyen varlıklar halinde kalmaya devam ederiz.
O zaman tekerrür bir gereklilik midir? Evet.
Çünkü öz herhangi bir deneyime geçtiğinde, tüm versiyonlarını an bilincinde, aynı anda deneyimler ve kendini bu şekilde bilmeye başlar. Tekrarlanmış gibi duran deneyim, aslında bu anlamıyla aynı değildir; zira bütünselliği tüm versiyonlarıyla bildiğinde yine formsuz alana geri dönerek, başlangıcı ve sonu olmayan, ilahi olana, kaynağa yani özüne kavuşmuş olur.
Özet olarak; ilahi olan bilincin tekerrür etmesi; kendi eşsiz biricikliğini sonsuz boyutlarda ifade etmesidir. Tanrısal bilinç açıldığında, reenkarnasyon ya da yaşamlar kendini tekrar etmez; zira “O” olduğunun bilincinin hatırlaması gerçekleşmiştir.
Diğer bir deyimle; “Tanrı kendini hatırlamıştır.” Bu elbette yeni bir başlangıç için formsuz olanın, yeni bir forma bürünmesinin aşkınlığıdır. Oyun şimdi yeniden, ama yeni bir biliş olarak başlıyor desek mi acaba?
“Kendini bilmek için ne yaptın?”
“Sordum.”
“Sorunca bildin mi?”
“Hep aynı cevap geldi.”
“Ne dedi?”
“Genişle!”
“Nereye genişledin?”
“Diğer ben’lerime.”
“Sen cevaplardan yeni soru sordun mu?”
“Evet.”
“Kimsin sen?”
“…”
“Her gelen yeni cevap yeni bir ben oldu.”
“Kimmiş bu yeni ben?”
“Tüm tekrarlardan, tekrarsız olana giden.”
“Giden ve gelen kim?”
“Ben O Ben Olanım.”
“Kim dedi bunu?”
“Tüm paralel veçhelerimden kendini Ben Benim’imle ifade eden.”
“Kimsin sen?”
Deepak Chopra
|
|
|
Ellerinizin Beyninize Karşı Geldiği Acayip Hastalık: Yabancı El Sendromu |
Yazar: Spiritüeller - 11-04-2017, Saat: 18:32 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
 |
Ellerinizin size karşı geldiğini bir düşünsenize? Bu hastalığa sahip kişiler kendine zarar verebiliyor ve bu kişilerin toplum içinde yaşamaları da bir hayli zorlaşıyor. Beynin çalışma sistemi ile ilgili olan bir hastalık: Yabancı El Sendromu.
beynin çalışması, gelen sinyallerin uyumuyla sağlanır. sağ yarım küre vücudun sol yanı ile ilgili şeyleri kontrol ederken sol yarım küre sağ tarafla ilgili şeyleri kontrol eder. bu kontrol çeşitli bağlantılar sayesinde uyum içerisinde sağlanır. beynin sağ ve sol yarım küresini birbirine bağlayan ve bu sinyallerin geçtiği yolları barındıran corpus callosum denen bir yapı var.
Bu yapı beyinde, aşağıda pembe olarak gösterilmiş yerdedir. Hastalık bu bölümün hasarlanması sonucu oluşuyor.
yabancı el sendromu, anarşist el sendromu, gavurların deyimiyle alien hand syndrome işte bu yapının hasarlanmasına bağlı görülen çok garip bir hastalık. kişi vücudunun bir tarafını özellikle de bir elini istediği gibi yönlendiremiyor(ki bu el genellikle sol el oluyor). ve hatta el bağımsızlığını ilan etmişçesine kontrol dışı hareketler yapabiliyor.
kişi uykudayken sol el kendini boğmaya çalışıyor mesela. korku filmi sahnesi gibi ama değil işte. bir el gömleğin düğmelerini iliklerken ötekisi buna karşı çıkıp iliklenmiş düğmeleri açıyor. bağımsız el kişinin istemi dışında bir objeye odaklanıp ani hareketle onu yakalayabiliyor. arabayla giderken sağa dönülmesi gereken bir yerde sol el devreye girip bir anda direksiyonu sola döndürebiliyor. kişi gazete okurken bir eliyle sayfayı çeviriyor, hoop öteki el yeniden bir önceki sayfayı açıyor. yanınızdaki bir insana aniden istemsizce tokadı bastığınızı düşünün mesela. ne diyeceksin ki adama. benim bir hastalığım var elimi kontrol edemiyorum falan.
bu hastalara yapılmış çeşitli testler var. bir tanesi çok ilginç. kişiden sol eliyle sol kulağını tutması isteniyor. kişi yapamıyor. ''yaptığımı düşünüyorum ama yapmamış oluyorum.'' diye ifade ediyor kendisini. ilginç olan noktaysa aynı şeyi sağ eliyle yapması istendiğinde tam sağ el kulağa gidecekken sol el ondan hızlı davranıp kulağı tutuyor. rekabetçi pezevenk. başka bir deneyde kişinin sağ gözü kapalıyken pornografik içerik gösteriyorlar. kişi kızarıyor, utanıyor, bi hareketlenme oluyor. sorduklarında, nedenini bilmediğini söylüyor. sol eline hissedebileceği üç boyutlu bir rakam verip sağ eliyle bunu yazmasını istiyorlar. kişi sol eliyle tanımlayıp sağ tarafa atamadığı için bu bilgiyi yanlış rakam yazıyor. çeşitli vaka örnekleri ve hastalar da şurda mevcut.
|
|
|
WOOLPİT VE BAJOSUN YEŞİL ÇOCUKLARI |
Yazar: Archilles - 11-04-2017, Saat: 15:14 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
 |
Zaman zaman karanlığın içinden bu dünyaya ait olmadığı düşünülen insanlar gelir ve bir sır olarak yaşayıp sır olarak da ortadan kaybolurlar. Bu insanlar içinde en ünlüleri şüphesiz Yeşil Tenli Çocuklardır.
1883 senesinde İspanya’nın Banjos kasabası yakınında iki küçük çocuk bulunacaktır. Bunlar ne kaybolmuş ve ne de aileleri tarafından terk edilmiş çocuklar değildiler. Çocuklar tarlada gündelikçi olarak çalışan işçiler tarafından korku içinde ağlarlarken bulunmuşlardı. Sesleri duyan işçiler çevreyi araştırmışlar ve bir mağaranın hemen ağzınada birbire sarılmış korku içinde ağlayan iki küçük çocuğu görmüşlerdi.Dilleri İspanyolca olmadığı için anlaşılamamaktaydı. En ilginçi elbiseleri garip bir metalden yapılmıştı…
Çocuklardan biri kız diğeri erkekti ve her ikisinin de rengi yeşilin değişik bir tonuydu. Çocuklar bakılmak için kasabaya getirildiyse de erkek olanı hiç bir şey yemediğinden bir süre sonra öldü. Kız çocuğu hayatta kaldı ve kendisini kurtaran İspanyol köylüleri ile birlikte yaşamaya başladı. Onların dilini öğrenince güneşi olmayan, devamlı karanlığın hüküm sürdüğü bir yerden geldiklerini söyledi. Nasıl geldikleri sorulduğunda; büyük bir patlama duyduklarını, “bir şey” tarafından fırlatıldıklarını ve kendilerini mağaranın önünde bulduklarını anlatıyordu.
Yukarıda anlatılan olayın neredeyse aynısı 12 yüzyılda yaşamış olan İngiliz tarihçi Newburgh’lu William’ın vakarüsnamelerinde de anlatılmaktadır. Bu kez yer İspanya değil İngiltere’nin küçük bir kasabası olan Woolpit’tir;

1100 yıllarında Kral Stephen zamanında (1135-54) bu küçük kasaba yakınlarında iki küçük yeşil çocuk bulunmuştur. Rahip Newburgh’lu William kayıtlarına olayı şöyle geçirmiştir: “Hiç kimse dillerini anlamıyordu. Kasabanın yargıcı olan Sir Richard de Calne’nin evine götürüldüklerini de her iki de çaresizlik içinde ağlıyorlardı. Önlerine konulan ekmek ve diğer yiyeceklerin hiç birine dokunmadılar. Daha sonra kız çocuğunun anlattığına göre bu sırada neredeyse ölecek kadar açtılar. Biraz ileride bulunan baklaların için açarak yediler. Bunun üzerine yanlarına yeni baklalar getirildi ve içleri verildi. Bunları büyük bir iştahla yediler. Bundan sonra başka da bir şey yemediler. Erkek çocuğu oldukça uyuşuk duruyor ve devamlı tedirgin davranıyordu, zaten bir süre sonra da ölmüştür. Kız çocuğunun sağlığı gittikçe iyileşecektir. Türlü yiyecekler yemeye başlayacak, zamanla derisi yeşil rengini kaybedecektir“. Kız İngilizceyi öğrendi ve nereden geldikleri sorulduğunda; tüm yaşayanlarının yeşil tenli olduğu güneşi olmayan bir yeri tarif etti. Büyük bir mağara içinde gezerlerken, erkek çocuk ile birlikte kalabalıktan ayrıldıklarını, kaybolduklarını güneşini gözlerini alan aydınlığını gördükleri yere yöneldiklerini ve böylece mağaradan dışarı çıktıklarını anlattı. William’ın kayıtlarına göre kız geldikleri yerin Aziz Martin ülkesi olduğunu ve orada herkesin hıristiyan olduğunu söylediğini yazmaktadır.
Heyecanlı bazı yazarlara göre bu çocuklar uzaydan veya yer altı medeniyetlerinden gelmişlerdir. Şüphecilere göre bunlar yolunu kaybetmiş yakındaki kasaba olan Fordham St.Martin’li çocuklardı. Açlıktan renkleri yeşile dönmüştü.
Saklı Site’nin görüşü: Bize göre her iki olay aynıdır. Banjos’ta geçtiği anlatılan olay aslında Woolpit’teki olayın bir kaç yüzyıl sonraki versiyonudur. O tarihlerde bölgede arsenik yatakları vardır ve bunların işlenmesi konusunda çok fazla bir bilgi yoktur. Arsenikten zehirlenerek akli dengelerini kaybeden ve yolunu şaşırmış komşu kasaba çocukları hurafelere pek düşkün olan İngiliz köylüleri tarafından bulunmuş olmalıdır. Yeşil renkli deri, halsizlik, iştahsızlık arsenik zehirlemesinin karakteristik özelliğidir. Nitekim öykünün sonunda yeşil tenli kız normal insan davranışlarına geri döner, hatta evlenir ve çocuk sahibi olur.
|
|
|
DÜNYA'NIN BAŞINDAKİ YENİ BELA : CUPAKABRA |
Yazar: Archilles - 11-04-2017, Saat: 15:09 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
 |
Yaklaşık 15 yıldır Güney Amerika’ye dehşete düşüren bu yaratık Batılı Bilim Adamları için sadece bir efsane… Oysa bölge halkı için gerçek bir bela olan bu garip yaratığın hiç şakası yok. saldırı sayısı ve tanık o kadar çok ki oralarda bir yerde hakikaten bir şeyler dönüyor olmalı..
Chupacabra efsanesi ilk olarak 1995 yılında Puerto Rica dağlarında duyuldu. Canovanas civarında garip bir yaratık çiftlik hayvanlarının kanını içerek onları öldürmeye başladı. Bulunan hayvanların cesetleri üzerinde kanın çekildiği küçük bir veya birkaç delik bulunmaktaydı. Hayvan cesetlerini inceleyen bir yerel veteriner “Yaralar kamış çubuk girecek kadar ve 8-10 cm kadar derine inmekteydi” diye açıklama yapmıştır. 1995 yılında başlayan esrarengiz katliamlar daha sonraki senelerde de artan oranda sürecektir. Chupacabra’nın saldırısına uğrayan bir kadın, onu koyu kırmızı gözlü, sivri dişli kanguru benzeri bir yaratık olarak tanımlamış tır. Canovanaslı bir başka tanık ise yaratığı “60-70 cm. boyunda dinozorunkine benzer derili, tavuk yumurtası büyüklüğün de kırmızı gözleri olan, uzun sivri dişli ve sivri çeneli geri doğru yatan kafası olan” bir yaratık olarak tarif etmiştir. Evcil keçilere musallat olduğu için ona Keçiboğan adı verilmiştir

Kasım 1997 senesi içerisinde Puerto Rica’dan yeni Keçiboğan raporları gelmeye başlamıştır. Luis Guadalupe gördüğü yaratık için “çirkin bir şeytan gibiydi,havada uçuyordu” kelimelerini kullanmıştır. “Bir yılanınkini anımsatır uzun bir dili vardı” demektedir.
Pekiyi bu yaratık neyin nesidir? Bazılarına göre kurttur, bazılarına göre vampir kimine göre ise şeytan veya uzaylı yaratıklardır. Puerto Rico uzun zamanlar Uçan Dairelere ev sahipliği yapmıştır. Amerikan hükümetinin burada bir askeri üs kurduğu ve üsten esrarengiz gemilerin havalandığı anlatılır.
Chupacabra’nın görülmesiyle birlikte, şeytanla ilgili efsanelerde bahsi geçen yoğun bir kükürt kokusu etrafı kapladığı söylenmektedir. Tanık Madelyne Tolentino kanguru gibi zıplayan hayvanı gördüğünde, sülfür kokusu aldığını anlatmaktadır. Bazı olaylarda inanılmaz bir güç gösterdiği bilinmektedir. Bir olayda yaratık 3,5×4 metre ebadındaki bir demir kapının menteşelerini attırmıştır. Bir dedikoduya göre ise yaratık çıkardığı koku sayesinde avının hareketsiz kalmasını sağlamaktadır. Böylece onun kanını daha rahat içebilmektedir. Yaratık sadece çiftlik hayvanlarına değil insanlara da saldırmaktadır. Jalisco’da oturan Angel Pulido “büyücü gibi dev bir yarasa tarafından” ısırıldığını bildirmiştir. Ayrıca Meksika’dan Teodora Reyes, Chupacabra’ya ait olduğunu iddia ettiği toprak üzerinde pençe izleri tespit etmiştir.
Bu tür kan içme ve vampir olayları Puerto Rico ve Meksiko halkını oldukça korkutmaktadır. Chupacabra’nın gün ışığında mağara veya toprak altında saklanıyor olma ihtimali halkı tedirgin etmektedir. Ne yazık ki, Puerto Rico bir çoğunun içerisine hala girilememiş millerce uzunlukta mağara sistemleriyle örülüdür. Bu da bir Chupacabra avının yapılması imkanını ortadan kaldırmaktadır. Puerto Rico’da yaratığı aramaya oldukça gönüllü biri vardır. Canovanas Belediye Başkanı: Jose Soto. Başkanın 30 cm uzunlukta bir hac ile silahlanarak kendini korumaya aldığı söylencesi yaygındır. Tüm bunlar oldukça komik gibi görülse bile Puerto Rico halkının olay karşısında duyduğu korkunun neticesi olduğu açıktır.
Meksika ve Amerika Birleşik Devletleri’de Durum Ne Alemde
Amerika’daki olaylar Meksika’daki olaylarla inanılamayacak kadar benzer özellikler göstermektedir. İlk gelen rapora göre Arizona, Tuscon’da Billy Nubian’ın iki keçisine gece yarısı bir yaratık tarafından saldırılmıştır. Billy yaratığın büyük bir fare gibi olduğunu, projektör ışığını üzerine çevirdiğinde insan gibi bir çığlık atarak oradan uzaklaştığını söylemiştir. Kaliforniya, Teksas, Baya Kaliforniya ve Miami’den benzeri Chupacabra raporları alınmaktadır. Baya Kaliforniya’da boğazında iki delik bulunan hayvan cesetleri bulunmuştur. Gelen raporlar göre bir köpek ölüsü bulunmuştur. Miami’de bir gecede tam 69 adet çiftlik hayvanı katledilmiştir. Hayvanlar Sweetwater bölgesinde yaşayan iki çiftliğe aittir ve sahipleri bu işi Chupacabra’nın yaptığına inandıklarını televizyonda açıklamışlardır.
Panama’da, Daisy Arauz evin köpeğinin Chupacabra tarafından katledildiğini açıklamıştır. Tüm ülkede boğazında delikler bulunan hayvan ölüleri rapor edilmiştir. Elizabeth Seavedra gece yarısı bir Chupacabra’nın saldırısına maruz kaldığını iddia etmektedir
Brezilya
Brezilya’da oldukça kuvvetli Chupacabra olayları olmaktadır. 29 Haziran 1997 yılında Brezilya televizyonunda Chupacabra ile ilgili bir program yapılmıştır. Brezilya’da bir çok Keçiboğan olayına değinilmiş, hatta birinin ölü ele geçtiği haber konusu edilmiştir. İki adam geceleyin balık avlarken gölden bir yaratığın çıktığını görmüşler. Ne olduğunu anlayamamışlar ve üzerine ateş etmişlerdir. Ertesi sabah Chupacabra’nın ölüsünü bulmuşlardır. Hayvanın kafasını koparmışlar ve saklamışlardır. Programda tanıklar kafayı halka göstermişlerse de, hayvanın diğer kısımlarını ve kemiklerinin tahlil için verilmesini reddetmişlerdir.
|
|
|
AYDINLIK VE KARANLIK GÜÇLER |
Yazar: Archilles - 11-04-2017, Saat: 14:37 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
 |
Antik Mısır Sırlan'nı konu edindiğimiz bu kitabımızda Mısır'da yetişen inisiyelerden de örnekler vermek zaten gerekliydi ve biz de öyle yaptık. Ancak Mısır İnisiyeleri ile ilgili bir bölüm yapmamızın bir diğer nedeni de, bu inisiyatik bilgilerin dünya üzerinde ne denli zorluklarla karşılaşmış olduğunu bir kez daha sizlere hatırlatmak içindi...
Mısır'da yetişen inisiyeler kuşkusuz ki verdiğimiz bu üç örnekle kısıtlı değildir. Bu kişiler, sadece birer örnek olması bakmımından ele alınmalıdır... Bu birkaç örneğimizden de çok kolaylıkla anlaşılacağı gibi inisiyasyona ait bilgiler, Tufan sonrasında birtakım güçler tarafından her çağda büyük bir baskıya manız kalmıştır. Bu baskılar ilk olarak Mısır'daki İskenderiye Kitaplığı'nın yakılışı ve Mısırlı rahiplerin katledilmesi ile kendisini göstermiş, sonra da bu merkezlerde yetişen kişiler gittikleri ülkelerinde büyük baskılara maruz kalmışlardır. Yani ezoterik bilgiler. Demir Çağ'ın hemen her döneminde bilinen ve bilinmeyen karanlık güçlerce hep aşağılanmış, baskıya maruz bırakılmış hatta bunlarla da yetinilmeyerek, bu öğretileri savunanlar bizzat bu güçlerce acımasızca katledilmişlerdir. Bu konuya özellikle dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
Evet, şunu asla unutmayın: Ezoterik bilgi birikimi bir takım karanlık güçlerce hep yokedilmek ve bu bilgilerin halka yansıması hep engellenmek istenmiştir. Bu yolda sadece inisiyeler, mürşitler, filozoflar, rahipler değil, paygamberler bile katledilebilıniştir.
Bu konu son derece önemlidir... Ve bu konu günümüzde de geçerlidir...
İlk kez Atlantis'teki "Bir'in Oğulları" ile "Belial'in Oğulları" arasında başlayan ve sonrasında bizim kıtalarımızda Agarta ve Şambala Rahipleri'nce sürdürülen aydınlık güçlerle karanlık güçlerin mücadelesi, Demir Çağ'da cinayet ve katliamlarla kendisini göstermiştir.
İskenderiye Kitaplığının yakılışıyla bizim deveremizde etkisini hissettirmeye başlayan "Karanlık Güçler"in baskıları Örfe, Fisagor, İsa Peygamber, Hallaç-ı Mansur gibi inisiyatik ve batnıi şahsiyetlerin katledilişleriyle doruk noktasına çıkmıştır. Çinliler tarafından katledilen Tibetli rahipler ise başlı başına bir kitap konusudur...
Canları pahasına da olsa, kanlarıyla inisiyasyonun bilgeliğini geleceğe taşımış olan tüm batini düşünür, filozof ve inisiyeleri burada saygıyla anıyoruz...
Eğer bugün batınilikten, ezoterik öğretilerden ve inisiyatik sırlardan söz edebiliyorsak, onlar sayesindedir... Bu baskılar bugün de vardır, bundan sonra da olacaktır. Ta ki, gerçekler apaçık ortaya çıkıp uyanışın esintileri dünyamızı sarana dek...
VARILACAK SON NOKTA: KIYAM ETMEKTİR...
Geleneksel sürünün içinde değil, dışında yaşamaya çalışan okurlarımıza sunduğumuz bu kitapla, apaçık bilgilerin ortaya çıkacağı günlere doğru bir adım daha atmış bulunuyoruz. Evet... Henüz apaçık bilgilerle konuşamıyoruz... Hâlâ sembollerin üstünü açmaya çalışıyoruz... Ama biliyoruz ki, bir gün perdesiz olarak gerçeklerle temas edebileceğiz. O günler uzak değildir!... Göreceksiniz, duyacaksınız... Başlangıçta vaadedilen o günlere doğru hızla yaklaşmaktayız. Gerçekler apaçık bir halde ortaya çıktığında "görünenin hiç de göründüğü gibi olmadığı" herkes tarafından anlaşılacaktır.
Ancak apaçık gerçeklere bakabilmek için buna gözlerimizi hazırlamamız gerekmektedir. Uzun bir süre karanlıklar içinde kalan bir göze aniden ışık verildiğinde nasıl bir sonuçla karşılaşacağı ortadadır. İşte şu an yapılmaya çalışılan, karanlıklar içinde yaşamaya alışmış gözlere perdelenmiş ışığı tutmaktan ibarettir.
Işığı perdesiz bir şekilde seyredebilecek yetkinliğe gelinceye kadar, dinler, felsefeler ve mitolojiler fonksiyonlarım sürdürmeye devam edeceklerdir. Işık perdesiz olarak ortaya çıktığında ise bu müesseselere artık ihtiyaç kalmayacağı için bütün bu müesseseler fonksiyonlarını bitireceklerdir. Geleceği söylenilen Altın Çağ'da dinler devrinin kapanacağının anlamı işte budur.
Bunu yüzyıllar öncesinden ifade edenler olmuştur. İslâm Dini içindeki önde gelen Batıniler'den Muhyiddin Arabi bunu tek bir cümleyle şöyle özetlemişti: "Arif için din yoktur..."
Tüm bu sözlerin ne anlama geldiği apaçık bilgilerin ortaya çıkmasıyla yakında çok daha iyi anlaşılacaktır. İşimize gelse de gelmese de, varılacak en son nokta budur. Dinlerin son nokta olarak gösterdiği kıyam etmek de budur.
Uyanış!... Ama ne zaman?...
Söz konusu olan bu ezoterik bilgiye göre:
Dünya nüfusu 7 Milyar olduğunda içinde bulunduğumuz devrenin biterek, yeni bir devrenin başlayacağın söylenmektedir. Dünya nüfusunun artış oranı dikkate alındığında, bu rakkama 2010 - 2014 yılları arasında ulaşılması beklenmektedir. Bu birçok kehanet ve eski uygarlıklardan günümüze kalan ezoterik bilgilerle örtüşen bir tarihtir. Ayrıca bilindiği gibi 2012 Balık Burcu Çağı'nın sona erip. Kova Burcu Çağı'nın başlayacağı bir tarihtir.
Bu tarih başta Orta Amerika yerlileri olmak üzere birçok toplumun ezoterik bilgilerinde genel uyanış günlerinin yoğun olarak hissedileceği sürecin başlangıcı olarak da nitelendirilmektedir.
Bunlardan hep daha önce söz etmiştik. Ancak işin ilginç yanı ruhlann sayılması ile ilgili Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda da söz edilmesidir. Evet, son derece manider bir şekilde Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda da ruhlann sayılmasıyla ilgili bir tema işlenmiştir
Sözlerimi Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda geçen bu konuyla ilgili bir satırla noktalamak istiyorum:
"Ruhların sayıldığı gün mabette Büyük Tanrı'yı görmelerie izin ver ve oturdukları yerler gizli olanların Osiris'le konuşmalarına izin ver."
Ruhların sayıldığı gün...
Ruhlar niçin sayılsın diye düşündüğümüzde, buna klasik bir yaklaşımla, mantıklı bir cevap vermenin zorluğu ortadadır. Demek ki belli bir sayının tutup tutmadığının anlaşılması bur rada söz konusu edilmektedir. Bu sayıyla ilgili Ölüler Kitabı'nda net bir bilgi verilmemektedir ama ruhların sayılacağından açıkça bahsedilmektedir. Bu da 7 Milyarla ilgili ezoterik bilgiyi daha ilginç kılmaktadır.
|
|
|
|