Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,058
» Son Üye: Doo92
» Toplam Konular: 2,832
» Toplam Yorumlar: 3,062

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 1460 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 1460 Ziyaretçi

Son Aktiviteler
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 6,337
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 23,408
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 316
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 5,308
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 803
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 688
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 597
Samsunlu Spiritüalist ark...
Forum: SAMSUN SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:30
» Yorumlar: 0
» Okunma: 444
Ra'yı gördüm ne anlama ge...
Forum: Bilinçaltı
Son Yorum: spiruelistra
28-05-2023, Saat: 13:43
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,602
MUCİZE YARATAN KELİMELER
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Emka
29-01-2023, Saat: 16:53
» Yorumlar: 11
» Okunma: 95,728

 
  2 Saniyelik Rüyada 6 Aylık Zaman Yaşanabilir mi?
Yazar: Mutlakguc - 22-05-2016, Saat: 19:33 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER - Yorum Yok

Psikologlar ve ruh bilimciler, rüyaların süreleri üzerinde kesin bir sonuca varamadılar. Bir bölümü birkaç saniye sürdüğünü iddia ederken bir diğer bölümü de saatlerce devam eden rüyaların var olduğu fikrinde ısrarlıdırlar. Bu tartışmalar devam ederken, Dr. B. Klein adında Amerikalı bir ruh bilimci yardımcıları ile birlikte yoğun çalışmalara koyuldu. Gönüllülerin arasından seçtiği bazı kişileri hipnotize ederek uyuttu. Belli bir süre sonra da uyandırıp rüyalarını dinledi

Neticede, bir rüyanın yirmi saniyeyi geçmeyecek kadar kısa sürdüğünü tespit etti. İşin en enteresan tarafı ise; uyandırdığı gönüllülerin üç-beş saniye süren rüyalarını saatlerce anlatmalarıydı. Hatta bir kısmının rüyası yazılmaya kalkılsa ortaya kalınca bir macera romanı çıkabilirdi. Dr. Klein, yılmadan bu işin üzerinde çalışmalarına devam etti. Vardığı sonuç; en uzun rüyanın bile doksan saniyeyi geçmediği oldu. Dr. Klein'e karşı çıkan ruh bilimciler, hipnotizmayla uyutmanın normal bir uykuyla kıyaslanamayacağı ve bu denemelerin geçersiz sayılacağı yolunda görüş bildiriyorlardı. Chicago Üniversitesi uzmanlarından Dr. Kleitman ve öğrencisi Aserinsky, l953 yılında geniş çapta çalışmalara başladılar. Objektif deneylerini daha sonra nörofizyolojik sahada devam ettirdiler. Dr. Kleitman, otuz yıldan beri kendisini rüyadan mahrum etme denemeleri yapmaktaydı. Fakat hiçbir zaman bir haftadan fazla tahammül gösterememişti.





Otuz yıllık çalışması aradığı sonucu vermeyince başkaları üzerinde değişik deneyler yapmaya başladı. Deneyin sonunda, rüya esnasında kısa veya uzun süren süratli göz hareketlerine tanık oldu. Denemeye tuttuğu kimseleri, göz hareketlerinin başladığı ve bittiği devrenin çeşitli bölümlerinde uyandırdı. Böylece her defasında kişilerin rüya görmüş olduklarını öğrendi. Ömrü boyunca hiç rüya görmediklerini iddia eden kişileri topladı, onların üzerinde testler yaptı. Göz hareketlerinin başladığı anda uyandırdığı bu kişiler, hayret ve şaşkınlık içinde ilk defa rüya gördüklerini söylediler. Dr. Kleitman, bundan şu sonucu çıkardı; herkes rüya görür, fakat bazı kimseler rüyalarını hatırlayamamaktadır. Rüyanın objektif olarak en büyük delili ise uyumakta olan kimsenin hızlı göz hareketleridir.

Bu konuyu yazdır

  Big Bang (Büyük Patlama)
Yazar: Mutlakguc - 22-05-2016, Saat: 19:17 - Forum: EVREN VE BİLİM - Yorum Yok

Big Bang ya da Büyük Patlama, evrenin yaklaşık 13,7 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan meydana geldiğini savunan evrenin evrimi kuramı ve geniş şekilde kabul gören evren modeli. Big Bang modeli, ilk kez 1920'lerde Alexander Friedmann and Abbé Georges Lemaître tarafından ortaya atılmıştır. Modern sürümü ise 1940'larda George Gamow ve mesai arkadaşları tarafından oluşturulmuştur.

Big Bang modeline göre evren aşırı yoğun bir temel durumda iken hızla genişlemiştir. Bunun sonucunda yoğunluğu ve ısısı aşırı oranda azalmıştır. Hemen ardından -günümüzde de gözlenebildiği şekilde- maddenin antimaddeye baskın gelmesi, proton çürümesi gerçekleştiği sanısısını uyandıran çok çeşitli süreçler sonucu gerçekleşmiş olabilir. Bu süreçler esnasında ortamda muhtemelen çok çeşitli ilkel atomaltı parçacıklar vardı. Birkaç saniye sonra evren bazı çekirdeklerin oluşmasına imkan sağlayacak kadar soğudu. Belirli miktarlarda hidrojen, helyum ve lityum oluştu. Oluşan miktarların bolluğu günümüzde gözlenen miktarlar ile uyum içerisindedir. Yaklaşık 1 milyon yıl sonra evrenin sıcaklığı atomların oluşumuna imkan sağlayacak kadar düşmüştü. Evreni dolduran radyasyon ise boşlukta seyahat etmeye başlamıştı. Bu henüz çok genç olan evrenin kalıntıları, 1965'te Arno A. Penzias ve Robert W. Wilson tarafından keşfedilen mikrodalga artalan radyasyonudur (3. derece artalan radyasyonu).

Big Bang modeli temelde iki kabule dayanır: Albert Einstein'in genel görelilik kuramı ve kozmolojik prensip. Genel görelilik kuramı tüm cisimlerin çekimsel etkileşimini hatasız olarak açıklar. Kozmolojik prensibe göre, gözlemcinin evreni gözlemlemesi, ne kendi konumuna, ne de baktığı istikamete bağlıdır. Bu prensip evrenin makro özelliklerini açıklamakla birlikte, evrenin sınırı olmadığını, bu nedenle Big Bang'in boşlukta belirli bir noktada değil, aynı anda tüm boşluk boyunca gerçekleştiğini ima eder. Makro ölçekte evren homojen ve izotropiktir.

Bu iki kabul, evrenin Planck zamanından sonraki tarihini hesaplamayı mümkün kılmıştır. Bilim adamları, halen Planck zamanından önce gerçekleşen çok önemli olayları tespit etmeye çalışmaktadır.

Büyük Patlama teorisi, Galaksiler nebulözler ve yıldızlararası plazmanın ne şekilde meydana geldiğini açıklar. Bu ilk infilaktan bu yana çok daha küçük patlamalar (süpernovalar) halen devam etmekte ve evren, genişleyip büyümeye devam etmektedir. Gerçekten de dünyadaki gözlem evlerinden izlenen uzak galaksilerin ışığındaki kırmızıya kayış, bunun ispatı olarak kabul edilmektedir.

Bu konuyu yazdır

  İlk radyasyonun tespiti
Yazar: Mutlakguc - 22-05-2016, Saat: 19:15 - Forum: EVREN VE BİLİM - Yorum Yok

Büyük patlamadan gelen radyasyon, ilk defa 1965'te tespit edilmiştir. New Jersey'deki Bell Laboratuarlarından Arno Penzias ve Robert Woodrow Wilson, Samanyolu'nun dış kısımlarından gelen belirsiz radyo dalgalarını ölçmeye çalışıyorlardı. Fakat bunun yerine gökyüzünün her tarafından gelen bir radyasyon buldular. Bu ışınımın bütün yönlerdeki parlaklığı aynı idi ve yaklaşık 3° Kelvin (yaklaşık -270,15 santigrat) sıcaklığında bir ortamdan geldiği anlaşılıyordu. Daha sonra Penzias ve Wilson, bu buluşları için bir Nobel ödülü kazandılar.

Bu kozmik artalan radyasyonunun, büyük patlamadan hemen sonra evreni dolduran sıcak gazdan geldiği tahmin edilmektedir. Astronomlar, 1920'lerden beri evrenin genişlediğini biliyorlardı. Bu genişlemenin hızı da, yaklaşık 13,7 milyar yıl kadar önce bütün maddenin tek bir anda aynı noktada bulunması gerektiğini gösteriyor. İşte tam bu ilk zamana büyük patlama denilmektedir. O zamandan beri de evren sürekli olarak büyümektedir.

Bu konuyu yazdır

  İlk atomların oluşması
Yazar: Mutlakguc - 22-05-2016, Saat: 19:13 - Forum: EVREN VE BİLİM - Yorum Yok

Büyük patlamadan sonra evren radyasyondan yayılan çok sıcak gazla dolmuştur. İlk önce gaz, temel parçacıklardan meydana gelmişti: Önce kuarklar oluştu ve bunlar bir araya gelerek protonları ve nötronları meydana getirdi; daha sonra da elektronlar ortaya çıktı. Büyük patlamadan 300.000 yıl sonra, sıcaklık 3000 °K'ye(2726,85 santigark) düşünce bu parçacıklar birleştiler ve ilk atomlar oluştu.

Bu durum, evrende büyük bir değişiklik getirdi. O zamana kadar elektrik yüklü parçacıklar radyasyonu çok kolay emerlerdi. Radyasyon çok uzağa gidemediğinden, gaz da şeffaf değildi. Fakat nötr atomlar radyasyonu iyi ememediler. Bu durumda hareketine bir engel kalmadığından, radyasyon uzayda yayıldı.

Uzay genişledikçe radyasyonun dalga boyu uzadığı için, daha soğuk bir cisimden geliyormuş kanaatini vermeye başladı. Bizim radyasyonu ölçebildiğimiz şimdiki zamana kadar radyasyon, mutlak sıfırın ancak birkaç derece üstündeki sıcaklıklara kadar soğudu.

Penzias ve Wilson tarafından bulunan kozmik artalan radyasyonu, bu düşünceye uymaktadır. Hem sıcaklık doğru derecedeydi hem de radyasyon bütün gökyüzünde aynı sıcaklıktaydı; çünkü bütün yönler büyük patlamaya doğru gidiyordu.

Fakat bu keşif ortaya çözülmesi gereken bir de bilmece çıkardı. Artalan radyasyonu, büyük patlamadan 300.000 yıl sonra gazın son derece homojen olduğunu göstermektedir. Gazın içinde büyük topaklar ve delikler olsaydı, bunlar radyasyonun gökyüzündeki dağılımında sıcak ve soğuk bölgeler olarak gözükecekti. Öte yandan bugün çok topaklıdır. Kümeler, ince uzun gruplar halinde toplanan galaksiler ve bunların aralarında boşluklar vardı. Bu büyük yapıların orijinal gazın içindeki topaklardan çıkmış olması gerekmektedir. Tıpkı sütün topaklanarak peynire dönüşmesi gibi.

Kozmoloji ile uğraşan bilim adamları, artalan radyasyonu iyi incelenirse, bunun sıcaklığında bazı sapmalar bulacaklarına inanmaktadırlar. Astronomlar, kozmik artalan radyasyonunun sıcaklığını 1960'lardan beri giderek artan bir dikkatle ölçmektedirler. Birkaç yanılmanın dışında, yalnızca ortalama sıcaklıktan sapmalara sınırlamalar koyabilmişlerdir. Yerden yapılan son deneyler, bunların da bir Kelvin'in 30 milyonda birinden fazla olamayacağını gösteriyor. Yerden gözlem yapan astronomlar, kozmik artalan radyasyonunu incelediklerinde iki hususla karşılaşmaktadır: Birkaç santimetre daha uzun dalga boylarında gözlem yaptıkları zaman bizim galaksimiz Samanyolu'ndan gelen radyasyon, zayıf artalan radyasyonundan baskın çıkıyor. Bizimi galaksimizdeki parlak ve karanlık kısımlar, artalan radyasyonundaki herhangi bir sapmayı kolaylıkla maskeliyorlar.

Daha kısa dalgaboylarında ise Samanyolu daha zayıftır; fakat bu dalgaboylarındaki radyasyon, Dünyanın atmosferindeki su buharı tarafından emilmektedir. Dünyanın her yerinde, çeşitli gruplar, yüksek dağlar, Antarktika ve yüksekte uçan balonlar gibi havanın kuru olduğu yerlerden gözlem yaparak bu problemi çözmeye çalışmışlardır.

Buna en iyi çözüm, bir uydudaki kısa dalgaboylu bir radyo alıcısıdır. 1970'lerin ortalarında, bu gözlemcilerin çoğu, NASA'nın Goddard Uzay Uçuş Merkezindeki bilim adamlarıyla işbirliği yaparak Kozmik Artalan Keşif Uydusu COBE'nin tasarımına katkıda bulundular.

18 Kasım 1989da COBE, yörüngesine mükemmel bir şekilde oturtuldu. COBE'nin taşıdığı üç araçtan iki tanesi gökyüzünü uzun kızılötesi dalgaboylarında gözlemledi. Araçlar, uzaydan gelen zayıf sinyallerin uzay aracının kendi sıcaklığından etkilenmemesi için sıvı helyumla soğutulmaktaydı. Bu araçlar görevlerini seferin dokuzuncu ayında sıvı helyumun bittiği sırada tamamladılar. Araçlardan biri fonun ortalama sıcaklığını görülmemiş bir hassasiyetle ölçerek 2.735 °K değerini buldu. Diğeri de ilk defa olarak, uzun kızılötesi dalgaboylarında uzayın haritasını çıkardı.

Üçüncü ölçüm aleti artalan radyasyonunun parlaklığındaki sapmaları aramak için tasarlanmıştı. Altı diferansiyel mikrodalga radyometreden oluşan bu düzenek gözlemlerine devam ediyor; çünkü bunların soğutulması gerekmiyor. Bunlarla gökyüzü şimdiye kadar iki kere tarandı ve üçüncü taramaya devam edilmektedir. Radyometreler gökyüzünü 3.5, 5.7 ve 9.5 milimetre olmak üzere üç kısa radyo dalgaboyunda gözlemlemektedir.

Halen, dünyanın çeşitli yerlerinde aynı derecede hassas aletlere sahip ekipler COBE'nin görebileceğinden daha küçük, bir açı dakikası sapmalar bulmak için gözlem yapmaktadı

Bu konuyu yazdır

  Evinize Bolluk ve Refah Gelmesini Sağlayacak Feng Shui Önerileri
Yazar: Archilles - 22-05-2016, Saat: 19:01 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Feng Shui, çok eski bir Çin öğretisidir. Çinliler Feng Shui’nin insanları, çevrelerinde, eşyalarının arasında gezinen enerji yoluyla zenginliğe, refaha ve bolluğa ulaştırdığına inanırlar. Peki, neden bir de bunu denemeyesiniz ki? Belki de ihtiyacınız olan tam olarak budur.

Dağınıklıktan kurtulun

Feng Shui öğretisinin en temel kuralı, evinizin temiz ve düzgün olması ve etrafta dağınıklık olmaması gerektiğidir. Dağınıklık, negatif enerji anlamına gelir ve bu negatif enerji evde refahın dolaşmasını engeller. İhtiyacınız olmayan eşyaları atın, eşyalarınızın tozunu her gün alın ve evinizdeki kirli şeylerden de kurtulun. Ayrıca size negatif duygular veren eşyalardan (eski fotoğraflar gibi) ve ölü bitkilerden de evinizi arındırın.




Su elementini içeri taşıyın

Feng Shui’de su, zenginliği temsil eder. Bu nedenle evinize mümkün olduğu kadar çok su elementi dahil etmelisiniz. Evinizin içine küçük bir çeşme yerleştirebilirsiniz. Çeşme, sürekli olarak çalışır durumda olmalı, asla durağan olmamalıdır. Ayrıca tuvaletlerinizin kapaklarını ve banyonuzun kapısını daima kapalı tutmalısınız ki, banyonuzdaki durağan sudan gelen negatif enerji evinizin dengesini bozmasın. Eğer evinizde bir şömine varsa, ateşin enerjisini dengelemeniz gereklidir ki ateş evinizdeki suyun getirdiği zenginlik enerjisini yakmasın. Bu enerjiyi, şöminenin yanına küçük bir çeşme ya da şöminenin üzerine bir vazo taze çiçek koyarak dengeleyebilirsiniz.

Yeşillikle yaşayın

Feng Shui’ye göre sağlıklı ve çiçek açan bitkiler eve refah ve mutluluk katarlar. Eğer evinizin içinde ya da dışında bitki koyacak yeriniz yoksa, taze çiçeklerle ve vazolarla evinizdeki bu eksikliği giderebilirsiniz. Fakat, çiçeklerin suyunu düzenli olarak değiştirmeyi ve vazoları düzenli bir şekilde temizlemeyi unutmamalısınız. Eğer mümkünse, bahçenize bambu ekebilirsiniz. Bambu, bolluk ve refahı temsil eder.

Ağaçlar

Oturma odanızın en sol köşesine birbirine benzer objeleri, ağacı temsil eden diğer objelerin arasında duracak şekilde yerleştirin. Ağaçtan yapılma kaseler, mumluklar hatta fotoğraflar koyabilirsiniz. Kullanılabilecek en uygun renkler mor, kırmızı, dore ve yeşildir. Bu renkler asalet, para ve bolluğun renkleridir.

Kristaller

Kristaller enerji arttırıcılar olarak bilinirler. Berrak bir kristali (tercihen yuvarlak bir kristal olsun) yaklaşık 44-45 cm. uzunlukta kırmızı bir ipe bağlayın ve bunu oturma odanızın sol arka köşesine yerleştirin. Burası refah köşesi olarak adlandırılır. Eğer kristali pencerenize yakın bir yere asarsanız, güneş ışınlarının kristalin içinden geçip gökkuşağı renkleri oluşturmalarını izleyebilirsiniz. Bu da zenginlik ve refah işaretidir.

Refah için ateş

Çinliler gaz sobasının daima evin içindeki zenginlik akımı ile direkt alakalı olduğuna inanırlar. Bu nedenle de doğalgaz şofbeninizi mümkün olduğu kadar temiz ve parlak, aynı zamanda da sağlıklı vaziyette çalışır tutmanız önemlidir. Ayrıca doğalgaz şofbeninizin tepesine bir ayna asmanız evde iki tane soba/şofben olduğu ilüzyonunu yaratacaktır, bu da evin refahının artmasına sebep olacaktır.

Japon Balığı


Hiç kendi halinde yüzen küçücük bir japon balığının bir evin refahına büyük ölçüde katkı sağlayabileceğini düşünmüş müydünüz? Gerçekten de öyleler. Kendinize birkaç adet turuncu renkli japon balığı alın ve aralarına bir tane de siyah japon balığı ekleyin. Neden mi siyah japon balığı? Çünkü siyah renkli balık, negatif enerjiyi emer ve etrafa daha çok pozitif enerji yayılmasını sağlar.

Bu konuyu yazdır

  Evimizdeki Negatif Enerjiyi Nasıl Temizleriz ?
Yazar: Archilles - 22-05-2016, Saat: 18:33 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Yaratılan canlı veya cansız herşey yoğunlaşmış bir enerjidir.

Her varlığın fizik formu dışında bulunan bir de enerji (eterik) alanı ve kendine özgün titreşimi vardır. 

Bundan dolayı herşeyde olduğu gibi Evlerimizde, yaşadığımız mekanlarda da var olan herşeyin yaydığı bir enerji ve titreşimi vardır.

Bu enerji bizim  Bilincimizin, Bilinçaltımızın, ruhsal , zihinsel, duygusal ve bedensel bütünlüğümüzün de bir yansımasıdır. 

Yaşadığımız Alanların veya Evlerimizin Negatif Enerji Yüklü olduğunu nasıl anlarız ?

Yaşanılan mekanda sürekli tartışma varsa, Sürekli kavga edilen bir ortam ise bu yerlere girdiğimizde kasvet , mutsuzluk, huzursuzluk, keyifsizlik, enerjimizin düşmesi (uyku hali) gibi hissiyatların yaşanması, 

Yaşanılan Mekanda sürekli geçmişe yönelik olumsuz hatıraları canlandırmak, konuşmak , zihinsel karışıklık , Depresyon hissi , üşengeçlik (içinden birşey yapmak gelmemesi ya da parmağımı bile kıpırdatmak istemiyorum hissi) , karamsarlık, öfke, sürekli 
vesvese ve endişe hissi, Uyku problemlerinin yaşanması,

evdeki_negatif_enerjiyi_temizleme.jpg

Kişinin Maddi sorunlarının sürekli devam etmesi evde bereketin olmama hissi.

Yeni bir eve taşınıldığında ya da yeni bir çalışma alanına taşınıldığında daha önce orada yaşayanların bıraktığı negatif enerjilerin etkileri,

Mekan içinde çok fazla elektronik aletin çalışması , radyasyon yüklenmesi, 

Mekan içinde sigara ve benzeri maddelerin tüketilmesi,

Mekan'da yaşanılan hırsızlık ve benzeri şiddet olayının etkisinin hissedilmesi veya sürekli hatırlanması,

Mekan'a alınan 2. el mobilyaların önceki sahiplerinden taşıdığı negatif enerjiler.

Mekan'da enerjinin dağılmasını engelleyen çok tıkış tıkış eşyanın bulunması ve atılması gereken eşyaların saklanarak enerjiyi sıkıştırması ve kalabalık yaratması.

Mekan'da yaşanılan ağır hastalıklar, ölüm ve acı dolu Terk edişlerin bıraktığı negatif enerjiler,

Ev Temizliğinin uzun süre ihmal edilmesi,gibi durumlarda Evlerimizde Negatif Enerji Temizliği yapmamız kesinlikle gereklidir.

Evlerimizde Negatif Enerji Temizliğini Nasıl Yaparız ?

* Adaçayı , Tütsü yakmak çok etkili olmakla birlikte benim bizzat denediğim ve yaydığı pozitif enerjinin muazzamlığına hayran olduğum tek bitki KATIR TIRNAĞI'dır. 

Bir kabın içersine itinayla sevgiyle kurutulmuş Katır Tırnağı otunu tutuşturup yakarak sonra tütecek şekilde bırakarak evinizin içinde BEDENLİ VEYA BEDENSİZ TÜM NEGATİF ENERJİLERİN EVİMLE OLAN BAĞIMI KESEREK İPTAL EDİYORUM diyerek tüm evinizi dolaşın. Bu arada Bildiğiniz duaları (ayetel kürsi gibi) okuyabilirsiniz. 

*Ateş "en iyi" temizleyicilerden biridir. Yukarıda Katır Tırnağı otu ile uygulamayı yaptıktan sonra sağ elinize bir MUM (beyaz) alarak aynı uygulamayı aynı olumlama ve dualar ile bir kez de mum ile yapın. 

*Evi temizlemekte ve negatif enerjiyi kırmakta en etkili yöntemlerden biri de Herşeyi gerçekten çok iyi bilen Atalarımızın yöntemidir. Yani Sirkeli Su ile tüm evin zeminini ayrıca dış kapı girişini , duvar kirişlerini sirkeli su ile mutlaka silin temizleyin.

*Minik kapların içine koyarak oturma alanınız ve yatak odalarınıza koyacağınız Tuz'un negatif enerjiyi sünger gibi çekme özelliği vardır. (Tuz turşu tuzu ya da kaya tuzu denilen kalın tuz olmalı) Evinizdeki duruma göre 2-3 günde bir veya hafta da ya da 10 günde bir lavobaya dökerek sürekli yenileyin.

*Lavanta Yağının yaydığı pozitif enerji çok yüksektir. Bu yağı bileklerinizin iç tarafına sürerek eterik bedeninizi kuvvetlendirmekte kullanabileceğiniz gibi, evinizin duvar kirişlerine kapılarına bir damla sürerek eviniz içindeki enerjiyi de çok rahat pozitif yönde koruyabilirsiniz.

*Yaşam alanınızın pozitif enerjiye dönüştüğünü hissettiğinizde bu enerjiyi korumak için yaşam alanınıza Kristal Kuars Taş koyabilirsiniz. Yalnız bu taş mevcut enerjiyi korur. Eğer evinizde negatif bir durum olduğunu sezerseniz bu taşı 24 saat su da ya da toprağa koyarak bekletip topraklayın evinizi temizleyin ve sonra tekrar taşı statik bir alan yaratması için tekrar kullanabilirsiniz. Ayrıca yatak odasında Ametist taşı bulundurmak da sizin rahat uyumanızı sağlayabilir..

*Evinizde varsa zararlı haşereler (özellikle mutfakta)  hemen temizletmelisiniz (organik öldürmeyen böcek kaçıran ilaçlar var mesela bunları kullanabilirsiniz) bunlarda geldikleri geçtikleri yerden taşıdıkları enerji ile negatifi tetikler.  

*Evinizde kullanmadığınız "Lazım olur belki" diyerek yıllardır biriktirdiğiniz tüm eski enerjileri yani eşyaları ihtiyacı olan birine verin ya da çöpe atın. Evinizde hareket alanı bırakın ve evinizin düzenli olmasına dikkat edin. Dağınıklık enerjiyi keserek takıldığı yerde birikmesine yol açar. 

*Selvi ağacı dalından çalı çırpıyı süpürge kullanır gibi evinizi yerden 10 - 15 cm yüksekten açık pencereden veya kapıdan dışarıya doğru süpürmek çok etkilidir. Ayrıca mekanın güneş enerjisi görmesi çok önemlidir. Eğer mümkün değilse doğala yakın çok iyi bir aydınlatma yapılması gerekir ve sık sık havalandırılmalıdır. 

*Evinizde dinleyeciğiniz klasik müzikler (Mozart, Vivaldi gibi) titreşiminizi yükseltecektir. (Her ne dinlerseniz dinleyin acıklı. içli, ağlatan müziklerden uzak durmanızı nacizane tavsiye ederim)

*Evinize geldiğinizde üzerinizdeki kıyafetleri hemen dolabınıza asmak yerine önce "silkeleyerek" en az 2 saat balkona asarak havalandırmak dışarıdaki negatif enerjinin evinize statik konuma geçmesini önleyecektir. 


*Bulunduğunuz mekanda Mum yakmak ayrıca radyosyana karşı kaktüs bulundurmak da sizi rahatlatacaktır..

Bu konuyu yazdır

  Mucizevi Sıvı Kan ve Kalp
Yazar: Archilles - 22-05-2016, Saat: 16:57 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Benzeri Üretilemeyen Mucizevî Sıvı: Kan


Kanda gerçekleşen olayları inceleyen bilim adamları karşılaştıkları kusursuz düzeni taklit edebilmek için çalışmalarını sürdürmektedirler. Ancak bugüne kadar somut bir gelişme kaydedilememiştir. Hatta araştırmacılar bu olağanüstü sıvıyı taklit etmeye çalışmaktan vazgeçmişler, kan ile ilgili araştırmaların yönünü değiştirmişlerdir. Oksijen taşıyabilen yedek bir sıvıyı üretmek için çalışmalar yürütmektedirler.
Ancak bilim adamları kan ile ilgili çalışma yaparken çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Kanı damardan çektikleri anda kan pıhtılaşmaktadır. Kan hücrelerinin mikroskop altında ve bedende aynı şekilde hareket edip etmedikleri bilinmemektedir. Ayrıca kan ne plastik hortumda ne de cam şişede tam anlamıyla canlı kalmadığı için içindeki hücreler ayrı ayrı alınıp incelenmektedir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda bilim, canlı 'kan'ı değil laboratuardaki kanı analiz ederek tanımaktadır.1
Laboratuarlarda benzeri üretilemeyen bu olağanüstü madde insan ilk ortaya çıktığından beri vücutta üretilmektedir. Bugün sahip olduğumuz yüksek teknoloji ile taklidi dahi yapılamayan bir maddenin zaman içinde kendi kendine tesadüflerin etkisiyle oluştuğunu iddia etmek akılcılıktan tamamen uzaklaşmak demektir. Pek çok canlı türüne hayat veren bu madde Allah'ın yaratışının açık delillerinden bir tanesidir.
Vücuttaki Geri Dönüşüm Sistemi ile Sağlanan Ekonomi 

İnsan vücudundaki geri dönüşüm sistemi de kusursuz bir yapıya sahiptir. Her an çok sayıda işlemin gerçekleştiği vücudumuzda sürekli zararlı atıklar, ölü hücreler, vücuda giren ve savunma sistemi tarafından parçalanan yabancı maddeler ve daha pek çok gereksiz madde dolaşır. Ancak bunların hiçbiri vücuda zarar vermez. 
Çünkü vücutta bu maddeleri dışarı atabilecek veya vücut içinde gereken işlemlerde değerlendirecek sistemler mevcuttur. Örnek olarak sürekli yenilenen alyuvar hücrelerini verebiliriz. Bu hücrelerin ömrü yaklaşık 120-130 gün kadardır. Yaşlı alyuvarlar karaciğerde, dalakta ve kemik iliğinde ölürler. Ölen alyuvarların yerine de sürekli yeni alyuvarlar üretilir. Her saniye 10 milyon alyuvar ölür ve yerine her gün 200 milyar yeni hücre oluşturulur ve bu şekilde vücudun tüm alyuvarları yaklaşık dört ayda bir tamamen yenilenmiş olur.2 
Ölen alyuvarların içinde bulunan demir molekülü de vücudumuzdaki 'geri dönüşüm' sistemiyle yeni alyuvarların üretiminde kullanılmak üzere depolanır. Bu mükemmel bir endüstriyel planlama örneğidir.3Böyle bir planlamanın kendiliğinden ortaya çıkamayacağı açıktır. Alyuvarları bu özellikleriyle birlikte yaratan Allah'tır.


Kalp Nasıl Beslenir? 

Kalp kası, besin maddelerinin ve oksijenin geçemeyeceği kadar kalın ve sıkı dokuludur. Bu nedenle kendi içinden geçen kandan yararlanamaz. Ancak kalp de bir organdır ve diğer organlar gibi hücrelerinin kana ihtiyacı vardır. Hatta kalp sürekli çalışan bir kas olduğu için diğer bütün organlardan çok daha fazla oksijene ihtiyacı vardır.
Kalbin bu ihtiyacı da yine çok benzersiz bir sistem sayesinde çözülmüştür. Akciğerlerden kalbin sol bölümüne gelen kan, vücuttaki en temiz ve en bol oksijenli kandır. Bu kanın vücuda pompalandığı aort atardamarından "koroner atardamarlar" denilen iki damar çıkar. Bu damarlar diğer damarlar gibi vücuda gitmez, gerisin geriye kalbe döner. Böylece en bol oksijene sahip kan, başka hiçbir yere uğramadan doğrudan kalbe ulaştırılır.
Bir başka özel mekanizma da koroner damarların döşenme planında vardır. Bu damarlar kalbe doğru giderken, birbirleriyle ara bağlantılar yaparlar. Bu bağlantılar damarlardan birinin tıkanmasına karşı bir sigortadır. Eğer damarlardan biri tıkanırsa, kan diğer damardan yoluna devam ederek tıkalı bölümü aşar ve kalbe ulaşır. Bu tasarım şehir planlama uzmanları tarafından içme suyu şebekeleri döşenirken kullanılır. Mevcut borulardan birinde arıza olması halinde şehrin bir bölgesinin susuz kalmaması için borular "ağ sistem" denilen bu tasarıma uygun olarak döşenir. 
Görüldüğü gibi yalnızca kalbi besleyen damarların birbirleriyle yaptıkları bağlantılarda bile, hiçbir tesadüfe yer bırakmayan bir akıl ve planlama görülür.
Kalbin diğer yapısal özelliklerine geçmeden önce bir hatırlatma yapmakta fayda vardır. Sadece buraya kadar anlatılan özelliklerini dikkate alsak dahi kalbin, evrimcilerin iddia ettikleri gibi aşamalı bir şekilde, üstelik de bu aşamaların tümünün tesadüfen meydana gelmesiyle oluşmasının imkânsız olduğunu hemen görürüz. 
Kalpte her yönden eksiksiz, kusursuz bir yaratılış söz konusudur. Kalbin tek başına hatta bırakın kalbin tamamını, kalbi oluşturan parçalardan birinin dahi kendi kendine oluşması kesinlikle mümkün değildir. Üstelik kalp gibi mükemmel yapıya sahip olan bir organın –ne kadar imkânsız olsa da- kendi kendine ortaya çıktığını düşünsek bile bu da hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü dolaşım sistemi olmayan, pompalayacak kanı olmayan bir kalp ne kadar mükemmel özelliklere sahip olursa olsun hiçbir işleve sahip olamayacaktır. Ve yine evrimci mantığa göre işlevi olmayan bir organ olarak ortadan kaybolacaktır. Görüldüğü gibi tek bir örnek dahi evrimci iddiaların kendi içinde dahi büyük çelişkiler taşıdığını ortaya koymaktadır.

Bu konuyu yazdır

  Paralel Evrenler Yanılgısı
Yazar: Archilles - 22-05-2016, Saat: 16:55 - Forum: EVREN VE BİLİM - Yorum Yok

Bilim adamlarının günümüzde doğa ve uzay üzerine yaptıkları araştırmalar açık bir gerçeği göstermektedir: “Kusursuz bir yaratılış”. Ancak bu fikri kabullenemeyenler ortaya attıkları bazı iddialarla bu gerçeğin üzerini örtmeye çalışıyorlar. Medyada çıkan, “İnsan ile maymun arasındaki ara geçiş formu bulundu” ya da “Dünya dışındaki bir gezegende yaşamın izlerine rastlandı” türünde başlıklı haberler hep bu amaca hizmet ediyor. Şimdilerde ise “paralel evrenler” konusu rağbet görüyor. Bu iddia evrenin büyük bir patlama ile yaratılışı gerçeğinin karşısına bir tez olarak sunulmaya çalışılıyor. Üstelik hiçbir somut kanıtı olmaması ve kendi içinde önemli çelişkiler barındırmasına rağmen...

Bilim Dünyasını Sarsan Gözlem
Evrenin başlangıcını oluşturan ve “Big Bang” olarak da adlandırılan Büyük Patlama'nın delilleri ortaya çıkana kadar birçok bilim adamı evrenin sonsuzdan beri var olduğunu iddia ediyordu. Evrenin sonsuzdan beri var olduğu ve varlığını da sonsuza kadar devam ettireceği iddiası “Sabit Durum Teorisi” olarak adlandırılıyordu. Ancak 1929 yılında Amerikalı astronom Edwin Hubble’ın California Mount Wilson gözlemevinde yaptığı bir gözlem, bilim dünyasına bomba gibi düştü. Bu, astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden biriydi.

Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş, o zamana kadar kabul gören evren anlayışını temelden sarsacaktı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Bu durum bir gözlemciden uzaklaşmakta olan bir trenin düdük sesinin gittikçe incelmesi gibi düşünülebilir. Hubble'ın gözlemi ise, bu kanuna göre, gökcisimlerinin bizden uzaklaşmakta olduklarını gösteriyordu. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Bilimsel gözlemler evrendeki her şeyin birbirinden uzaklaştığını ortaya koymuştu. Bu durum karşısında varılan tek sonuç, evrenin "genişlemekte" olduğuydu.
Hubble'ın ortaya koyduğu evrenin genişlediği gerçeği, materyalistlerin öngördüğü hareketsiz başlangıcı olmayan evren modelinin tam tersi bir durumu ortaya koyuyordu. Evren adeta şişirilen bir balon gibi genişliyor ve gök cisimleri de balonun üzerindeki noktalar gibi birbirlerinden uzaklaşıyorlardı.

Evren Sonsuz Değildir; Bir Başlangıcı Vardır
Evren genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren, daha da geriye gittiğimizde ise "tek bir nokta" ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, muazzam çekim gücü nedeniyle "sıfır hacme" sahip olacağını gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya "Big Bang" (Büyük Patlama) dendi ve teori de aynı isimle bilindi. 
Big Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim "yokluk" anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken "var" hale gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını geçersiz kılıyordu.
Big Bang'in Yeni Kanıtları Bulunuyor 
Big Bang’in tek delili genişleyen evren değildi. Zaman içinde bilim adamları Big Bang teorisini doğrulayan başka bulgulara ulaştılar. George Gamov bu bilim adamlarından biriydi. 1948 yılında Gamov, Georges Lemaitre'in hesaplamalarını geliştirdi ve Big Bang'e bağlı olarak yeni bir tez ortaya sürdü. Buna göre evrenin Büyük Patlama ile oluşması durumunda, evrende bu patlamadan geriye radyasyon olarak adlandırılan bazı kalıntıların olması gerekiyordu. "Olması gereken" bu kanıt çok geçmeden bulundu.
1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı söz konusu kalıntıları içeren dalgaları keşfettiler. "Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilen bu radyasyonun Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Penzias ve Wilson, Big Bang'i deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülünü kazandılar.
1989 yılına gelindiğinde ise, George Smoot ve beraber çalıştığı NASA ekibi, COBE adlı yapay bir uyduyu uzaya gönderdiler. Bu gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcılar, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini doğruladı. Sonuçlar, tarayıcıların kesinlikle evrenin başlangıcındaki büyük bir patlamanın sıcak, yoğun konumunun kalıntılarını gösterdiğini kanıtladı. Çoğu bilim adamı COBE'nin başarısını Big Bang'in olağanüstü bir şekilde onaylanması olarak yorumladı.

Bu bulgu ve bilim adamlarının yorumları dünyanın birçok TV kanalında yer alacak kadar büyük bir yankı uyandırdı ve yüzyılın en büyük buluşu olarak haber verildi. Hatta bazı kanallar haberi Allah’ın varlığının delili olarak duyurdu.
Big Bang'in bir diğer önemli delili ise uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarıdır. Günümüzde yapılan ölçümlerde anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen ve helyum gazlarının oranı, Big Bang’ten sonra arta kalan hidrojen-helyum oranı ile tamamen uyuşmaktadır. Bilindiği gibi yıldızların temel yakıtı hidrojendir. Yıldızlardaki hidrojenin helyuma çevrilmesi sayesinde buralarda ısı ve ışık üretilebilmektedir.  Eğer evren, materyalistlerin iddia ettiği gibi bir başlangıcı olmadan, sonsuzdan geliyor olsaydı, evrendeki tüm hidrojenin tamamen yanarak helyuma dönüşmesi gerekirdi.
Materyalizmin İflası
Evrenin yaratılmış olduğunu kanıtlayan somut delillerin artması üzerine bir çok materyalist bilim adamı bu delilleri yaptıkları yorumlar ile örtbas etmeye, geçiştirmeye çalıştılar.  Fred Hoyle ve Dennis Sciama da bu bilim adamlarından ikisiydi. Ancak Sciama, ardı ardına gelen ve Big Bang'i ispatlayan deliller karşısında içine düştükleri durumu şöyle anlatmak durumunda kalıyordu:
“Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı. …Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üstlenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu.”

..Fred Hoyle ........................Dennis Sciama

Bu sözler adeta Big Bang'in bir zafer belgesiydi. Bu zafer, materyalistlerin ideolojilerinin temelini oluşturan; bir başlangıcı olmayan "sonsuz evren" iddiasını da yerle bir ediyordu.  Peki o zaman Big Bang'den önce ne vardı ve "yok" olan evreni büyük bir patlama ile "var" hale getiren güç neydi? Elbette ki bu sorunun cevabı, materyalistlerin de hoşuna gitmeyen gerçeği, yani bir Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. 81 yaşına kadar ateist olan ancak yakın bir dönemde ateizm düşüncesini terk ettiğini ve evrenin yaratılmış olduğunu kabul ettiğini açıklayan ünlü felsefeci Anthony Flew bu konuda şunları söylüyordu:
“İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını.” (Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse. Cosmos, Bios, Theos. La Salle IL: Open Court Publishing, 1992, s. 241)
Anthony Flew doğru söylüyordu, evreni sonsuz güç sahibi olan Yüce Allah yoktan yaratmıştır.
Big Bang'deki Denge

Big Bang'de gerçekten de şaşırtıcı derecede hassas bir düzenleme vardır. Bu düzenlemenin ilk basamağı, patlamanın hızıdır. Big Bang'le birlikte var olan madde, elbette etrafa korkunç bir hızla yayılmaya başlamıştır. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Patlamanın bu ilk anında, şiddetli bir çekim gücü vardır. Evrenin tümünü bir noktada toplayabilecek kadar büyük bir çekimdir bu. Dolayısıyla Big Bang'in ilk anında birbirine zıt olan iki güçten söz etmek gerekir: Patlamanın gücü ve bu patlamaya direnen, maddeyi yeniden bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. Bu iki güç arasında bir denge oluştuğu için evren ortaya çıkmıştır. Eğer ilk anda çekim gücü patlama gücüne baskın çıksa, o zaman evren genişleyemeden tekrar içine çökecekti. Eğer bunun tersi gerçekleşse ve patlama gücü çok fazla olsa, bu kez de madde birbiriyle bir daha asla birleşmeyecek şekilde savrulacaktı.
Peki bu denge ne kadar hassastı? İki güç arasında ne kadarlık bir oranda farklılığa izin verilebilirdi? Avustralya'daki Adelaide Üniversitesi'nden ünlü matematiksel fizik profesörü Paul Davies, bu soruyu cevaplamak için uzun hesaplamalar yaparak şöyle bir sonuca ulaştı:  
“Hesaplamalar, evrenin genişleme hızının çok kritik bir noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer evren biraz bile daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Eğer patlama hızının belirli hale geldiği zamanda, bu hız gerçek hızından sadece 10–18 kadar bile farklılaşsaydı, bu gerekli dengeyi yok etmeye yetecekti. Dolayısıyla evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur.
Havaya Atılan Bir Kalem Sivri Ucu Üzerinde Durabilir mi? 

Böylesine bir patlamanın tesadüfen oluşmuş olması ihtimaller dâhilinde midir?
Elinize sivri uçlu bir kalem alsanız ve onu havaya atsanız, bu kalemin yere düştüğünde ucu üzerinde durma ihtimali nedir? İşte blim çevreleri Big Bang’in tesadüfen oluşmasının kalemin ucu üzerinde kalması kadar imkânsız olduğunu söylüyorlar. Ünlü Science dergisindeki bir makalede bu durum şöyle ifade edilir:
“Eğer evren maddemizin yoğunluğu, bir parça daha fazla olsaydı, evren atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı, o zaman evren son hızla genişleyecek, fakat bu takdirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki biz de olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkânı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.”
Peki bu denli olağanüstü bir denge neyi göstermektedir? Elbette böyle hassas bir ayarlama tesadüfle açıklanamaz ve bilinçli bir tasarımı ispat eder. Paul Davies, gerçekte materyalist yaklaşımı benimseyen bir fizikçi olmasına karşın, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir: 
“Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur... Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir."
Big Bang’in varlığının inkâr edilemez olduğunu gören materyalistler, Big Bang bir yana evrenin ve dünyanın bugünkü yapısının dahi tesadüfen oluştuğunu iddia etmeye çalışmışlardır. Peki bu iddiada bir doğruluk payı var mıdır? Acaba bize hayat imkânı verecek düzendeki bir evrenin materyalistlerin iddia ettiği gibi tesadüfen oluşması, kaçta kaç ihtimaldir? Milyar kere milyarda bir mi? Ya da trilyar kere trilyar kere trilyar ihtimalde bir mi? Ya da daha büyük bir sayı mı? Ünlü İngiliz matematikçi Roger Penrose işte bu sayıyı hesaplamıştır. Penrose hesaplamayı yaparken tüm fiziksel değişkenleri hesaba katmış, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate almış ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang'in diğer muhtemel sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit etmiştir. Penrose'un bulduğu ihtimal şudur: 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir ihtimal! Acaba Roger Penrose hesapladığı bu sayı hakkında ne düşünmüştür? Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar:
“Bu sayı, yani 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir ihtimal, Yaratıcı'nın amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına 10123 tane sıfır koyması gerekecektir. Eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.”
Penrose evrendeki tüm atomlar bir yana atomu oluşturan parçacıkların sayısının bile bu sayıyı ifade etmeye yetmeyeceğini söylüyor. Ne kadar büyük bir sayı ile karşı karşıya olduğumuzun daha iyi anlaşılması için basit bir örnek verelim: Evrendeki bütün atomları değil, sadece tek bir tuz tanesinin tüm atomlarını saymak istediğimizi düşünelim. Saniyede bir değil, tam bir milyar tane sayacak kadar hızlı olduğumuzu da varsayalım. Bu olağanüstü beceriye karşın, ufacık bir tuz tanesi içindeki atom sayısını tam olarak tespit edebilmek için beş yüz yıldan fazla bir zamana ihtiyacımız olacaktır. Yemeden içmeden saniyede bir milyar atom sayarak geçecek beş yüz yıl demektir bu.
Matematikte 10 üzeri 50'de 1'den daha küçük olasılıklar, "sıfır ihtimal" sayılır. Kısacası bu sayı bizlere, evrenin varoluşunun tesadüfle açıklanmasının kesinlikle ama kesinlikle imkânsız olduğunu göstermektedir.
Penrose’un da ortaya açıkça koyduğu gibi evrenin tesadüfen oluşma ihtimali hiç yoktur. Ne var ki bu gerçeği görmezden gelmeye çalışanlar hala mevcuttur.  Montreal Üniversitesi Psikiyatristi Karl Stern, bu kişiler hakkında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:
“Evrenin şu anki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tamamıyla delice bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetiyle değil, tamamen psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır.”


Ateist Arayışlar: “Paralel Evrenler” ya da “Çok Dünyalar” İddiası

“Paralel evrenler” ya da “çok dünyalar” diye bilinen tez de Stern’in “şizofrenik” olarak nitelendirdiği evrenin yaratılışını inkâr etmeye çalışan düşüncenin bir türevidir. Paralel evrenler kavramı sonsuz sayıda dünyanın var olduğunu ve bizim bunların her birinde, birbirinden farklı versiyonlarımızın bulunduğunu, bu yüzden de hepsinin farklı olaylar zincirinin gelişmesini sağladığını iddia eder.
Bu tezdeki temel gaye yaşamı barındıran bir evren meydana getirmek için olası denemelerin sayısını ve zamanın miktarını artırmak ve dolayısıyla evrenin sözde ihtimaller dahilinde oluşabilme olasılığını yükseltmektir. Paralel evrenler düşüncesi, ne kadar ihtimal dışı olursa olsun her olayın başka bir paralel evrende gerçekleşebileceği iddiasını taşır. 
“Çok dünyalar” hipotezi, çok büyük sorunları içinde barındırır. Çok evrenleri içeren hali hazırdaki tüm kozmolojik modeller, bu evrenleri yaratmak için bir mekanizmaya gereksinim duyarlar. Ucu üzerinde durmayı başarabilecek kalem örneğinde olduğu gibi evrenin var olması çok hassas ayarlamaları gerektirir. 
Söz gelimi ışığın hızı saniyede 300.000 kilometredir. Eğer ışık küçük bir ölçekte şimdikinden daha hızlı olsaydı, termonükleer reaksiyonlarda, şimdikinden on binlerce kat daha fazla enerji üretilecekti. Bu durumda da yıldızların çekirdeğindeki enerji çok daha çabuk tüketilecek ve evrenimiz milyonlarca yıl önce karanlığa gömülmüş olacaktı. Peki ya ışık küçük bir ölçekte şimdikinden daha yavaş olsaydı? Bu durumda evrenin başlangıçtaki genişlemesi çok daha yavaş olacak ve evren çekim gücünün etkisinden kurtulamayarak çökecekti. Yani her iki durumda da hayatın var olması imkânsız olacaktı. Yukarıda da söz konusu edildiği gibi bilim adamları ışığın bu hızda olduğu evrenin ortaya çıkması ihtimalini 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir olarak hesaplamışlardır. İmkânsız olmasına karşın bir an için hızı saniyede 200.000 km. olan bir evrenin var olduğunu varsayalım. Böyle bir evren için yapılacak ihtimal hesapları da, hızı saniyede 300.000 km. olan ışığı barındıran evrenin ihtimal hesaplarından farklı olmayacaktır. Görüldüğü gibi ışık hızının 200.000 km olduğu bir evrenin varlığını var saymak bile, paralel evrenler iddiasını içine düştüğü açmazdan kurtaramamaktadır.
 
Yaratılış Gerçeğini Örtbas Etme Çabaları Geçersizdir
Bazı bilim adamları sırf Big Bang’in “evrenin bir Yaratıcısı olduğu” gerçeğini delillendirmesi nedeniyle ateist fikirlerine destek olacağını düşündükleri yeni arayışlar içine girmişlerdir. Paralel evrenler teorisi de “açılır kapanır sonsuz evren modeli” ya da “Kuantum evren modeli”nde olduğu gibi böyle bir arayışın sonucudur. Kozmolog Stephen Hawking de bu tip arayışlar içinde olan bilim adamlarından biridir. Prof. Herbert Dingle bu arayışlar ve Hawking hakkında şu değerlendirmeyi yapar:
“…matematikte soyut, teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez. İşte Hawking matematiğin bu soyut özelliğini kullanmakta ve hiçbir gerçekliğe karşılık gelmeyen varsayımlar üretmektedir. Peki acaba bu çabasının nedeni ne olabilir? Cevabı kendi sözlerinde bulmak mümkündür. Hawking, Big Bang'e alternatif olarak öne sürülen evren modellerinin çoğunlukla Big Bang'in "İlahi yaratılışı çağrıştırması nedeniyle" ortaya atıldığını kabul etmektedir.”

Bazı bilim adamlarının paralel evrenler konusunu gündeme getirmeleri, hipotezin herhangi ikna edici bir esası olmasına değil, daha ziyade ateist düşünceye duyulan kesin bağlılığı gösterir. Allah’ın evrenin Yaratıcısı olduğu gerçeğinden kaçmak için çok dünyalar iddiasının kullanılması genelde bir tür ümitsizliği açığa vurmaktadır. Gazeteci yazar Clifford Longley, London Times’ta yayınlanan bir yazısında evrenin yaşam için gerekli tüm koşullarla birilikte yaratıldığını belirttikten sonra şöyle devam eder:
“Bunun alternatifi üzerinde diretmek, Shakespeare’in eserlerinin, Shakespeare tarafından değil de bir milyar daktilonun başına oturmuş, bir milyar maymunun, bir milyar yıl boyunca süren yazma işleminin sonucunda yazıldığında ısrar etmeye benzer. Bu olabilir(7). Ama böylesine ümitsiz çarelere başvuran bilimsel ateistlerin bakış açısı Allah’a inananların söylediklerini güçlendirmiştir.”(8)
Evren hakkında yapılan her inceleme bize evrende olağanüstü bir tasarımın olduğunu gösterir. Bu da evrenin her detayına hakim olan sonsuz bir güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı'ın varlığını ispatlar. Evreni ve canlı yaşamına olanak verecek şekilde yaratılmış olan Dünya'yı kusursuz biçimde var eden Allah'tır.

Bu konuyu yazdır

  Metafizik Savaşın Şifresi: Kızkulesi
Yazar: Spiritüeller - 22-05-2016, Saat: 16:50 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER - Yorum Yok

Üsküdar’ın tarihi değerlerinden 2.500 yıllık Kızkulesi, İstanbul’un da en önemli simgelerinden biridir. Battal Gazi’den Afrodît’e kadar uzanan pek çok efsanesi anlatılır. Bu yüzden gizemini hâlâ korumaktadır.

Kızkulesi, Marmara ve Karadeniz’in sularının birleştiği yerde bulunuyor. Bu açıdan Hz. Hızır ve Hz. Musa’nın buluştuğu mekan  olma ihtimali de çok yüksek.

Klasik hikayeyi herkes bilir. Kendisine, çok sevdiği kızının on sekiz  yaşına geldiğinde bir yılan tarafından sokularak öleceği söylenen kral çareyi yılanlardan uzak, denizin ortasındaki kuleyi onarmakta bulur ve kızını da oraya kapatır. Ama kehanete engel olunmaz. Kuleye gönderilen üzüm sepetinden çakan yılan prensesi zehirler. Prensese demirden bir tabut yaptırılır. Ayasofya’nın girişine defnedilir. Bugün, halâ daha bu tabutun üstünde iki delik vardır. Yılanın, prensesi ölümünden sonra da onu rahat bırakmadığına dair rivayetler de vardır.
Kuran ı Kerim’de, Kehf (Mağara) suresinde Hz. Hızır’la Musa’nın buluşmasından ve yol arkadaşlığına ait sırlardan bahsedilir. Hz. Hızır mahlukatın sırrına eşyanın görünmeyen ilmine vakıftır. Hz. Musa ise dış aleminin rehberi ve bilgesidir.

Bu ayetlerde Hz. Hızır’la, Musa Aleyhisselamın buluştuğu iki denizin birleştiği yerden bahsedilir. Ancak coğrafya, açık bir şekilde belirtilmez. Bu ayetlerden yola çıkarak Musa Peygamberin daha çok yaşadığı coğrafyayı hesaba katarak bu iki denizin birleştiği yer olarak daha çok Kızıldeniz’in ismi geçiyor.
İsrail Kohenleri’nin de bildiği bir sır şu ki Hz. Musa ile Hz. Hızır bu Kızkulesi’nin bulunduğu bölgede buluşuyor. Karadeniz ve Marmara’nın buluştuğu; yani iki denizin birleştiği yer burası. Ayrıca Hz. Hızır Batın ilimde bir denizdi, Hz. Musa ise zahir ilimde. “İlmin deryası iki adam ve iki deniz” iki sır bir noktada cem oldular.
Bir de bu birleşmenin mührü gerekiyordu. Zamanla kulpuna oturtturulup bu mühür, Boğaz’ın bu mutena yerine dikildi. Hikayesi ne olursa olsun Kızkulesi de işte bu mühürdür, Kızkulesi onun bahanesidir. (Hz. Musa’nın yardımcısı askeri deha Hz. Yuşa’nın makam kabri, kulenin teğetini alan tepededir.
Kızkulesi ile ilgili tarih, antik çağa yani M.Ö 341’e kadar dayandırılıyor. Kim neden yaptırdı bilinmiyor. 



kizkulesi-6.jpg?w=587&h=479

kizkulesi-2.jpg?w=587&h=417


kizkulesi-4.jpg?w=587&h=380

Kaynak: Kara Divan – Orkun UÇAR, Hakan Yılmaz ÇEBİ

Bu konuyu yazdır

  Haberci Rüyalar
Yazar: Spiritüeller - 22-05-2016, Saat: 16:46 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER - Yorum Yok

dreams.jpg?w=600&h=338
Zaman ve mekanın ötesinden gelen ses…
Beynin, uyku sırasında zaman ve mekânı aşarak birtakım mesajlar alabildiği söyleniyor. Bu da bize rüyalar halinde yansıyor. Aşağıdaki yazıda, haberci rüyalara ilişkin ilginç örnekler okuyacaksınız.
1947’de bir sabah Ray Robinson aniden silkinerek uyandı. O gün Jimmy Doyle ile ağır sıklette bir şampiyonluk maçı yapacaktı. O gece gördüğü rüya açık bir haber niteliğini taşıyordu. Rüyasını şöyle anlatıyordu:

“Doyle ile birlikte  ringde bulunuyordum, hedefi bulan bir kaç yumrukla onu sarsmıştım, donuk bakışlarla bir süre sendeledikten sonra yere yığılıverdi. Bense ne yapmam gerektiğini kestiremedim. Şaşkın şaşkın bakıyordum. Hakem 10’a kadar saymak üzere rakibime yaklaşmıştı. Doyle ise hareketsiz yatıyordu. Seyirciler bağırıyorlardı: ‘ Öldü… Öldü… ‘ ”
Robinson, gördüğü bu rüya yüzünden dehşete kapılmıştı. Antrenörü George Ginford ve menejeri Lam Atkins ise böyle bir olayın budalalıktan başka bir şey olamayacağını söy­lüyorlardı. Atkins, “Gülünç olma” diyordu. “Rüyalar gerçekleşmez, eğer aksi olsaydı çoktan milyoner olurdun.” Robinson kararından vazgeçecek gibi değildi. Son anda çağırılan bir rahip, nihayet onu ikna ederek ringe çıkmasını sağlamıştı.
Rüya gerçekleşiyor
Aynı gün akşamı, şampiyon ile rakibi 7 raunt boyunca yumruklaştılar. 8. rauntta Robinson rakibinin bir açığını yakaladı: Doyle’u mide­sine ve yüzüne indirdiği iki yumrukla sersem­lettikten sonra, çenesine indirdiği sol kroşe ile yere serdi. Doyle, devrilen bir ağaç benzeri yere yığılırken başını yere vurmuştu. Robin­son ayakta duruyordu ve tıpkı rüyada olduğu gibi ona bakıyordu. Hakem 4’ e kadar saydı­ğında Doyle sanki ulaşılması imkansız bir şeyi aramak için kımıldadı ve tekrar yığıldı. Bok­sör, ertesi gün öğleden sonra ölmüştü.
Mesajı kim veriyor?
Bunun gibi birçok hikâye, geçmiş zamanlar­dan beri halk dilinde yer almaktadır. Buna rağmen uyuyan beynin akıl almaz tiyatro­sunda rüyayı görenin hem seyirci hem oyuncu olması, bütünün sadece tek bir görüntüsüdür. Hafızadan derin etkiler alan rüyalar, hafıza­dan çok daha öte anlamlar taşırlar. Olaylar gerçek dışı mekânlarda oluşmasına rağmen, çoğu zaman geleceğe yönelik bilgiler ortaya koyarlar. Hayal gücüne bağlı rüyalar. uyanık­lık halinde gerçekleşen hayallere nazaran oldukça kontrolsuz ve duygusal tansiyon ile yüklü olduklarından, daha canlı görünürler. Günlük realitelere her ne kadar uymasalar da, garip bir şekilde çoğu zaman gerçeği yansıtmaktadırlar. Öyleyse insanların rüyaları mesai olarak nitelendirmeleri doğaldır. Peki bu mesaj nereden geliyor? Bizden mi? Başka zihinlerden mi? Tanrılardan mı? Ölülerden mi? Her şeyden önemlisi, kaynağı ne olursa olsun, bu mesajları en iyi şekilde nasıl yorumlayabiliriz? Tarih bu konuda örneklerle dolu: Rüyalarında mısra düşüren şairler, konu kuran yazarlar, melodi yakalayan müzisyen­ler, gerçekleri keşfeden bilim adamları, uyanıklık halinde ulaşamadıkları bilgiler elde etmişlerdir. Sonuç olarak, görünürde bilinçsiz hayal gücü ile düşünce sentezi olan rüyalar, çoğu kez orijinal bir hamle oluşturmaktadır.
hitler.jpg?w=600&h=688
 
Tarih boyunca, birçok ünlü devlet adamı, haberci rüyalardan etkilendiler. Hitler, 1. Dünya Savaşı sırasında bir onbaşı iken, rüyasında yaralandığını görmüştü, gerçekten de ertesi gün yaralandı. Arşidük Ferdinand ve Abraham Lincoln, ölümlerinin birer suikastla olacağının rüyasını önceden görmüşlerdir. Jül Sezar’a ise, karısı Calpurnia, öldürüleceğini rüyasında gördüğünü ve senatoya gitmemesini söylemişti.
archduke-franz-ferdinand.jpg?w=425&h=529
Arşidük Ferdinand
abraham-lincoln-1865-400.jpg?w=425&h=460
Abraham Lincoln
juliuscaesar.jpg?w=433&h=707
Julius Sezar
Roman yazdıran rüya
Yazar Robert Louis Stevenson, edebi birçok eserini uyanıklık hali ile rüya arasındaki aktif ilişkiye borçlu olduğunu söylüyordu: Bir gece önce gördüğü rüyayı ertesi gece kaldığı yerden görmeye devam ederek, konularda bir sürekli­lik oluşturabildiğini, yaşamak için para kazan­ması gerektiğinde istediği gibi hikâyelerin kurgularını rüyalarında görebildiğini belirti­yordu. Doktor Jekyll ve Mr. Hyde’ın Garip Vakası da, gördüğü rüyalardan birinde ortaya çıkmıştır. Yazar bunun üzerine insanı kemiren çift kişilik yapısıyla ilgili o keskin duyguyu açıklamaya çalışan bir tema oluşturmayı uzun süre denediğini yazmıştır. Sanki emir almışçasına özellikle Hyde’ın, takipçileri önünde bir toz yutarak değişime uğradığı sahneyi görün­tüleyen Stevenson’ın bilinçaltı, söz konusu romanı yaratmıştır.

Anlaşılması zor
Yazdığı organik kimya eseriyle ilgili başlık araştıran bir bilim adamı ise. bir gece olağan­üstü bır ilhamla uyanmıştı: “Cevap arayan on iki adet yatak başlığı” Filozof William James de bir gece yataktan fırlayarak hemen yazıya geçirdiği bir dörtlükle nihayet kâinatın sırrını çözdüğüne inanmıştı. Dörtlük, şöyleydi:
“Higamus. Hogame. (Kadınlar monogam­dır). Hogamus. Higami. (Erkekler poligamdır).’
Acaba bu tür rüyalar, rüyayı görenin kendi kendine gönderdiği mesajlar mıdır? Günü­müzde bu teori, kuşkusuz, çoğunluk tarafın­dan geçerli sayılıyor. Nitekim zihnin sınırları dışında bir romanın yazılabilmesi ya da bilim­sel bir sırrın çözülebilmesi anlaşılması zor bir olaydır. Ancak görünürde gelecekle ilgili bilgi­ler söz konusu olduğunda, sorun daha da çık­maza girmektedir. Eğer bu tür rüyalar fiilen gerçekleşirse, rüyayı gören kişinin zihninde dış etkilerin görünmesi mantıklı gelebilir.
Rüyasına gazetede rastlıyor
İngiliz havacılığının öncüsü aeroonetik mühendisi J. W. Dunne kültürlü ve güvenilir bir insandı. Dunne, gelecekle ilgili birçok rüya gördüğünü iddia ediyordu. İngiliz-Boer sava­şında Güney Afrika’da alayı ile birlikte kamp kurduğu sıralarda, sonradan büyük yankı uyandıracak olan kitabında öykülendireceği bir rüya görmüştür. Bu rüyada bir tepe üzerinde bulunurken lav fışkırmak üzere olan bir yanardağa dehşetle bakıyordu. Etrafındaki zeminden sürekli buhar çıkmaktaydı. Daha sonra Dunne, yakınlarda bulunan bir adadaki Fransız yetkililerine, zorda olan 4.000 kişilik bir birliğe yardım için gemiler göndermeleri gerektiğini söyleyerek ümitsizce yakarıyordu. Uyandığı zaman hâlâ yalvarmaya devam etmekteydi. Sonradan kampa gelen İngiliz gazetelerinde, Dunne’nin gördüğü rüyayı andıran bir haber yer alıyordu. Daily Teleg­raph, haberi büyük başlıklarla ” Martinika’da korkunç bir yanardağ patlaması” şeklinde duyuruyordu. Haber küpüründe, Fransız Antil adalarının birinde bir yanardağ patlamasının 40.000 kişinin ölümüne yol açtığı yazmak­taydı; yani Dunne’nin rüyasındaki rakama bir sıfır daha ekleniyordu. Tabii, sağ kalanlar deniz yoluyla kurtarılmıştı.
Rüya, bilinçaltından derin etkiler alır. Ama, çok daha ötelerde anlamlar taşır. Olaylar, çoğu zaman gerçekdışı mekânlarda oluşmasına rağmen, geleceğe yönelik bilgiler ortaya koyarlar. İlginçtir, birçok rüya günlük realitelere uygun değillerdir ama aslında gerçekleri yansıtırlar

Gazetelerden mi etkileniyor?
Dostları tarafından bilgili, sağduyu sahibi ve zeki biri olarak bilinen Dunne, kitabında buna benzer birçok vaka anlatmaktadır. Yine bir gece rüyasında, Sudan’ın Hartum yakınla­rında bulunmaktadır. Bir ara kendisine doğru gelen bitkin 3 adam görür. Sorduğu sorulara karşılık, kendilerinin yürüyerek kentten geldiklerini, içlerinden birinin yolculuk sırasında humma yüzünden ölüm tehlikesi geçirdiğini söylerler. Ertesi sabah Daily Telegraph’da, Dunne, Kahire’ye yeni gelen bir İngiliz sefiriyle ilgili haberi okur. Yolculuk sırasında ara­larından birinin hummadan öldüğü yazılıdır. Oysa Dunne. olaydan önce söz konusu sefer hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Bir başka zaman ise, İskoçya’nın Forth Bridge yakınlarında bir trenin raylardan çıkıp uçuruma düştüğünü rüyasında görür. Bu sefer “Uçan İskoçyalı” adındaki ünlü trenin, Forth Bridge’ e yaklaşık 20 kilometre mesafede bir yerde uçuruma yuvarlanması olayı, görüntüden birkaç ay sonra gerçekleşmiştir.
Bazı şüpheci kişiler, Dunne’nin gazetedeki haberleri okuyarak, benzer türdeki olayları rüyasında gördüğüne kendisini inandırdığını iddia ettiler. Hatta kendisine, gördüğü rüya­ları Daily Telegraph muhabirlerinden telepati yoluyla alıp almadığını da sordular. Dunne bu iddia üzerinde ciddi bir şekilde düşündü. Ancak, bu varsayımı kabul etse de, gerçekte, geleceği haber eden rüyaların varlığına inanı­yordu. Kendi deyimiyle, bunu ispatlayabilmek için. görülen rüyaları telkinle hatırlamaya çalışıp bir kenara yazmak yeterliydi. Bu teorisini incelemek Üzere daha sonra yapılan deneyler, kesin bir sonuca ulaşamamıştır.
carl-gustav-jung.jpg?w=600&h=753
Carl Gustav Jung
Carl Gustav Jung, rüyaların fantastik bir sembolizm dünyası ile yorumlanması gerektiğini söylüyordu.
Bir kâbusu sembolize eden bir illüstrasyon. Kâbuslar, çoğu zaman korkularımızdan doğmaktadırlar (altta).
dreams1.jpg?w=600&h=383
Kötü haberler daha yoğun
Acaba geleceği haber veren rüyalar niçin sürekli ölüm ve felaket konusundadır? Belki de ürpertici ve olağandışı rüyalar aklımızda daha kalıcı oluyorlar. Örneğin, 17. yüzyılın Fransız tiyatro oyuncusu Champesle, rüyasında, ölmüş olan annesinin, üzerine eğildiğini görür. Bu senaryonun kendi ölümü ile ilgili olduğunu aniden sezinleyen oyuncu, rüyasını arkadaşlarına anlatır ve kendi cenaze merasi­mini hazırlatır. Ayin bitince, kiliseden çıkar ve ölür.
Annelerin, rüya yolu ile, hasta ya da ölmek üzere olan oğullarından algıladıkları çarpıcı mesajlardan söz eden hikâyelerin çokluğu göze çarpmaktadır.

1884 yılında, Kuzey Galler’de Bangorlu Bayan Morris Griffith, Psişik Araştırmalar Derneği’ne rüyalarından birini anlatır. Bu rüyada, 13 yıl önce o zamanlar Güney Afrika’ da bulunan oğlunu ağır hasta olarak görmüş ve heyecanla uyanmıştı. Oğlu rüyasında ken­disini çağırıyordu. Bayan Morris, şöyle anlatıyor: “Ertesi gün boyunca, yoğun bir depresyon yaşadım. Sakat olan kocamı üzmemek için kendisine bu rüyamdan söz etmedim. Garip bir şekilde o da mahzun görünüyordu ve gün boyunca her ikimiz de ağzımıza tek bir lokma almadık.” Sonunda kocam masadan şiddette kal­karak. “Ne pahasına olursa olsun, oğlum eve dönmeli’ dedi.” Ertesi gün karı kocaya oğulla­rından bir mektup gelmişti. Bu mektupta kendisinin şiddetli bir humma geçirdiğini, ancak şimdi daha iyi olduğunu yazıyordu. Aradan iki ay geçtiğinde, ikinci bir mektup geldi ve Bayan Morris’in söz konusu rüyayı gördüğü o gece oğlunun vefat ettiğini öğrendiler. Bu olay haberci rüyalara iyi bir örnek oluşturuyor.
Kabilenin koruyucu sihri: Rüyaların analizi

Malaysia’nın dağlık ormanlarında yaşayan Senoi halkının çevreleri savaşçı kabi­lelerle sarılıydı ve bu vahşi komşuları tarafından rahatsız ediliyorlardı. Sebep oldukça ilginç. Bu halk o kadar barışçı ki, akla, koruyucu bir sihir sahibi oldukları geliyor. Doğru da sayılabilir. Çünkü yaşamları, rüyalar ve yorumları üzerinde kurulu bir felsefe içeriyor.
Rüyalar, Senoi halkının yaşamların­daki en Önemli olayları ve anlık kararları yönlendiren bir unsur niteliği taşıyor. Rüyaların yorumlanması, kabile halkının en önemli faaliyeti olarak biliniyor. Birçok araştırmacının yaptığı incelemeler sonucu, bu halkın sosyal yaşamında şiddetin ve saldırganlığın yeri olmadığı ortaya çıktı.
Yaşamlarının ilk yıllarından başlayarak çocuklar rüyalarını anlatmak için teşvik ediliyorlar. Senoi halkının psikolojik ve sosyal istikrarının kaynağı olduğu sanılan diğer bir olay da, rüyaları denetim altına alabilmek için gerekli tekniğin o yaştaki çocuklara aşılanmasıdır. Araştırmacı Patricia Garfield’e göre, bu tekniklerin teme­linde 3 ilke vardır: “Teknolojiye karşı koyup ona hâkim olmak, zevke doğru ilerlemek, olumlu sonuca ulaşmak.”
Tehlikeye karşı koyup ona hâkim olmak ilkesi, rüya gören kişinin korkula­rını yenmesine yardımcı olur. Örneğin, bir çocuk dehşet içinde rüyasında kaplandan kaçtığını hemen anlatırsa, o rüyayı tekrar yaratılması öğretilir, başarabildiği takdirde ise saldırı karşısında kaçmadan, kaplana karşı direkt saldırıya geçmesi söylenir. Gerektiği takdirde rüyasında arkadaşların­dan yardım isteyebilir, ama asla kaçma­ması gerekir. Bu yolla çocuk, kâbusu yapıcı bir kendine güven dersine dönüştürmeyi öğrenir.
İkinci ilke, rüya gören kişinin korku­sunu coşkuya çevirebilmektedir; Rüyada boşluğa doğru düşmek hissi, bir Senoi için özgürce ve sarhoşça bir uçuş hissine dönüşebilmektedir. Bu kural özellikle cinsel doyumu cesaretlendirmektedir.
Senoililer, bilinçaltının fantezilerini doğal olarak kabul etmeye başladıkları andan itibaren, rüyaları “ben”i oluşturan birimlerin çeşitli durumlarının yansıması olarak nitelendirmektedirler. Rüya sıra­sında kişi yalnız olmalıdır. Hiçbir hareket yasak değildir. Bu şekilde, bastırılmış olan tüm uyarılar tam anlamıyla özgürlüğe ulaşır.
Üçüncü prensip, rüya gören kişinin, kötü durumları kendi adına avantaja dönüştürmesine yardımcı olur. Eğer rüyasında düşman tarafından yaralandıysa, ondan biraz daha güç eksilttiğini düşüne­rek rahatlayabilir. Psikologlar ve psikiyatristler. günümüzün çağdaş insanının rüyaları Senoililer gibi manipule ederek yaşam biçimim değiştirebileceğini tartışıyorlar.
Bu teorinin savunucularından Kaliforniyalı psikolog Eric Greenleaf, Senoililerin tekniğini kullanan bir rüya laboratuvarı kurmuştur. Rüya görenler burada birbirle­rine yardım ederek en korkunç kâbuslar karşısında sakin bir tavır takınmayı öğrenmektedirler. Rüyalardaki ürkütücü görün­tüler üzerinde fanteziler kurularak rüyalarında tekrar görüntülenmesine çalışılmakta ve bu rüyalarda onlara karşı yapıcı tavır takınılması kazandırılmakta­dır. Eğer bu tekniklerin insanların korkula­rını yenmeye yardım edebildiği sonucu ortaya konulabilirse, rüyalar gerçekten çağdaş insanın can simitleri olabilirler.

Kaynak: insanveevren

Bu konuyu yazdır